Evren Korkusundan Fatsa’ya Gidemedi

Süleyman Bey’den dinlediğim önemli bir mesele var: O günün Genelkurmay Başkanı Sayın Evren’i makamına çağırıyor ve diyor ki “Fatsa çok karışık, bir Fatsa’ya gitseniz.” Evren gidemem diyor. Niye? “Teröristler bütün yolları tutuyor.” “Helikopterle gidin”… “Helikopteri de düşürürler” diyor.

Evren Paşa’nın Konya’da bir konuşması var: “Biz beş yıl sabrettik, muradımıza erdik” diyor. Yani beş yıl boyunca bu ülkenin ülkücü gençleri, Sol’un çeşitli fraksiyonlarına mensup gençleri takır takır öldürüldü ve Evren Paşa sabrederek muradına erdi. Bu, tarihin cevap arayacağı büyük bir itiraftır.

Evren Paşa’nın Genelkurmay Başkanı olmasında bizim büyük hissemiz var. O dönem Ticaret Bakanıydım, İzmir Fuarı’nı açtım, Evren Paşa’yla üç gün üç gece beraber olduk. Benimle her yere geldi. İsraf Ekonomisi, Verim Ekonomisi çalışma ofisinde başucu kitabıydı, benim kitaplarım. Ankara’ya döndüm, Alparslan Bey’e fuarın açılışıyla ilgili bilgi sunarken “Siz nasılsınız efendim, ne var ne yok?” dedim. “Agâhçığım Başbakan sıkıntıda, bir Genelkurmay Başkanı tayin edemiyor” dedi. “Yok mu efendim sizin orduda tanıdığınız, bir çok arkadaşınız var” dedim. “Vallahi çok sıkıntıdayız” dedi…

– Evren o zaman Ege Ordu Komutanı, öyle değil mi?

 – Evet. “Ege Ordusu Komutanı Evren Paşa’yı düşünmez misiniz?” dedim. “Hay Allah senden razı olsun, benim sınıf arkadaşım” dedi. Hemen kalktı Süleyman Bey’e gitti. Ben de Ticaret Bakanlığı’na geçtim. Telefonda “Agâhçığım bir oğlun oldu, Evren’in kararnamesini Bakanlar Kurulunda elden sen dolaştıracaksın” dedi. Evren Paşa böyle Genelkurmay Başkanı oldu. Böyle Genelkurmay Başkanı oldu ama 30 Ağustos Bayramı’nda karargâha tebrike gittiğimiz zaman Evren Paşa ve Kuvvet Komutanlarının tavırları akıl almayacak kadar soğuktu. Türkeş Bey’i nerdeyse gözleriyle yiyeceklerdi. Bize de çok soğuktular. Ha biz de bir gün Evren’e “Senin Genelkurmay Başkanı olman böyle oldu, biz senin gıyabında şunu ettik” demedik…

– Haberi yok yani?

– Hayır, hiç haberi yok. O bize yakışmaz, bu bir devlet meselesi. Fakat şurası da tarihe not düşme yönünden çok önemli. Darbe 12 Eylül’de oldu ya, 11 Eylül günü Mecliste toplandık. Türkeş Bey dedi ki: “Arkadaşlar her an bir erken seçim kararı çıkabilir, lütfen boş bulduğunuz her an seçim çevrelerinize ve sorumlu olduğunuz illere gidin. İlçe ve il kongrelerini tamamlayın, seçime hazır olalım.” Ben de “Ben bu gece Konya’ya gidiyorum. Yarın iki ilçede kongrem var, Ilgın ve Kadınhanı’nda. Konya kebabı yemek isteyen arkadaşlarımı davet ediyorum” dedim. Türkeş Bey “Konya’da fazla oyalanma, birlikte İstanbul’a gideceğiz” dedi. Sadi Bey oradan dedi ki: “Efendim Genelkurmayda büyük hareketlilik varmış.” Türkeş Bey dedi ki: “Bizim sınıfın en kabiliyetsiz, en gabi adamı bu Evren’di. Biz buna Tilki Kenan derdik, bu mu darbe yapacak?” Ben orada dondum kaldım. Be mübarek adam, madem bu sizin sınıfın en gabi, en beceriksiz adamı, niye bunu Genel Kurmay Başkanı yaptık? İkincisi, Tilki Kenan deyince ben öldüm. Kurt Kenan dese korkmam! Alparslan Bey’le olan 4 yıl politikada bir 16 ay da tutuk evinde beraber olduk, ben 16 ay kaldım içeride. Şu tespitim vardır; Türkeş bey çok büyük meziyetlerinin olmasının yanında, insan tanımakta ve görevlendirmekte başarısızdı. İnsan, lakabı Tilki Kenan olan adama devleti teslim eder mi?

Her neyse, burada terörün mağduru olan bizdik, Milliyetçi Hareket Partisiydi. Milliyetçi Hareket Partisi’nin organize terörist hareketlere giriştiğini, Maraş katliamını, Sivas katliamını yaptığını günlerce aylarca yazdılar. Ama dünyanın en insafsız, hukuktan en nasipsiz savcısı Nurettin Soyer bile bunları iddianameye koyamadı! Çünkü MHP bir milli duruşu, milli şuuru ve milli tavrı temsil ediyordu. Vatan çocukları canlarıyla bayrağın, devletin ve imanın bekçisiydiler. Partimiz kurşunlandı, partinin önündeki polisler öldürüldü. İddianameyi açın, “Bunlar Genelkurmay’ı dinleyen bir teknik ağ kurmuşlar” diyor. Genel Kurmayı dinlemek üzere yerleştirildiği iddia edilen teknik alet, fiyatı o günkü parayla 140 Lira olan pilli bir radyo! Avukatlar o radyoyu savcıya hediye ettiler, buyurun siz de istediğinizde Genel Kurmayı dinleyin dediler.

Sandıklar dolusu(!) silah bulundu MHP’de. Sandıklar dolusu silah dedikleri, 1 tane ata yadigârı çakaralmaz toplu tabanca, 2 tane de ruhsatlı Kırıkkale tabanca. Üçüncüsü, tam teşkilatlı bir ameliyathane(!) bulunduğu yazıyor iddianamede. Tam teşkilatlı ameliyathane dedikleri de bir tıp öğrencisi gencimizin partiye arkadaşını ziyarete geldiğinde unuttuğu dinleme cihazı!

MHP İddianamesinin Omurgası Marksist Felsefe Sözlüğünden Oluşturulmuştur

Daha acısı; Savcılık belli bir aydın kesimini temsil ediyor. O aydın kesiminin şuurlu ifadesidir iddianame, sadece Nurettin Soyer’in değil. Nurettin Soyer öldü, keşke yaşasaydı. Ben kendisine televizyonlarda en ağır hakaretleri ettim hayattayken, beni mahkemeye veremedi. Veremezdi çünkü evimde özel bir grup teşkil edildi, evimde iddianame üzerinde çalışılıyor ben de içerde çalışıyorum, arkadaşım Taha Akyol da bana yardım ediyor. Şunu tespit ettik Taha Bey’le: İddianamenin bizi itham eden bölümünün omurgası Marksist felsefe sözlüğünden aynen alınmış, satır satır. Ben mahkemede okuyarak bunu ispat ettim. Demek ki Nurettin Soyer’e destek veren üniversiteli veya üniversite dışı kadrolar Marksist felsefe sözlüğüyle bizi itham ediyorlar. İkincisi; iddianameye tam bir Türklük düşmanlığı hâkim: “Bunlar Türk milleti dışında bir Türk ırkı icat ettiler.” Dedim ki: “Sayın savcı bizim Türk milleti dışında bir Türk ırkı icat ettiğimizi söylüyor, o zaman bu iddianamede bir eksik var.  Bugüne kadar Harp Okulu’ndan mezun olmuş ve halen okumakta olan bütün arkadaşlar buraya sanık sıfatıyla getirilmelidir. Çünkü en gür sesleriyle ‘Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız’ dediler.”

