Ocağımızın 29 yıldır geleneksel hale getirmiş olduğu Ramazan Konferansları’nın üçüncüsünde “Din ve Ahlâk Anlayışımız” konusuyla Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.İbrahim Maraş bizlerle oldu. Sayın Maraş konuşmasında özetle şunları söyledi; Din Ve Ahlâk Anlayışımız Din, soyut ilahi bir vahiy olan aklın, yine ilahi bir vahiy olan alemi ve Allah’ın Peygamberlere gönderdiği vahyi (Kitap) anlama çabasından ibarettir. Yani aslında din, hakiki anlamda akletmesi, kendini aşarak duyularının, hayal ve vehim gücünün doğru bir şekilde çalışmasını sağlayarak burhani kesin bilgiye ulaşma gayretidir. İnsan bunu âlem ve Kitap yardımıyla gerçekleştirmektedir. Bunun temel yolu ise, mantıktan, yani aklın evrensel işleyiş kurallarından geçmektedir, yani yakînî öncüllerden hareketle bir şeyi bütün yönleriyle, insanın kapasitesi ölçüsünde çok yönlü bir şekilde düşünmek ve bu noktada gidebileceği yere kadar gitme konusunda sınır tanımamak, sonuçta da varlıktaki metafizik nedenselliği kavrayarak apaçık, kesin, burhani bilgiye, bir yönüyle mutlak hakikate mümkün olduğunca yaklaşmaktan geçmektedir. Söz konusu çabanın insanı getireceği nokta ferdi, toplumsal ve evrensel saadettir. Bu yönüyle din ile amaçlanan şey; bir grup, zümre, toplum, ideoloji, mezhep, din vb. herhangi bir yapının değil, mutlak ve potansiyel olarak insanın arayışının temsil ettiği hakikate ve bu sayede saadete ulaşmaktır. Böylesi bir hakikat arayışı herhangi bir zaman diliminde veya herhangi bir millette sona eremez. Bu açıdan din, herhangi bir zamana hapsedilen, kayıtlanan, sınırlanan değil bilakis her an tazelenen ve yaşatılandır. İnsanın, bu çaba içerisinde hakikat adına her bulduğu da Mutlak Hakikat’ten bir yansıma olacağından hakikat adına derinleştikçe teslimiyeti, imanı ve ahlâkı güzelleşir. Bu yönüyle din, insani bir olgudur. Çünkü Kitap da dahil, insanın kendisi ve bütün evren O’na delalet eden bir ayet olduğundan insanın sürekli akledişi onu yükseltecek ve O’na yaklaştıracaktır. Yunus’un tabiriyle “kendindeki Ben’i” bulmasını sağlayacaktır. Burada anlatılan bütün bu hususlar, evrensel bir ahlâki duruş ile kuşatılmıştır. Yani inanç, ibadet ve bütün yapıp etmeler metafizik bir ahlâki duruşla insanın kendisini fıtratına uyumlu hale getirme çabasından ibarettir. Ancak şu da bir gerçektir ki, herkes bu yükselişi yapabilecek seviyede olamaz. İnsanlar üç ana kısma ayrılmıştır. Buraya kadar zikredilen ilk kısım, burhan, yani aklını en üst düzeyde kullanabilen insanların sorumlu olduğu alandır. Gerçek din budur. İkinci ve üçüncü kısımlar ise, hakikate hitabet (güzel söz ve vaaz) ve cedel (ikna) ile inandırma yöntemidir. Bunlar fıtratlarının gerçek manada ne olduğunu bilemeseler de taklit, metafor, sembol, mecaz yoluyla hakikate yaklaştırılırlar. Ama bu gruptakiler hiçbir zaman gerçek anlamda dinin hakikatini kavrayamazlar. Çünkü akıllarını yeterince kullanamamışlar veya kullanma kapasiteleri yoktur. O halde ahlâk, din ile özdeşleşmekte ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in dediği gibi din, güzel ahlâk olmaktadır. Bu da ancak bilgi ve düşünme merkezli olmak zorundadır. Burada sevgi, yani aşkın rolünü de unutmamak lazımdır. Bilme ve düşünme çabası aslında bir sevgiden, aşktan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de ahlâk nasıl din ile özdeşleşiyorsa, sevgi ve aşk ta aynı şekilde özdeşleşmektedir. O halde bilme ve düşünme aşk temelli bir harekettir ve varlığın da, insan olmanın da temelidir. Farabi, İbn Sina, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana vb. düşünürlerimiz hep bu fikri temele almışlardır. Bu düşünürlere göre gerçek aşık, ariftir ve irfan sahibidir. Meselâ zahid, abid ve aşık (arif) üçlemesini aynen İbn Sina’daki sıralamayla veren Ahmet Yesevi, şöyle demektedir:“Zahid olma, abid olma, aşık ol,/Mihnet cekip aşk yolunda sadık ol”. Yesevi, bu sözleriyle tıpkı İbn Sina gibi, ahlâktaki en yüksek mertebenin amaçlanmasını, gerçek ahlâkî amelin, cenneti kazanmak ve cehennemden kaçınmak da dahil, hiçbir maksat gütmeksizin, sadece ve sadece, aynı zamanda O’nun bir sıfatı da olan, iyilikleri ve güzellikleri yeryüzünde gerçekleştirmekle gerçekleşeceğini savunmaktadır. O halde Yesevi için de diğer düşünürlerimiz için de arif, istediği her şeyi O’nun için ister. Çünkü arif, Allah’ın zatının yüceliğini, güzelliğini farketmiş, hatta bunu farketmekle de kalmamış yeryüzündeki erdemlerin bir beklenti ve korkudan uzak bir şekilde yalnızca aşkla ve sadece erdem ve güzellik olduğu için yapılması gerektiğinin farkına varmıştır. Arif olmayan zahid ve ariflerin zühdü ve ibadeti ise, ona göre herhangi bir mükafaat, beklenti veya korku, ceza kaygısıyladır. Burada şunu da söylemek mutlaka gereklidir ki, arif, aynı zamanda zahid ve abiddir. Yesevi’nin şu beyitleri çok açık bir şekilde söz konusu görüşleri izah etmektedir: “Zahid kullar takva eyleyip namaz kılar, Nasib eylese orada varıp huriler kucaklar, Aşık kullar Mansur gibi candan geçer, Kurban olur darağacı üstünde canan için. Haramdır aşıklara başkası Huda’dan, Hatadır taleb eylese her iki cihan. Muhabbetsiz taatların heves rüzgarı, Mağrur olma dünya, ukba, rıdvan için.”