Kalbinizde saklamak istediğiniz bu sevgili hatıranın, arkanızdaki uçurumda çürüyüp kül olduğunu bir lahza düşündükçe eriyor ve ‘karanlık bir şehrin içinde’ çırpınıyordunuz. O kopuş, ayrılış… Sonra ailenizin lütufkârlıklarına karşı duyduğunuz borçlulukla bezginleşiyor; vicdanınızda fırtınalar kasırgaya dönüyor, kasırgalar kıyamet koparıyor, bu kıyamet bütün düşüncelerinizi tarumar ediyordu. Bir gün babanıza şöyle yazmıştınız: “Diyarbakır’ı terk edeli yirmi gün kadar oldu. Geçmiş ayın bu günlerinde beraber oturup kalktığımızı, yiyip içtiğimizi ve gülüştüğümüzü, mağrur kahkahalarımızın kulaklarımızda uzun müddet manalı çınlayışı, ruhumuza sığmayan ezeli sarhoşluk ve ilahi saadet, sizler, kardeşlerim, akrabalarım, hepimiz birbirinden ayrılmayan bu müstesna tablo da mazi diye karşımda sönmeye mahkûm, zayıf bir mum gibi tüttükçe çıldıracağım geliyor…” Yağmurlu bir gündü ve “Hayalimin ufukları ebedi bir zulmet içinde çalkalanıyor.” diyordunuz.

Bu uzaklıklar içinde aynanın karşısına geçer, çirkinliğinizden, kısalığınızdan adeta şeytani bir zevk duyarak kendinize gülerdiniz. “Ne kadar küçük, ne kadar maskarayım!” Sonra ciddi bir vaziyet takınır ve kendi kendinize bir söylev çekerdiniz: “Sen eğer yaşamış olmak istiyorsan, eğer hakiki saadete mazhar olmak ihtirasında isen, bu gülünç suratından ölmez bir çehre yap… Şimdi haline gülenler, ileride varlığın önünde el bağlasınlar… Şimdi gururunu ayakları altında çiğneyenler, yarın gururunun zirvesine basamak olsunlar. Şimdi seni ölüme mahkûm görenler, bir gün senin ölmeyeceğine iman etsinler…”

O ecnebi mekteplerinin kasvetli duvarları arasında sizi ayakta tutan, intihardan alıkoyan biricik sebep, bu inadınızdı. Bir mefkureniz vardı. Yaşayacağım demiştiniz, yaşayacağım, göreceksiniz! Kardeşinize, ‘Sen bu vaadi şimdiden îfâ edilmiş telakki edebilirsin’ diye yazmıştınız.

Bu dünyanın adamı değildiniz. ‘Bir kapı açıp gitmek’ istiyordunuz. O kapı şiirdi. Şiir, cennetinizdi sizin. Şiirler yazdıkça içinizin büyük sıkıntısı, gurbet, yalnızlık, pişmanlık ortaya dökülüyor ve bunları söyleyip kurtulmakla ayakta kalabiliyordunuz. ‘Azamet ve ihtişam içinde çöken bir saray’a benzetiyordunuz hayatınızı. ‘Bir limana varmadan batacağım’ diyordunuz. Oysa daha 21 yaşındaydınız bu dizeleri yazdığınızda.

Bütün o karanlıklar içinde bunaldıkça, Camii Kebir Mahallesi’ndeki büyük evin hayali imdadınıza yetişiyor ve o hayal ile avunuyordunuz. Orada, günlerden cumadır ve başında bulutlardan beyaz örtüsü, büyükanneniz namaz kılmaktadır. Yine bir gün, orada, annenizin dizlerine başınızı koyup uzun uzun ağlamak isterdiniz, bütün insanların yerine.

İç içe geçmiş gurbetlerin esiriydiniz. Kahkahalar çınlayan eviniz, aileniz, kardeşleriniz… Sonra, ecnebi okullarında kulağınızdan silinip giden ezan ve salâ sesleri. ‘Sahiden bir öbür dünya varsa eğer’ demiştiniz bir şiirinizde. Hangi mel’un şeytandır bilinmez, mazinizi söndürmüştü.

Ve fakat şiiriniz vardı, başarmıştınız. O, bir melek gibi koruyordu sizi. Şiirinizle yaşadınız ve yaşıyorsunuz. Şimdi, doğumunuzun 100. yılında sizi andığımızı bilseydiniz, elbette mes’ut olurdunuz. Mesut olunuz, gururunuzu ayaklar altına alanları hiçbirimiz hatırlamıyoruz bugün. Oysa sizi saygıyla, minnetle anıyor ve yüceltiyoruz. Evet, siz bunu vaat etmiştiniz, vaadinizde durdunuz. 100. yaşınız kutlu olsun.

Daima okurunuz… a.*****@za***.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1046701