Ecevit’i rahmetle analım. Çok romantik bir insandı, ayağının yere bastığı çok az görülmüştür. Zaman zaman gerçekleri yakalamıştır, ama çoğu kere bir hayal dünyasındadır. Ecevit’e Türkiye’nin o gün içinde bulunduğu şartları anlatamadık. Şükranla yâd ettiğim iki genç milletvekili arkadaşım bana bir tehlikeyi anlattılar mecliste. Dediler ki “Agâh Ağabey Süleyman Bey kenarda duruyor, Ecevit ona değil bize çatıyor ve biz hep ateş hattındayız, bu stratejiyi bozman lazım.” Bir vesile oldu, MHP grubuna sataşma vesilesiyle söz aldım. Kalktım dedim ki “Arkadaşlar, Sayın Ecevit’e huzurunuzda şükranlarımı arz ediyorum” Meclis şaşırdı. Devam ettim “Kendisinin bize yaptığı hizmetin karşılığını ödememiz mümkün değil. Burada 200 mebuslu koskoca Adalet Partisi varken, Sayın Ecevit Adalet Partisi’ne bir söz söylemiyor, 16 mebusu olan Milliyetçi Hareket Partisi’ne yükleniyor. Vatandaş da diyor ki ‘Bu MHP’liler nedir, bunların her birisi 10 adam mı, 100 adam mı?’ ve bizim siyasi grafiğimiz Sayın Ecevit’in bu taktiğiyle devamlı yükseliyor. Teşekkür ediyorum, tebrik ediyorum.” Bunun üzerine Halk Partisi grubu karışmış, o günden sonra da Ecevit bize sataşmayı bıraktı, döndü Demirel’e.

Terör bir sosyal şizofrenidir, sosyal çılgınlıktır. Terörde akıl biter. Gençlerin bombalanmayan yurdu yok. Konya Yurdu’nu ben Ticaret Bakanı iken birinci sınıf bir otel haline getirdim. Site Yurdunu, polis gençlerin boyun adalelerini parçalayacak kadar demir çubuklarla vurup boşalttı. Konya Yurdu’ndan 200 battaniye götürdüm emniyete. Taşın üstünde gençler o battaniyelere sarınıp yattılar. O Konya Yurdu’nun musluklarını Ecevit Başbakanken 17 defa POL-DER’li polisler ayaklarıyla vurarak parçaladılar. İçişleri Bakanı bir generaldi. Dedim ki “ Paşam sen bu polise ‘kitap yak’ emri mi verdin?” Konya Yurduna da kendim bir güzel kütüphane kurmuştum. O kitapları çiğnediler gözümün önünde. Yani ben gidinceye kadar kütüphane indirilmiş ve çiğneniyordu polisler tarafından.

Polis ikiye bölünmüştü, öğretmen ikiye bölünmüştü, işçi ikiye üçe bölünmüştü. Bu bölünmüşlüğün karşısında birliği temsil eden gazeteler yalnızca Tercüman ve Hergün’dü. Tercüman’ın ve Hergün’ün o günkü hizmetlerini şükranla yâd ediyorum. Tercüman 1 milyon satıyordu, bir milli ümitti ve biz devamlı anlatmaya çalışıyorduk; bu bir oyundur, Türk milletinin en büyük değeri olan gençlik bitiriliyor.

Burada bir parantez açmak istiyorum. 1968 yılında bir Birleşmiş Milletler bursu kazandım, Devlet Planlama Teşkilatı adına girdiğim imtihanda. Burs kazanan üç kişi Paris’te Fransız Yüksek Planlama Okulu’nun öğrencisi olduk, iki yıl süren bir eğitim için. Paris’e gittim, çöpten geçilmiyor. General De Gaulle büyük bir dirayetle terörü bitirdi ve kendisine “Canımızla kanımızla aldığımız Fransa’yı dört tane sokak serserisi Marksist’e mi terk edeceğiz” diyen generallere, “Bu işi bana bırakın, siz kışlalarınıza dönün” dedi. Fransız Silahlı Kuvvetleri Paris’in ciğeri tabir edilen Bois De Boligne ile Bois De Versailles’a girmişlerdi, ormana. Müdahaleleri an meselesiydi, De Gaulle hayır dedi ve büyük Fransız filozofu Raymond Aron ile işbirliği yaparak komünistler, komünist sendikalar 1 milyon işçiyi yürüttüler Şanzelize’de. Aron bir konuşma yaptı televizyonda, 4 milyon Fransız yürüdü ve o gün terör bitti. Ancak itimat buyurun, terörün sebepleri, çareler konusunu işleyen kitapları tek tek bu odaya yerleştirsek bu oda almaz. Türkiye’de 5 bin gencin öldüğü terörde bir tek askerler bir kitap yayınladılar. Fukara, zavallı bir kitap. Üniversite nerede, sosyologlar nerede, pedagoglar nerede? Daha bir kitap çıkmadı. Ben her yerde söyledim ve yine söylüyorum. Vurucu timler Türk değildi. Vurucu timler ‘sol’un da, ‘sağ’ın da birinci sınıf beyinlerini vurdular. Bunlar asla Türk değildi.

Darbelerde Askerler Kadar Sivillerin de Suçu Var

– Türkeş Bey 12 Eylül ihtilalinden önce vaziyetin hassasiyetini fark ederek bir erken seçim olması gerektiğini düşünüyor. O zaman siyasi kanadın meclisteki siyasi yelpazenin diğer tarafını oluşturan siyasi liderler bunun farkında değiller miydi?

– Biraz önce ifade ettim. Şimdi bakın, ben bir sivil siyaset adamıyım. 27 Mayıs darbesinde gözbebeğimiz kadar sevdiğimiz Tevfik İleri’yi kaybettik. Milli bir kalkınma timsali olan Adnan Bey’i kaybettik. Türkiye 50 yıl sonra Fatin Rüştü Zorlu çapında bir Dışişleri Bakanı’nı belki çıkarabilir. Bir kurşun atmadan Kıbrıs’a Alay sokmuşlardır Adnan Bey ile birlikte. Bunlar küçümsenecek başarılar değildir, büyük işlerdir.

Ancak darbelerin hepsinde sadece askerlerin değil sivillerin de büyük suçu vardır. Ali Fuat Başgil rahmetli Celal Bayar’ın daveti üzerine Ankara’ya geliyor. İsviçre’de yayınlanan hatıralarından bahsediyorum. Celal Bayar diyor ki “Hocam, nasıl buluyorsunuz memleketi?” Ali Fuat Başgil bir hukuk allamesi, beş altı dili çok rahat yazan ve okuyan bir insan, bir büyük hukukçu, anayasacı. Diyor ki “Ben ihtilal havası alıyorum.” “Harbiyeliler Kızılay’da yürüyor, Mehmetçikler yasak diyor, önlerindeki General yumruk vurarak Mehmet’in göğsüne kenara itiyor. Çare nedir hocam” diyor Bayar. “Derhal Sayın Başbakanı değiştirin, bir yeni Başbakanın yönetiminde Türkiye erken seçime gitsin.” Özet olarak ifade ettiğim bu konuşmanın sonunda Bayar diyor ki “Hocam Sayın Başvekil İzmir’den Ankara’ya geliyor. Ben şimdi havaalanından doğru köşke gelmeleri için ricada bulunacağım, zat-ı âliniz bu kıymetli mütalaanızı Başvekile ifade buyurur musunuz?” “Elbette” diyor. Adnan Bey rahmetli köşke davet ediliyor, üçü oturuyorlar. Ali Fuat Başgil düşüncelerini tam bir objektiflik ve serinkanlılıkla tekrar dile getiriyor. Adnan Bey diyor ki “Ben İzmir’de Alsancak meydanında halka hitap ettim geliyorum, 300 bin kişi vardı meydanda. Neden istifa edeceğim? Rakamlar ortada, Türkiye’yi aldığım ve getirdiğim çizgi ortada.” Ali Fuat Başgil rahmetli diyor ki “Sayın Başvekil, bu dediklerinizin hepsi doğru ama bir doğru daha var. Politikada meydan kalabalıklarına güvenmek, vücudunuza bal sürerek karınca yuvasına girmeye benzer.” Eğer Demokrat Parti bu değişikliği yapabilseydi erken seçim kararı alabilseydi darbe büyük ölçüde önlenirdi.

