Darbe döneminde sahipsiz kalan müzenin kötü yönetile geldiğini ifade eden Sayın Bakan’ın verdiği bilgiye göre, bazı eserler gerçek olmadıkları bilindiği halde müzeye alınmış, bazı eserler de darbe dönemi ve sonrasında yöneticilik yapan bazı şahıslara hediye edilerek yerlerine taklitleri konulmuştu.

Bu haberin yeni olmadığı doğrudur. 2010 yılında da, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde Hoca Ali Rıza merhumun on üç adet karakalem resminin sırra kadem bastığına, resimleri alanların taklitleri yaptırma zahmetine bile girmeyip yerlerine fotokopilerini koyduklarına, ayrıca beş tablonun çerçevelerinden pervasızca sökülerek götürüldüğüne dair haberler çıkmıştı. Bu haberler üzerine bu köşede yazdığım “Türkiye: Soyguna Açık Müze” (18 Mart 2010) başlıklı yazıda, soygunların Avrupa ve Amerika’daki müze soygunları gibi sofistike planlar yapılarak gerçekleştirilmediğini, çünkü Türkiye’nin bütünüyle soyguna açık bir müze olduğunu, isteyenin istediği eseri kolayca ele geçirip yurt dışına çıkarmanın yolunu bulduğunu ifade etmiştim.

Soygun herhalde Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’yle sınırlı değildir. Bütün müzelerimizin aynı şekilde çok sıkı denetimlerden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ertuğrul Bey’in açıklamasında benim asıl dikkatimi çeken, müzedeki bazı eserlerin 12 Eylül darbesi sırasında ve sonrasında yöneticilik yapan bazı şahıslara hediye edildiğine dair söyledikleri oldu. Bütün darbe dönemlerinin aynı zamanda yağma dönemleri olduğunu artık bilmeyen yok. Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten sonra Yıldız Sarayı’nın uğradığı yağmada devrin kodamanlarının nasıl nemalandığını gösteren listeler yayımlanmıştır.

Bir gün bir vesileyle söz ederim diye not ettiğim bir hadise de, bizde, belli bir tarihten sonra özellikle Osmanlı damgası taşıyan zengin mirasa karşı nasıl duyarsız kaldığımızı, nasıl akılsızca davrandığımızı göstermesi bakımından şaşırtıcıdır.

Bilindiği gibi, Osmanlı Hanedanı’na ülkeyi terk etmeleri için tanınan üç günlük sürede, tarihte benzeri görülmemiş ve görülmeyecek bir müzayede gerçekleştirilmiş, dünyanın dört bir tarafından asırlar boyunca toplanmış paha biçilemeyecek binlerce eşya yok pahasına haraç mezat satılmıştı (4-7 Mart 1924). Aslında buna satış da denemez; çünkü bir parçası bir insanı zengin edebilecek eşyalar, Yahudi, Ermeni ve Rum simsarlar vasıtasıyla el değiştirmiş ve hemen hepsi derhal yurt dışına çıkarılmıştı. Mesela Alman imparatoru II. Wilhelm tarafından Sultan Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’a hediye edilen muhteşem piyanonun otuz beş liracığa Fresko ailesine satıldığı biliniyor. Damat Halit Paşa’nın Kuruçeşme’deki sahilsarayını bezeyen eşyalar -kendisine ayırdığı taşınabilir olanlar hariç- Yahudi Niyegolar tarafından yirmi beş bin liraya satın alınmış. Ertesi gün, başka bir alıcının yetmiş beş bin lira teklif ettiği bu eşyalar arasında yer alan bir satranç takımı -evet, sadece bir satranç takımı- kısa bir süre sonra Hindistan’da beş bin altına satılmış. Yağmanın boyutlarını varın siz hesap edin.

Hemen hepsi aynı zamanda sanatkâr olan hanedan üyelerinin sanata ne kadar meraklı oldukları ve koleksiyonlarının inanılmaz zenginliği düşünülecek olursa, Türkiye müzelerinin neler kaybettiği daha iyi anlaşılır. Tek bir akıllı yönetici çıkıp “Arkadaşlar, ne yapıyoruz? Bunların sahibi hanedan gibi görünse de asıl sahibi millettir? Kimin malını kime satıyorsunuz? Hepsini devlet adına satın alıp müzelerimize koyalım!” dememiş olması sizce de çok tuhaf değil mi?

Cemal Kutay’ın anlattığına göre, Numan Menemencioğlu’nun Paris Büyükelçiliği sırasında bugünkü binasına taşınan elçiliğimiz yeni eşyaya ihtiyaç hisseder ve bunun için 150.000 lira tahsisat ayrılır. Haber duyulunca eski bir vezirin Paris’te yaşayan oğlu, Menemencioğlu’na, bir Yahudi’de Osmanlı Hanedanı tuğrası taşıyan muhteşem sofra takımlarının bulunduğunu, V. Sultan Murad’ın torunu Şehzade Ahmet Nihad Efendi’ye ait olan bu takımların sefaret için satın alınıp alınamayacağını sorar. Konuyu Ankara’ya bildirip olumlu cevap alınca hemen teşebbüse geçen, fakat Yahudi’nin söylediği fiyat karşısında dehşete düşen Menemencioğlu, koleksiyondan sadece altı kişilik bir sofra takımını alabilmiştir. Menemencioğlu, 1924 yılındaki sözde müzayedede ismi çok geçen meşhur Dişçi Sami Günzberg’den söz konusu takım için istenen paranın, satıldığı fiyatın en az elli misli olduğunu öğrenecektir.

Cemal Kutay bunları anlattıktan sonra şöyle devam eder:

“Daha sonra, bazı dedikodular çıkmış, o sırada bazı nüfuzlu kişilerin çok değerli eşyayı ele geçirdikleri söylenmişti. Hadiselerin içyüzlerini bilenler, gerçeği bir filozof baş sallamasına bağlayıp ‘Bal tutanın parmaklarını yalaması her devirde, her ülkede, her zaman rastlanan beşerî bir tecellidir. Neden şaşmalı?’ demişlerdi. Gerçekten, asıl şaşılacak şeyler dururken, teferruata şaşmak yazık değil miydi?”