Toplumsal hayatın akışına içten baktığımızda, yakın geçmişe kıyasla, mesela 1950’lere, 1960’lara nazaran bir insanî duyarlılık azalmasının var olduğunu görmemek mümkün değil. Peki epeyce İslamî hizmet faaliyeti yapıldı da bu “insanlık azalması” tablosu nasıl oluştu? Cinsi türü görülmemiş suçlar işleniyor. Aile bağları zayıfladı. Muaşeret adabı kalmadı gibi bir şey. Kavga etmeden konuşmuyoruz. Yaşlılar yalnız bırakılıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kimse kimseye sevgiyle bakmıyor. Nezaket ve anlayış tavırları kayboldu. Köşe yazarları bile küfürlü hakaretli polemik üslubu kullanıyor. Biz böyle miydik? Eskiden hepimizde bir sorumluluk bilinci vardı. Bazı ihmallerimizden çok utanırdık, vicdanımız çok rahatsız olurdu… Çok yazdım bunları, uzatmayayım.

1960’lı yıllarda, özellikle ikinci yarısından sonra, gençler ideolojik tepkiselciliğe sevk edildiler. Her kesim kendi yolunun tek doğru yol olduğuna, diğerlerinin tasfiye edilmesi gerektiğine, amaçlarına varmak için militanca davranmalarının uygun bulunduğuna inanmaya başladı. Sihirli formüller, sloganlar kapladı ortalığı. Bu itidalsizlik hali, insanı bozan bir haldir. Ne kadar, nasıl bozulduğunu anlamazsın bile. 1970’li yıllarda bu durum daha da keskinleşti. Ve 1980’de duvara tosladık. Tepkiselliklere (sol sayesinde) bir yenisi icat edilip eklendi: Etnik tepkisellik. 1960 düşünce özgürlüğü değil, ideolojik düşünce esareti getirdi ve insan unutuldu. Ve bu hata dallanıp budaklanarak devam edip durdu. Hem insan ve insanın bütünlüğü unutuldu, hem de insanın bütünlüğünden toplumun bütünlüğüne giden birleştirici gönül bağları lüzumsuz görülmeye başladı. İdeolojik ve cedelci kalıplar sevgilerimizi, sevgisiz olamayan düşünce hakikatini sislerin ardına itince, farklılıklarımızı ihtilaf konuları haline getirip kaşımaya başladık; tepkiselliklerimizi tatmin için yaptığımız bu işi de “düşünüyormuş gibi yapma” görüntüsüyle süsleyip püsledik. Aslında gerçek düşüncenin zahmetinden kaçıp, onun yerine ucuz kolaycılığın “kurcalama” metodunu ikame ediyorduk. İnsanımızı yalnız ve yardımsız bir bencilliğe mahkûm ettiğimizi, “hakikatseverlik, vicdan, şuur, özeleştiri” zenginliğinden yoksun bıraktığımızı kavrayamıyorduk. Fikir planında mesele çözmüyor, mesele üretiyorduk. Sanki manevi-fikri sindirim sistemimiz bozulmuştu; bazı değer ölçülerini, içselleştirip, derin bir idrake ve sürekli bir sorumluluk bilincine dönüştüremez hale gelmiştik. Çeşitli bilgilerimizin artması bizim yaşayışımıza bir şey katmıyor gibiydi.

Herkesin geçmişten kalma bir yarası, bir acısı var olabilir; fakat onlar düşünce dengesini ve sağlığını bozan takıntılar halinde geleceğe taşınırsa, itidalden (binnetice düşünceden) mahrum kalırız ve gerçek kötülüğü kendimize yaparız, büyük mahrumiyet hasarları da asıl o zaman yaşanır. Öyle bir yere vardık ki; mesele çözmek durumunda olan aydınlar, kendi birikmiş nefsani tepkilerinin tatminini öncelikli mesele edinmiş hale geldiler.

“İnsanlarımız okumuyor” diye şikâyet ediyoruz. Peki ne okuyacak? Ben 60 yıldır okurum, okuyamaz hale geldim. Kendimi zorluyorum, mesela Orhan Pamuk’u okuyamıyorum. Daha nice örnek var… Bazı köşe yazarlarını ve yorumları zorla, görevim icabı okumaya çalışıyorum… Bir sahne anlatacağım size… 15 yaşında bir çocuk. O zaman için önemli bir para sayılan 2,5 lirayı vermiş bir dergi almış ve şöyle bir gözden geçirince hayran kalmış. Eve gidecek ama bir vasıtaya binmiyor. Aksaray’dan Karagümrük’teki evine kadar o dergiyi okuya okuya yürüyerek gidiyor. Bu, 1959’daki Türk Yurdu dergisi. Şimdi bu hali, 15 yaşındaki bir çocuk, herhangi bir dergi için yaşayabilir mi? Ne o çocuklar var, ne o dergiler; ne de öyle bir atmosfer.

Eğitimde de neşriyatta (medya) da, insanlarımıza “düşünerek ve severek yaşama”nın manevi kültürel zenginliğini kazandıracak, dolayısıyla toplumu besleyecek birleştirici yardımlar sunamadık, ideolojik darlıkta oluşan kısır döngüler etrafında dönüp durduk. Bugünkü manzara onun sonucudur.