Ancak yarın Türkiye’nin siyasi tarihini yazacak olanlar, çok usta bir satranç oyuncusu olan İsmet Paşa’nın merhum Menderes’i adım adım bu noktaya getirdiğini tespit edecektir. Nitekim 1946 yılında merhum Menderes tarihçi Rauf Kandemir’in ziyaretine gidiyor. Diyor ki “Efendim biz Demokrat Partiyi kurduk. Şu projelere, şu planlara sahibiz, memleketi bu geri kalmışlıktan kurtarmak istiyoruz.” Saatler süren bir konuşmadan sonra Rauf Bey diyor ki “Adnan Bey siz ümit vadeden bir genç adamsınız, ancak korkarım İsmet ile Bayar tepişirler, arada siz gidersiniz.” Bu 1945 senesinde yapılmış bir konuşmadır. Bir tarihçinin söylediği 15 yıl sonra gerçek olmuştur.

Gençlerin ölümünden Kenan Evren ve arkadaşları mutlak olarak sorumludur. Türkiye’de terörün üstüne gidememişlerdir, gitmemişlerdir.

Askerlerin bir bölümünün tavrı, Türk ordusunun bütününü mahkûm etmez. Nitekim başta Sayın Türkeş olmak üzere bütün kadromuzla en ağır şartlarda bile orduyu gözbebeğimiz gibi koruduk. Bu ordu bizim ordumuzdur, bizi başka siyasilerden ayıran özellik budur. Ben ordumu mahkemeye vermedim, tazminat davası açmadım. İddianamede benimle ilgili bölüm şöyleydi: Adı; Agâh Oktay Güner, Mesleği; avukat-ekonomi doktoru, Suçu; üç ülkücü meslek kuruluşunun genel kurulunda konuşma yapmak, İstenen ceza; idam, 168/1. 16 ay tutuklu kaldım. Ben eğer 10 ay önce hâkim karşısına çıkabilmiş olsaydım 10 ay önce hürriyetime kavuşacaktım. Ama biz orduyla, o beş Generali hep ayırdık. Demokrat Partililer de bunu yaptılar. Ordu milli bir kurumdur, bu millet ordu millettir. Ordu milleti biz milliyetçiler büyük bir dikkatle koruruz. Ordu millet vasfını çürüttükleri zaman Türkiye biter. Ordunun itibarı bizim itibarımızdan önemlidir. Çektiğimiz bütün acılara rağmen bu böyledir. Ama Türk soyundan gelmeyen, Türk tarihini bilmeyen, Türklük şuuruna sahip olmayan adamlar için ordu ilk temizlenmesi gereken kurumdur.

Terörün Türkiye’yi Götürdüğü Felaketi Ecevit’e Anlatamadık

– Peki efendim, o süreçte ordunun duruşu nasıldı? Evren’in darbenin olgunlaşması için 5 yıl sabrettiklerini itiraf ettiğini, az önce ifade ettiniz. 12 Eylül sabahı darbe şartları olgunlaşmış mıydı? Bu 5 yıllık süre zarfında binlerce gencin ölümünün mesuliyeti kime aittir?

– Kenan Evren ve arkadaşları mutlak olarak sorumludur. Türkiye’de terörün üstüne gidememişlerdir, gitmemişlerdir. Bir Genelkurmay Başkanı “Fatsa’ya gidemiyorum” diyebilir mi? Ölür yine gider. Açık söyledim ben bunları, konuşmamın başlangıcında. Şimdi bunlar darbeyi planlamışlar, 5 yıl sabretmişler. Yani darbe şartları olgunlaşsın, millet darbeden gayrı bir çare kalmadı desin. Adam bunu apaçık söylüyor. O aşamada şunlar da var yalnız. Ecevit Başbakan, sıkıyönetimi ilan etmiyor. Biz ısrarla sıkıyönetim diyoruz. Sayın Türkeş bastırıyor. Çünkü başka çare yok. Polise güvenemiyorsunuz, benim polisim senin polisin olmuş. MHP Başkanlık divanında POL-BİR’in kurulma kararını rahmetli Türkeş açıkladığında ben şiddetle karşı çıktım. Dedim ki “Sayın Genel Başkanım polisin derneği olmaz” “Komünistler dernek kurdular” dedi. “Efendim biz kurarsak arkadaşlarımızı koruyamayız, perişan olurlar” dedim. Nitekim görgü tanıkları vardır, bir kısım POL-DER’li polisler Simit Wesson tabancalarıyla ateş etmişlerdir, Kırıkkale tabancaları bellerinde beklemiştir. Biz koruyamadık arkadaşlarımızı, çünkü İçişleri Bakanlığı bizde değil, hiçbir şey bizde değil. Biz hükümeti dışarıdan destekleyen bir partiyiz.

POL-BİR kuruldu ve arkadaşlarımız polis olarak da ateş hattının içine girdiler, perişan oldular. Bu bir siyasi değerlendirme meselesidir, Sayın Türkeş böyle düşünmüş, bu doğru demiştir, bu orada kalır. Şimdi Evren ve kadrosu böyle bekliyor. Ecevit’i zorluyor sıkıyönetim ilanına. Sıkıyönetim ilan ediliyor, Süleyman Bey Başbakan, Gün Bey vuruluyor. Ben Konya’dan geliyorum evime, bir yorgunluk kahvesi içerken telefonu kaldırıyorum: Gün Bey vuruldu. Hemen arabaya atlıyoruz karımla Gün Bey’in evine gidiyoruz. Hanımefendisi beni karşılıyor elleri kan içinde “Agâh Bey bunlar Gün’ün kanı” diyor. Gün Bey bir efsane adamdı ve o aziz şehidi partinin önüne getirmek, tören yapmak partiden Bahçelievler’den Hacı Bayram Camiine kadar yürüme kararı aldık. Sıkıyönetim komutanı Nihat Özer hayır diyor. Türkeş Bey beni görevlendirdi cenaze merasimiyle ilgili olarak. Süleyman Bey en sonunda bana gece 12’de dedi ki “Agâhçığım, siyasi güç zayıfladı mı asker söz dinlemez, sen lütfen sakin ol” dedi. “Emredersiniz, sakin olalım.” Gece saat 2’de Sayın Demirel beni aradı: “Sıkıyönetim komutanı izin verdi, cenazenizi istediğiniz gibi kaldıracaksınız.” Partinin önüne getirdik ve Hacı Bayram Hazretleri’ne kadar götürdük. Gençlerden ısrarla hiçbir tahrike kapılmamalarını istedim, partililerimizden de aynı şekilde. O civarın esnafı bana geldiler, dediler ki “Agâh Bey çok korkuyoruz, dükkânlarımız yıkılabilir.” “Dükkânlarınıza toplu iğne kadar zarar gelmeyecek merak etmeyin” dedim. Gerçekten büyük bir olgunluk ve vakar içerisinde, başta Türkeş olmak üzere bütün değerli milletvekili arkadaşlarım, bir senatörümüz ve en genç ülkücüye kadar aziz şehidimize vazifemizi yaptık.

Türkeş’in Albaylıktan Başbakan Yardımcılığına yükselmesi, asker camiasında kıskançlık yarattı

Burada ben şunu söylemek istiyorum. Mademki askerinizde bu temayül var, siz de bunu biliyorsunuz. O zaman erken seçime peki diyeceksiniz. Çok acıdır Ömer Naci Bozkurt cennet mekân, Emniyet Genel Müdürü, Gümüşhane Senatörü pek çok ilin Valisi, ama önce bir Türk milliyetçisi. Benimle birlikte bekliyor. Orada isimleri okuyan Binbaşı sağ tarafta ara kapının yanında duran, TÖB-DER Başkanı Gültekin Gazioğlu’na “Sayın Gazioğlu zatıâlinizi de 5 saattir ayakta tutuyoruz, sizin tahliye emriniz Mamak’tan çıkmış geliyor” dedi. Bizlerin esamisi okunmuyor. Ömer Naci Bey her ikisinin duyacağı bir gür sesle Gültekin Gazioğlu’na “Zatıâliniz diyen zabitlerin eline terk ettiğim gardaşım, Allah seni korusun” dedi.

Toplumlar terör iklimine girdiği zaman üniformalı-üniformasız herkeste bir şuur kayması oluyor. Türkeş Bey’in Albaylıktan Parti Genel Başkanlığı’na, Başbakan yardımcılığına gelmesi kendi mensubu olduğu asker camiası içinde büyük kıskançlık meydana getirmiştir, bunu iyi görmek lazım. Pek çok paşa hanımı “Bak bir albay neler oldu, sen olamadın” demiştir kocasına.

İki; Türkeş Bey hamiyetli insandı. Türkiye’ye geldiği zaman Türkiye’deki birikmiş olan milliyetçi gençlik tabanını yakalamayı ve onu yönlendirmeyi bildi. Ayrıca ikinci güzel tarafı; üniversitedeki, basındaki bütün vatanperver kafalar ve kalemlerle diyalogu vardı. Onlarla belli zamanlarda oturur, görüşür, onların mütalaalarını alırdı. Onların başarılı bir eseri çıktığı zaman arayıp tebrik etmeyi hiç ihmal etmezdi. Ben onu Türkeş’ten sonra hiç kimseye yaptıramadım. Alparslan Bey’in Türkiye’yi bir fikri zemine oturtarak manevi şartları hazırladıktan sonra maddi kalkınmaya yönelmek istemesi onu tam bir hedef tahtası yaptı. Profesör Hans Koch’un Panslavizm ve Rus Milliyetçiliği diye bir kitabı var. Avrupa Konseyi Parlamentosu’nda Strasbourg’ta 3 sene Türkiye’yi temsil ettim. Avrupa Parlamentosu’nda da Bütçe Komisyonu Başkanıydım darbe olduğunda. Kitapçıları dolaşıyorum Strasbourg’ta, bu kitabı gördüm, aldım ve o gece sabahladım. Kitapta çok enteresan bilgilere ulaşıyorsunuz. Adam bir Çek, Ruslara esir düşüyor. Almanya’ya kaçıyor, İngiltere’ye geçiyor. İngiltere’de Encyclopaedia Britannica’nın pek çok tarih maddesini yazıyor. Sonra Amerika’ya davet ediliyor, Harward dâhil 3 büyük üniversitede kürsüsü var, 19 tane de eseri var. Ömrüm olsa hepsini tercüme ederim. Çünkü dış politikada o kitabın bana verdiği ufukla beni mahcup eden hiçbir tahminde bulunmadım. Kitabın yeni de bir baskısı yapıldı.  Şimdi orada bir bölümde Stalin “Rusya’da Rus olmayan her şeyi yıkacağız, Rus’a göre yeniden kuracağız” diyor. Ecevit bizi tenkit ediyor Mecliste, grup adına söz aldım. Dedim ki “Elimde bu kitap var, yeni okuyorum. Bakın Stalin ne diyor. Rusya’da Rus olmayan her şeyi yıkacağız, Rus’a göre yeniden kuracağız. Sayın Ecevit’in bir gün bunu tenkit ettiğini görmedim. Ama bizim gençlerimizin “her şey Türk için, Türk’le yeniden yapılacak” sloganını yerden yere vuruyor.”

Bu şartlarda biz Ecevit’e terörün Türkiye’yi götürdüğü felaketi anlatamadık. Eğer anlasaydı iş çok kolay olurdu. Başbakan o veya Süleyman Bey olurdu, ama teröre karşı milli bir politika olurdu. Nitekim ben darbeden 9 ay önce meclis kürsüsünde şöyle bir konuşma yaptım. “Sayın Genel Başkanlar, terörün solu sağı olmaz. Soldan da Sağdan da eline silah alanı lanetliyorum. Gün Bey başta olmak üzere terörün şehit ettiği güzide vatan evlatlarının hepsini rahmetle yâd ediyorum. Bu ülkenin yetişmiş çok kıymetli Solcu evlatları da gitti, Milliyetçi evlatları da gitti. Sayın liderler bu çatı tepemize yıkılacak, gelin bir masanın etrafında toplanın, hiç olmazsa şu teröre karşı anlaşın.” Çatı tepemize yıkıldı ve biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak altında kaldık.

MHP Sorumlu Davranmasaydı Türkiye İç Savaşa Giderdi

– Biraz önce darbeler döneminde hem solun hem sağın Anadolu’nun genç beyinlerinin öldürüldüğünü, yok edildiğini söylediniz. O zaman aklımıza şöyle bir şey geliyor. Darbe öncesi dönemde terörü alevlendirmek, asayişi bozmak için ve insanları gençleri birbirine düşürmek için bir takım eller devreye giriyor. Bu ellere en umumi tabiriyle kontrgerilla deniyor. Bu konuda siz ne diyorsunuz? Kontrgerilla faaliyeti var mıydı, bu faaliyetin başarılı olmasında hangi unsurlar yardımcı oldu?

– Efendim bu konuda bir şey söyleyemem, elimde bir delil yok. Ancak şunu çok rahat söylüyorum. Terör ortamına devamlı benzin dökülmüştür, bir takım merkezler tarafından. Bu sadece Rusya değildi. Bu Amerika’ydı, bu Türk devletinin bütünlüğünü sona erdirmek isteyen herkesti, her şeydi. Şimdi Sivas olaylarını kim yaptı? Çorum olaylarını kim yaptı? Maraş katliamı, Çorum Katliamı… Kim yaptı bunları? Bunlar hiç açıklanmadı, bunların üstüne gidilmedi. Darbeciler daima gençleri kullanmışlardır. Nitekim 27 Mayıs öncesi talebe hareketlerinde cuntanın İstanbul bölümünün gençlerle sıkı bir işbirliği halinde olduğunu bugün okuyoruz. Hepsi hatıralarında söylüyor.

80 darbesinde ise inanın, MHP’nin sorumlu kadrosu olmasaydı Türkiye iç savaşa girerdi. Bunu bizzat yaşadım. Sivas’ın bir kasabasındayız. İki çocuğu öldürülmüş bir baba dedi ki: “İki oğlumu vurdular, yarın yatağı yorganı satıyorum silah alıyorum, bunların hepsini öldüreceğim” dedi. O acılı babaya Türkeş’in bir kükreyişi vardı ki… “Sen devlet değilsin, kanun değilsin, savcı değilsin. Otur oturduğun yerde. Acına saygı duyuyorum ama eline silah alamazsın” dedi. Biz bütün arkadaşlar hep aklıselimi temsil etme gayretinde olduk. Cumhuriyet Halk Partili İçişleri Bakanı Gün Sazak vurulduğunda Hasan Fehmi Güneş demiş ki “Necati Paşayla Agâh Bey birlikte geldiler. Ben bana söveceklerini, sayacaklarını bekliyordum. Fakat o kadar olgun, o kadar beyefendi konuştular ki ne yapacağımı şaşırdım.” Ben tutukluyken de bu hatırasını naklederek Anadolu Kulübünde “Cumhuriyet Halk Partisi anlayış gösterse, bugün ben o arkadaşların vekâletini alıp Mamak’ta savunmak isterim” demiş. Biz mecliste de bu çizgideydik. Ancak sizin bu çizgide olmanız bir şey değiştirmiyor. Baba Bush Türkiye’ye gelecek yıllar sonra, Amerika’nın istihbarat teşkilatı CIA Türk Emniyet teşkilatına bir liste gönderiyor. Ankara’da 16 hücre evinin adresi ve Türk polisi bunun üzerine onları yakaladı. Yani Türkiye basiretli vatan evlatlarını acılı anaların, babalarının yürek yanıklığına rağmen her şeyi Allah’tan bilmelerinin şuuruyla, sabrıyla bu dönemi iç savaşa girmeden bitirdi.

– Son dönemde medyada bir “eski ülkücü” tipi oluşturulmaya çalışılıyor. Bu eski ülkücüler şöyle diyorlar: “Biz bir dönem ülkücüyken, 80 öncesi dönemde partideki ağabeylerimiz bizi yönlendiriyordu. Gerektiğinde bize adam dövmemizi söylüyorlardı, biz de eylem yapıyorduk” Bu nevzuhur “eski ülkücü” tipi hakkında ne diyorsunuz?

– Efendim, Milliyetçi Hareket Partisi’nde hiçbir zaman hiçbir suret ve şekilde “adam dövün, adam vurun” sözü söylenmemiştir. Ama bazı şerefsizler Mamak duruşmalarının sorgulama safhasında bunu kara bir çamur gibi bizim üstümüze atmak istemişlerdir. Hiçbir siyasi partinin giriş katında kitap satış reyonları yoktu, bir tek bizde vardı. Milliyetçi Hareket Partisi’nin girişinde Türk tarihi ve Türk kültürüyle ilgili bütün temel eserler satılmıştır, yayılmıştır. Gençlere kütüphane yapılmıştır veya teşvik edilmiştir. Alparslan Bey bir mitinge giderken dağın tepesinde üç tane ülkücü elini kaldırsa orada ülkü ocağını kurdu, o meydandaki kalabalığı bekletme pahasına o çocukların ocağına gider, kütüphanelerine bakar, hatırlarını sorardı merhum Türkeş. Bu tip bizimle hiç alakası olmayan maalesef partiye zaman zaman sızmayı başarmış ve iddianamenin bir polis şaheseridir. Hukuk rezaletidir bizim iddianamemiz, ama istihbarat şaheseridir. İşte o tiplerin hepsi ajanlardır. Bizim iddianamenin ekleri irili ufaklı 200 bin kâğıttır, hepsini okudum ben. Gözlerimin birer numara artması pahasına ve şunu gördüm: Polis o kadar güzel yerleşmiş ki. Konya olaylarını biliyorum, rahmetli İhsan Kabadayı’yla biz bütün ülkücü kuruluşları partiye topladık. Dedik ki “Türkiye bir yere götürülmek isteniyor. Konya’da parti gövdedir, ülkücü kuruluşlar bu gövdenin kanatlarıdır. Seçim zamanı yaptığınız yardımlara teşekkür ediyoruz ama bitti, partiye müdahale edemezsiniz. Konya’da olay olmayacak, size sövecekler susacaksınız. Kurşun atacaklar duracaksınız. Taş atacaklar, bekleyeceksiniz. Bizim haberimiz olsun.”

Gün Bey için Konya’da izinsiz bir yürüyüş yapıldı. Bizim irademizin dışında. İçeriye gençler girdiler, bu gençlere orada bulunan bir “kader kurbanı ağabey” silah veriyor ve bu çocuklar kaçırılıyor. Konya’da olaylar bundan sonradır. Bilmem arz edebiliyor muyum? Diğer arkadaşlar da bu kontrolü bütün güçleriyle yapmaya çalıştılar ama hiç ummadığınız anda bir provokasyonla karşılaştık. Bizlerin imzası taklit edildi, iddianamede hep çıktı bunlar ortaya.

– Bugün Türk Solu Dergisinde yazı yazanlar diyorlar ki “Biz milliyetçilerle, ülkücülerle kardeşiz, bugünkü hadiselerde artık sizin de sokağa çıkmanız gerekir. Biz zaten 80 öncesinde de, 80’de de kardeştik ama bizim bu kardeşliğimizi anlamamak isteyen ve size duyurmamak isteyen bir takım mihraklar vardı.” İddia edildiği gibi 80 öncesinde ülkücüler Marksistlerle kardeş miydi? Sizin nesliniz, arkadaşlarınız, ülküdaşlarınız bu insanlarla kardeş miydi?

– Efendim şimdi Türk milliyetçiliğinin Türkiye düşünce tarihine neler getirdiğine bakarsak; rahmetli Ord. Profesör Fahrettin Fındıkoğlu’nun kurduğu İktisat Fakültesi’ndeki Sosyal Siyaset Araştırmaları Enstitüsü, Sosyoloji Araştırmaları Enstitüsü toplu sözleşme kavramını, sendikayı, işçi hakkını, grev hakkını ilk getirmiş olan milliyetçi kalemlerdir. Rahmetli Fahri Ziya Fındıkoğlu ve onun yetiştirdiği kadro, onunla beraber çalışanlar en güzide örneklerini Profesör Turan Yazgan ile vermişlerdir. Bugün Turan Yazgan tek başına, vakfının başında Türk dünyasıyla ilgili en namuslu çalışmaları yapmaktadır. Biz milliyetçiler bu büyük ağabeylerimizin izinden gittik. Reha Oğuz Türkkan’ın ekonomiyle ilgili 40’lı yıllarda yazdıkları bugün bile geçerlidir. Biz milliyetçiler sosyal siyaseti sadece ekonomik bir gerçek ve zaruret olarak değil, bir ahlak meselesi olarak savunduk. Tabi ki solcu arkadaşlarla bu noktada hemfikiriz. İktisadi devlet teşekkülleri konusunda biz onlardan da ileriyiz. Ben size açık söyleyeyim. Bugün Doğu’da ve Güneydoğu Anadolu’da ekonomik kalkınmayı ancak devlet eliyle yapabilirsiniz. Et kombinalarını yeniden açacaksınız ve entegre dışında açacaksınız. Hayvanı kesecek, atık maddelerini değerlendirecek, deri sanayini yanında götüreceksiniz.

İkincisi; Türkiye başıboş akan bütün sularını değerlendirmek zorundadır. Türkiye’yi büyük bir enerji buhranı bekliyor. Rusya’nın doğalgazına bağlı bir enerji siyaseti Türkiye’nin iflasıdır. Biz Mesut Yılmaz’a bunu anlatmaya çok çalıştık ANAP’tayken. Anlatamadık, en sonunda ayrıldık. Şimdi Milliyetçiler Rus ve Çin ajanı olmayan solcularla pek çok meselede anlaşırlar. Ama Türkiye’yi Çin yapmak isteyenler, Türkiye’yi Rus yapmak isteyenlerle milliyetçilerin anlaşması mümkün değildir.

MHP Davasında Satan da Satın Alınan da Olmadı

– Sayın Bakan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında savunmanın omurgasını sizin hazırladığınızı biliyoruz. 12 Eylül darbesini yapanların veya ülkücüleri yargılayan mahkeme heyetinin ülkücü harekete mensup insanlara bakışı nasıldı? Bu iddianameyi hazırlarken savunmanızın temel dayanağı neydi efendim?

– Efendim, içeride hukukçu olan arkadaşlarımız, -ben ekonomiye kaydığım için o heyette değildim- Cengiz Gökçek, Nevzat Kösoğlu, Taha Akyol, Servet Bora gibi hukukçu olan arkadaşlarımız bir grup teşkil ettiler ve bir savunma stratejisi tespit ettiler. Sonra da bunu toplu halde görüştük. İddianame diyor ki “Bunlar faşist bir devlet kurmak için halkı ikiye böldüler, silahlandırdılar, çatışma çıkardılar, onun için idam edilmeleri gerekir.” Biz faşist olmadığımızı ispat edersek iddianamenin belkemiği kırılır. Bir iş bölümü yapıldı: Agâh Bey faşist olmadığımızı ispat edecek. Sadi Bey aranmalarla ilgili faşist ithamına gerekçe teşkil eden iddiaları çürütecek. Nevzat Kösoğlu terör-MHP münasebeti iddialarını çürütecek. Bizim dayanağımız kendi aklımız ve dürüstlüğümüzdü.

İdamımız istenince, ben o gün şöyle bir vicdan muhasebesi yaptım. Sen bir adama filanı öldür dedin mi, falana silah verdin mi? Hayır. Ya ne yaptın sen? Memleketin için doğru olanları bütün gücünle savundun. Türk tarihine döndüm, Orta Asya’dan günümüze kadar devamlı tarih okuyorum. Çünkü bu bir seldir, bu bir depremdir, bu bir yangındır önleyemezsiniz. Eğer şartlanırsanız sinirleriniz bozulur. Mesela arkadaşlarım geliyordu “Agâh Bey sen ekonomistsin ama avukatsın da, idam olur mu bu davada?” Diyorum ki “Efendim, Tuğrul Bey’in hanımı Altuncan Hatun müstesna bir kadın.” Gitmişler arkadaşlar Taha’ya demişler ki “Yav Agâh Bey aklını mı kaybetti, biz ona idam olur mu diyoruz, o bize Altuncan Hanımı anlatıyor.” Taha demiş ki -kulakları çınlasın- “Agâh ağabey kendini şartlandırdı, devamlı tarih okuyor ve o devirde yaşıyor.” Tabi çok kötü şartlar yaşadık. İnanın Dil Okulunda bir kuru soğan bir Cadillac arabadan daha değerliydi.

Bir siyaset adamı için idam talebiyle yargılanırken yaptığı savunmayı kitap haline getirebilmek büyük bahtiyarlıktır. MHP Savunması çocuklarıma bırakacağım en büyük miras.

Rahmetli Türkeş 3,5 ay diş ağrısı çekti, götürmediler dişçiye. Çok sevdiğimiz bir avukat kardeşimiz genel idare kurulu üyemiz kalp krizi geçirdi, yürüterek dış kapıya kadar götürdüler. 20 dakika sabah havalandırmaya çıkıyorsunuz, 20 dakika da ikindide. Şimdi kardeşim, ben Milliyetçi Hareket Partisi kadrosunun, kaybettiğimiz arkadaşlarımızı rahmetle, Türkeş Bey’i, cennet mekân Gün Sazak’ı, Tahsin Ünal’ı, Profesör Lütfü Ülkümen hocayı rahmetle yâd ediyorum, mekânları cennet olsun. Yaşayanlara sağlık ve uzun ömür diliyorum. MHP kadrosu mahkeme boyunca bir granit kaya olmuştur. Arkamızda bizimle birlikte yargılanan fevkalade kalabalık bir gençlik topluluğu da o kayanın yavruları olmuştur. MHP davasında satan ve satın alınan olmadı. Çok şükür, mahkemede de söyledim. “Bu savunma, benim çocuklarıma bırakacağım en büyük mirastır” dedim. Üçüncü baskısını yaptı, dördüncüsü yapılacak. Bir siyaset adamı için idam talebiyle yargılanırken yaptığı savunmayı kitap haline getirebilmek büyük bahtiyarlıktır. Her şey ortada eğilmedik, bükülmedik, korkmadık, yılmadık. Çünkü biz her gün Allah’a hamdediyorduk, bugün vurulmadık diye. Nitekim ben mahkemede dedim ki “Sayın savcı çok öfkeli, ‘siz niye vurulup ölmediniz, sizi ben asacağım’ diyor.”

Erbakan Hocayı, Doğu Perinçek’i otobüsle götürüyorlar Mahkemeye. Bizim hepimizi bir demir kutuya doldurdular, sardalye balığı gibi. Dört tekerlekli bir demir kutu, penceresi yok, havalandırması yok, hepimiz ayaktayız. 6 saat Ankara’nın güneşinin altında beklettiler, demir kutunun içinde. Mamak’ta bizi ilk duruşma günü arabadan indirdikleri zaman kalp hastası olan Tahsin Hoca, Necati Paşa, Alparslan Türkeş mosmordu. Biz mahkemeye bitkin bir biçimde girelim diye yaptılar bunu. Fakat aziz gençler İstiklal Marşı okuyarak bizi ayakta karşıladılar. O an ne hissettiğimizi bir düşünün. O 6 saat güneş yemiş, ayakta durmuş, aç, susuz adamlar, her birimiz bir kılıç olduk, hamdolsun.

İkinci ve üçüncü duruşmaya da yine öyle götürdüler, Nevzat Kösoğlu -kulakları çınlasın- “Binmeyelim bu arabaya, bizi süngülesinler” dedi. Dedim ki “Nevzat Bey’in bu yiğit tavrına aynen katılıyorum. Ancak müsaade buyurun ben yarın mahkemede bir konuşma yapacağım.” Şayan-ı şükrandır, Cumhuriyet Gazetesi birinci sayfadan benim fotoğrafımla o konuşmayı verdi. Şöyle diyorum: “Sayın hâkimler, arkanızdaki duvarda ‘Adalet Mülkün Temelidir’ yazıyor. Siz bu salonu terk ettiğiniz zaman buraya bizim alışmadığımız hurra diye seslenen bir askeri birlik geliyor. Süngülü tüfeklerle bizim başımızı çevirip aylardır görmediğimiz çocuklarımıza, eşlerimize bakmamızı bile fazla görüyorlar. Avukatlarımızdan belge alıp vermemize müsaade etmiyorlar ve biz bu salona bir demir kutu içinde getiriliyoruz, penceresi olmayan bir demir kutu. Eğer maksat, bizi bu yolla öldürmekse lütfen size yakışan onur içerisinde bizi bir duvarın dibine dizdirin ve vur emri verin. Biz de yiğitçe bu vatan toprağına düşelim. Ama hem oraya ‘Adalet Mülkün Temelidir’ yazacaksınız, hem de bu vatanı sevmekten başka hiçbir günahı olmayan bizim kadromuzu bir demir kutuyla buraya getireceksiniz. Afrika’nın en vahşi kabileleri bile yakaladıkları canlı bir hayvanı havasızlıktan ölmesin diye kafeslerde naklederken bizi demir kutuya koymak, bir takım mevkide bulunanlara şeref katıyorsa, bu şerefi onlara bağışladık” dedim. Ertesi gün arkadaşlar “Kalk, oğlun oldu” dediler. “Hayrola, ne oğlu yahu?” “Bize de otobüs geldi” dediler. Ama bizim otobüs mestureymiş, camlarına perde germişler!

İçeride arkadaşlarımız çok büyük bir metanet göstermiştir. Bakanlık yapmışız, merasim kıtalarıyla karşılanmışız, ama askerlerin bizimle konuşması yasak. Çocuklarımızı demir parmaklık arkasından görüyoruz, Mamak’ın şartları bizimkinin bin misli ağırdı. Orda bulunan arkadaşlarımız çok büyük çile çektiler. Şehit gidenlere Rabbim rahmet eylesin. Ancak, ben tahliye olduktan sonra davet üzerine Başbakan Bülent Ulusu’nun makamına gittim. Ulusu benden sonra Müsteşar olmuştu. Kendisi çok büyük bir nezaketle beni kabul etti. Benim anlattıklarımı 3,5 sayfa not aldı. Allah Ulusu’dan razı olsun. Mamak’taki gençlerin toplu halde namaz kılabilme iznini Ulusu verdirmiştir. İki; Mamak’a serbestçe Kur’an-ı Kerim girmesi iznini de Ulusu verdirmiştir. İçerde kalan arkadaşlarımızın başta Sayın merhum Türkeş olmak üzere hepsinin demir parmaklık arkasından değil, bir masada oturarak hanımları ve çocuklarıyla medeni bir biçimde görüşmelerinin imkânını yine Ulusu sağlamıştır. Perşembe günleri ziyaret günü, evlerden bir tek çeşit kuru yemek gelmesine müsaade etmişlerdi. Ulusu her gün ailelerden tutukevine yemek gelmesi iznini çıkardı. Şükranla yâd ediyorum. Ulusu bana dedi ki “Agâh Bey ben bunların hepsini not ettim, Konsey Başkanı Evren’e de anlatacağım ve sizin Konsey Başkanımızla konuşmanızı sağlayacağım.” Ama o konuşma bugüne kadar olmadı!

–  Peki efendim, o zaman 12 Eylül darbesinde mahkemelerce yargılanan ve mahkum edilmek istenen Türk milliyetçiliği fikriydi diyebilir miyiz?

– Efendim şöyle, ben Bülent Ulusu’ya savcının büyük bir oyunbaz olduğunu anlattım. Dedi ki: “Ben, savcı milli güvenlik kuruluna yani konseye MHP ile ilgili iddiaları anlatırken oradaydım, dinleyince dehşete kapıldık. Tam teşekküllü ameliyathane, cephanelikler, sandıklar dolusu silah, Genel Kurmay’ı dinleyen teknik donanım vs. anlatılınca konsey hemen dava açın dedi!” Bilmem arz edebildim mi?

12 Eylül darbesi, görevini yapmayan sorumlu komutanların ve siyaset sorumluluğunu idrak etmeyen siyasi liderlerin ortak cinayetidir.

Türk milliyetçiliği fikrini yaralayan bir şuursuzluk yaşanmıştır. Milliyetçilerin suç isnat edilenleri, suçları sebebiyle yargılanmıştır. Savcı bir hukuk katilidir. Genç arkadaşlarımız “Şu savcı benim sırtıma bindi, başıma demir çubuklarla vurarak şu zabıtları imza et yoksa seni öldüreceğim dedi. Ben imzalamadım sonra beni yere yatırdılar. Vücudumun sağına soluna kum torbaları koydular, askerler saatlerce tekmeledi, kan işiyorum feryadına rağmen gençler doktora sevk edilmedi.” dediler. Gençler mahkemeye kelepçeli geliyorlar, tuvalete gittikleri zaman kelepçeli ellerle gidiyorlardı ve çok acıdır, eli kelepçeli bir adam nasıl taharetlenir? Gençlerin yemek yerken yemek tabaklarına bazı subayların ayaklarıyla toprak attıklarını ben gördüm. Üç gence, dört gence bir kaşık veriyorlardı. Biz öğlen yemeklerimizi gençlerin koğuşlarında yiyorduk, af buyurun sidik kokusundan odalara girilmiyordu. Bel kemiklerine devamlı tekme yedikleri için idrarlarını tutmaları mümkün değildi.

Mamak, işkence tarihi açısından dünyada birinci sırayı almazsa ikinci sırayı alır. Bunu Ulusu’ya aynen söyledim. Bülent Ulusu hayatta, temenni ederim hatıralarını yazsa da o da bunları teyit buyursa. Ulusu bu terör olaylarından, Türkeş Bey’in 3,5 ay dişçiye gönderilmemesinden, kalp krizi geçiren arkadaşımızın yürüyerek gitmesinden, POL-DER’li gençlerin Mehmetçikleri dövmeleri sebebiyle 15 tane ülkücü, 15 tane POL-DER’linin yere yatırılıp bir bölük asker tarafından 1 saat çiğnenmesinden fevkalade müteessir oldu. Ne yazık ki 12 Eylül darbesi, görevini yapmayan sorumlu komutanların ve siyaset sorumluluğunu idrak etmeyen siyasi liderlerin ortak cinayetidir.

Necmettin Erbakan Kurban Bayramının üçüncü günü Dil Okuluna tekrar getirildi, ağlıyor. “Hoca niye ağlıyorsun?” dedim. “Agâh Bey çoluğumuzu, çocuğumuzu bayram günü bıraktık, bizi buraya getirdiler” dedi. “E biz Bayramın birinci günü de çoluğumuzu, çocuğumuzu görmedik. Erken seçime peki deseydiniz bunların hiç birisi olmazdı” dedim. Temenni ederim ki Türkiye bunlardan ders çıkarsın.

Ben Türkiye’de bir daha darbe yaşanmaması için dua ediyorum. 60 darbesinin beyni olan Türkeş “En iyi darbe yönetimi en kötü demokrasiden fenadır” demiştir. Biz 60’ta gençtik, yedek subaydık. 80 darbesi omuzlarımızdan geçti. Ne kazandı Türkiye? Keşke Evren Paşa ve arkadaşları sıkıyönetim idaresiyle terörü bitirseler ve böyle lüzumsuz maceralara girmeselerdi. Evren ne diyor? “Beni yargılamaya kalkarlarsa tabancamla intihar ederim.” Bu ne acı bir son!

“Fikri İktidarda, Kendi Tutuklu”

– Efendim darbe sonrasında, size atfedilen “Fikri iktidarda, kendi tutuklu” sözü gerçekten size mi aittir? Öyle ise bununla neyi ifade etmek istemiştiniz?

– Onu ben mahkemede söyledim. Allah selamet versin, Süleyman Bey tahliye olduğumun ertesi günü bizim eve 16 eski Bakanıyla geldi. Kapıda beni kucakladı, oturdu koltuğa, kalktı bir daha kucakladı. Senin mahkemedeki vakarın, yiğitliğin, savunman, bizim duvarlar ezberledi senin savunmanı Agâhçığım falan. “Efendim MHP’nin önde gelen isimlerinden birisi “Siyasi tarih kendisi tutuklu, fikirleri iktidar olan bir kadroyu göstermiyor, o kadro biziz dedi. Demek ki bu darbe bize karşı yapıldı” dedi. Tabi Süleyman Bey’de daima dün dündür, bugün bugündür. Bu normal, ancak işin aslı şu: Benim evimde bir çalışma yapıldı, muhterem eşim şöyle bir dosya hazırladı. Evren Paşa ne demiş? Evren Paşa’nın dediğinden 6 ay önce biz o cümleleri söylemişiz. Türkeş söylemiş, ben söylemişim, Sadi söylemiş, Nevzat söylemiş, Necati Paşa söylemiş. Konseyin diğer üyelerinin ve Ulusu’nun sözlerini. Biz dedik ki “Ya bu konseyin söylediklerini biz söyledik, onlardan çok önce söyledik, memleketin içinde bulunduğu felaketi söyledik, tehlikeyi söyledik, şimdi biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidar.” Bu çok namuslu bir beyandır ve bunun çok namuslu değerlendirilmesi gerekir. Yani darbe bizim lehimize yapılmıştır da neden çileyi biz çektik? Rahmetli Kemal Ilıcak’ın evinden motorlarla karides kızartması gitti, Demirel ve ekibi sağlığını kaybetmesin diye.

Bu da tarihe mal olsun, Türk Yurdu’nda yer alsın diye söylüyorum: Rahmetli cennet mekân Sait Bilgiç ağabeyimle aynı odada kalıyoruz, babamda ne dert varsa Sait Bilgiç’te de o var, aklım çıkıyor. Böbrekleri hasta, kalp yetmezliği var, dişlerini çektirmiş protez olmuş, hiçbir şey yiyemiyor. Romatizması var, pencereden bir rüzgâr esiyor aralardan gelen rüzgâr Sait Bey’in üstündeki battaniyeyi düşürüyor, kalkıp onu örtüyorum. Çok kıymetli, müstesna bir insandı. Sait Bey dedi ki “Agâhçığım bu Demirel’in desteğini almak lazım. Siyaseten Demirel’i bu işe müdahale ettirmek lazım, aksi halde çok yalnız kalırız ve bizi ezerler.” Onun üzerine ben bir mektup hazırladım. Biz onu Allah’ın lütfu keremiyle Demirel’e ulaştırdık. Mektupta diyorum ki “Bu darbe sadece MHP’ye karşı yapılmadı, Türk siyasetine yapıldı. Siz darbe gecesi başbakandınız, bizi bir darbe hazırlamakla itham ediyorlar. Lütfen, Evren’e bir mektup yazın ve deyin ki ‘Ben her gün sivil istihbaratın, askeri istihbaratın raporunu okuyarak bugüne gelmiş bir başbakanım. Ben o raporlarda MHP’lilerin bir darbe hazırladığı yolunda bir noktaya tesadüf etmedim.’ Lütfen, bir savcının kör ihtirasına bir partiyi, bir siyasi kadroyu feda etmeyin. Bu iddianameyi namuslu hukukçulara incelettirin. Bu bizim toplu halde sizden ricamızdır, siz bizleri çok iyi tanıyorsunuz. Biz de sizi çok iyi tanıyoruz. Hiç bir gün size verdiğimiz sözlerden dönmedik, sizi yalnız bırakmadık, siz de bizi yalnız bırakmayın.” Süleyman Bey’den bize hiçbir ses gelmedi. Ben tahliye oldum, o beni kalabalık 16 eski bakanıyla ziyarete geldi. Durmadan iltifat ediyor. “Beyefendi ben de sizi evinizde ziyaret edeceğim ve bu güzel iltifatlarınızı o gün arz-ı cevap edeceğim” dedim.

Sait Bilgiç’in isteği üzerine Demirel’e bir mektup yazarak “Lütfen girişimde bulunun, bir savcının kör ihtirası uğruna bir siyasi parti feda edilmesin” diyerek destek istedim. Ama Demirel hiçbir şey yapmadı. Gün geldi, kendisi de bir astsubaya teslim oldu.

Süleyman Bey’in bir huyu vardır, en önemli meseleleri kalabalıklar karşısında konuşmaya bayılır. Mesela sizinle Avrupa Birliği Türkiye ilişkileri meselesini görüşecek, Sivas’tan gelen takunya heyetini, Konya’dan gelen tenekeciler heyetini de içeriye alır. Tenekeciler aziz insanlardır, takunyacılar da aziz insanlardır. Ama bu meseleyle ilgileri olmamaları gerekir. Ben yalnız görüşmek istediğimi, yine onun korumasına arz ettim. Buna rağmen Süleyman Bey’in yanında Adalet Partisi’nin senato başkan vekili, Adana senatörü vardı. Tabi canım sıkıldı. “Sayın Demirel ne yaptınız benim mektubun üzerine” dedim. Ender anlarda Süleyman Bey’in başı kıpkırmızı olur. “Agâhçığım size bir zarar gelmemesi için hiçbir şey yapmadım” dedi. Beyefendi hayatta çok şükür, temenni ederim o da bu satırları lütfedip okuyacaktır. Sayın Demirel dedim “Bize zarar vermemesi için değil. Etrafınızdakiler dediler ki bırak bu herifleri assınlar, bunların bir milyon oyu da bize gelir. Ama görüyorsunuz benim partim kapandı, sizin de partiniz kapandı. Ben evimden 3 Reo dolusu tomsonlu askerle alındım. Temenni etmiyorum ama bakalım sizi nasıl alacaklar” dedim. Nitekim Süleyman Bey ve ekibi Konseyin bir öğlen radyo bildirisiyle gittiler bir astsubaya teslim oldular. Süleyman Bey Zincirbozan’dan döndü geldi, rahmetli Bölükbaşı ile geçmiş olsuna gittik. Dedim ki “Beyefendi beni evimden 2 yüzbaşı ve 3 Reo dolusu tomsonlu asker aldı, zat-ı âliniz de bir astsubaya teslim oldunuz, aramızdaki fark bundan ibaret.”

– Günümüze de ışık tutması açısından, Türk milliyetçiliği ve ülkücü hareketin 12 Eylül darbesiyle gerçek anlamda yüzleşebildiğine inanıyor musunuz?

– Hayır.

– Bunun nedeninin Türk milliyetçilerinin devlete olan bağlılığı, samimiyeti veya bu sorgulamanın bir kusur olduğunu düşünmelerinden mi kaynaklanıyor? O bağlamda da 12 Eylül 2010’da yapılacak olan bir referandum var. Bu referandumda da mevcut siyasi iktidarın ülkücü hareketten medet umduğunu görüyoruz, 12 Eylül’den intikam alma zamanıdır diye. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

– Efendim arz edeyim. MHP’de olan veya olmayan pek çok milliyetçi var. MHP’de olanlar, genç arkadaşlardık. Ben tahliye edildiğim zaman emekliliğim yoktu, işim de yoktu. Ağır cezalık bir suçla yargılandığım için Seçim Kanunu’na göre devletin bana vermesi gereken müşavirlik görevini vermesi de mümkün değildi. Yurtdışından bir iş teklifi getirdi rahmetli arkadaşım büyükelçi Semih Akbil. Pasaport almam mümkün olmadığı için Cenevre’ye de gidemedim. Ekonomi danışmanlığı yaparak ayağa kalkmaya çalıştım. 14 sene bu odada ekonomi danışmanlığı yaptım, para kazandım. Sonunda da işte bu vakfı kurduk. Vakfın verdiği burslarla bugüne kadar 500 genç üniversiteden mezun oldu. Anadolu’da da 200 yere kitaplık kurduk.

Ne yazık ki Milliyetçi Hareket Partisi’nin sorumlu kadroları bir araya getirilerek bu muhasebe ve muhakeme yapılmadı. Alparslan Bey’in vefatından sonra Milliyetçi Hareket Partisi’nin kahramanca bu davayı savunmuş, Mamak’ta eğilip bükülmemiş kadrolarına karşı akıl almaz bir tavır alındı. Bu tavrı izah etmekte çok zorlanıyorum.

Biz çok çile çektik. Bir günde 25 cenaze kaldırmayı Allah kimseye nasip etmesin. 4 sene mebusluk yaptım MHP’de, gece 12’den sonra telefon çaldı mı ense kökümden belkemiğimin ortasından bir ter damlası inerdi. Ya işkence vardır, ya ölüm vardır, ya yaralanma vardır, ya kan lazımdır, ya ameliyat vardır… Bir gece o kadar çok yaralanma olayı oldu ki kan verecek kimse yok. Ortaokul talebesi -şimdi tıp Doçenti olan Profesörlüğünü bekleyen- kızımı Tıp Fakültesi’ne kan vermeye götürdüm. Yok, artık kan verecek kimse yok. Biz bunları yaşadık. O devrin ülkücü çocukları çok büyük çile çektiler, gençliklerini yaşamadılar. Gençliklerinin baharında ya kara toprağa düştüler, ya sakat kaldılar. Bu odada husyeleri demir çivilere asılarak dizlerine kadar inmiş nice gencin acılı hikâyesini dinledim. Biz bir şerefli tarih mirasına leke düşürmeden, vicdan ve alın aklığıyla siyaset yaptığımıza inanıyoruz. Mamak duruşmaları MHP ve ülkücü kuruluşlar davası onun son halkasıdır. Oradaki bütün aziz arkadaşlarımı ve gençleri şükranla yâd ediyorum, Allah hepsinden razı olsun diyorum. Başımız diktir, alnımız açıktır. Türk milleti bugün içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi de aşacaktır. Büyük bir millettir. Nice büyük evlatlar çıkarmıştır. Yenilerini de çıkarmakta tereddüt etmeyecektir. Önce Türkiye diyen herkese Cenabı Allah’tan başarı niyaz ediyorum.

O kadar acı çektik ki… Annem beni görmeye geliyor, 70 yaşında. Ayağı bir kaydı dil okulunun merdivenlerinde, görüyorum pencereden. Bir baktım ki üstümdeki gömlek sırılsıklam olmuş gözyaşımdan. Hemen gömleği değiştirdim, yüzümü yıkadım. Demir parmaklığın arasından dedim ki: “Anne, eğer ben Yüzbaşı Agâh Bey’in yeğeni -Afyon Karatepe’de yatıyor- Fikri Bey’in de oğluysam, o savcının burnunu dümdüz edeceğim.” Öksürüğümüzü bile banda alıyorlar, dinliyorlar. Hakikaten de Mahkemedeki benim konuşmam bitti, -Erbakan’ın adamları şirket kurdu, bizim savunmalarımızı videoya aldılar, bize de sattılar. Cumhuriyet altınının 5 bin Lira olduğu günde, benim savunmamı bana 118 bin Liraya sattılar. Helal olsun adamlara. Evimi isteseler, evimi verirdim. O tarihi bir belge- Türkeş Bey kalktı, en sonunda boynuma sarıldı rahmetli. “Agâhçığım haysiyetimizi kurtardın, ne kadar güzel hazırlandın” dedi. Ama o kısmı değerli dostlarımız kesmişler!

–          Teşekkür ediyoruz Sayın Bakan, ağzınıza, yüreğinize sağlık.

*Söyleşi: Mustafa Asım MUTLU