[2] Federasyon-özerklik tartışmalarında dikkat edilmesi gereken konu, ne Türkiye’nin kültürel, ekonomik ne de iç-dış politik uygulamaları üzerine alternatif sunumların tartışılmasıdır. Açık ve net bir şekilde Türkiye’nin varoluşunun tartışma konusu yapılmaktadır. Bu ise bir-iki kişilik veya bir-iki milyonluk mensubu olan bir partinin programı içerisinde değerlendirilebilecek bir konu da değildir. Yetmiş milyonluk bir milletin var olma-yok olma sorunu olarak görülmelidir. Başka bir deyişle söz konusu olan, marjinal bir liberal-Kürtçü grubun entelektüel fantezilerini yetmiş milyonluk bir millete dayatılamayacağı gerçeğidir.

Başkanlarını terörist başı Öcalan’ın belirlediği Demokratik Toplum Kongresi’nin çalıştayında ortaya atılan “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli” taslağı Türkiye’nin yaşamsal varoluşu üzerinde önemli tartışmaları da beraberinde getirdi. Aslına bakılırsa çalıştaya katılanlar taslağı sahiplenemedi. “Bizim haberimiz yoktu”, “ortak karar değildi”, “metin değiştirilebilirdi” gibi sözleri yanında üzerinde ittifak ettikleri tek konu vardı; ifade ve düşünce özgürlüğü gereğince metnin tartışılması gerektiğiydi. Çünkü bu aydınlara göre, kabul etsek de etmesek de özerkliğin-federasyonun tartışılması demokrasinin bir gereğiydi. Ayrıca taslağı tartışmak demek kabul etmek anlamına gelmiyordu.

Çeşitli ideolojilere mensup aydınlar, Türkiye’nin herhangi bir sorunu üzerinde mesela, işsizlik, kültür politikaları, AB, dış politikayı detayıyla tartışır ve tartışılmalıdır. Ama tartışılmayan şeyler de vardır. Nasıl ki Müslüman bir insan “ben demokrat bir kişiyim Hz. Muhammed’in peygamberliğini tartışırım” der ve inancında bir çelişkiye düşerse aynı şekilde federasyonu, özerkliği tartışıp biz bütünlüğü, birliği savunuyoruz demek de bir tutarsızlıktır. Şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekir ki, bu tartışılmaz konular bir kişi veya grubu bağlayan konular değildir. Türkiye’de yaşayan bütün bireylerin gündelik yaşamını ve geleceğini etkileyecek bir durumdur. Tartışma bu varoluşumuzu mümkün kılan unsurlar üzerinde yapılmaz. Bir ülkede yer alan bütün fertleri bağlayan veya bağlayacak olan bir girişim hiçbir sebebe binaen özelleştirilemez.

Bugün bazı demokratik devletler istisnai olarak federasyon veya özerklik unsurlarını barındırıyorsa da, egemenliğin tamamen veya kısmen devri anlamına gelen bu unsurlar demokrasinin bir gereği değildir ve bu şekilde sunulmaları bir art niyetin bulunduğuna işaret eder. Demokrasinin doğasında milli birlik ve kimlik başat olgu olarak yer alır. Batılı devletlerin örneklerinden de görüldüğü gibi, bir ülkede milli bütünleşme derecesi demokrasinin sağlamlığını belirler. Diğer bir ifadeyle ancak güçlü bir milli kimliğe sahip olan bir ülkede sağlam ve istikrarlı bir demokrasi var olabilir.

Milli devlet demokrasinin varlığı için en uygun ortamı sağlar. Zira milli devletin vatandaşlık kurumu eşitleyici, özgürleştirici, evrensel insan haklarına dayanır. Milli devletin bu özelliği sosyolojik düzeydeki farklı çatışma kaynaklarını hukuki düzlemde işlevsizleştirir. Milli yurttaşlığın amacı bireyler arasında eşitliğin sağlanmasıdır. Milli devlet, bireylerin eğitim, kültürel, sosyal, ekonomik ve diğer imkanlarından eşit olarak faydalanabilmesine ortam hazırlamaktadır.

Tarihi tecrübeyle de sabit olmuştur ki, başta etnik olmak üzere dini, cinsel, kültürel farklılıkların demokratikleşme adına çok-kültürcülük ve anayasal vatandaşlık gibi yaklaşımlarla aşılma girişimi başarılı olamamıştır. Tam tersine, milli devletin bünyesindeki eşit statüdeki yurttaşların sahip olduğu hakların bireyden alınıp etnik-kültürel kimliklerle ikame edilmesi, vatandaşlar arasında eşitliğin değil, farklılığın vurgulanmasına sebep olacak ve çatışmalara sebep olma potansiyelini her zaman taşıyacaktır. Zaten demokrasinin milli devletle bir gelişme imkanı bulması demokrasinin özündeki eşitlik ile açıklanabilir. Farklılıkların belirleyici olduğu bir toplumsal yapıda uyum, dayanışma, birlik gibi olgulardan bahsedilmez. Toplumda mevcut ve çeşitli kaynaklardan neşet eden çatışmaları en aza indirmek, işlevsizleştirmek, ortak bir aidiyet inşa etmek gerek beşeri ve gerekse ilahi kökenli bütün siyasal-toplumsal projelerde öncelikli hedeftir. Yani demokrasi toplumu parçalara ayıracak farklılıkları meşru görmez. Bu önermeye bağlı olarak bir partinin, grubun, kişinin keyfine göre “bütünü” bağlayacak ve etkileyecek konular tartışmaya açılamaz. Çünkü devlet ve ülke, insan olarak varoluşumuzu sağladığımız bir mekandır.[3]

Sonuç olarak, Neil Armstrong’un Ay’a ayak basınca sarf ettiği meşhur sözü “insan için küçük, ama insanlık için büyük bir adım” deyişini özerklik ve federasyon tartışmaları yani özünde egemenliğin paylaşılması tartışmaları şimdilik küçük, ama ilerisi için dev adımı olacak olan adımlardır. Yaptıkları her eylemi ve ağızlarında çıkan her sözü de demokrasinin kuralı olarak sabitleyen “sözde liberal” aydınların öncelikle kendilerini demokrasinin peygamberi olarak görmekten vazgeçmelidirler. Çünkü demokrasi bir inanç değil bilgi ve bilinç temelli bir eylemdir. Türkiye’ye İngiltere modeli mi, ABD modeli yoksa İspanya modeli diye federatifleşmesi yönündeki öneriler demokrasinin bir göstergesi değildir. Demokrasi farklılıklara dayanmaz. Birliğe dayanır. Çok kültürlülüğü ilk olarak siyasette uygulamaya getiren Kanada’da çok-kültürcülüğün ne anlama geldiği incelendiğinde görülmektedir ki, çok-kültürcülük Kanada milli kimliğinin inşasının merkezi unsurudur. Türkiye’de ise çok kültürlülük ne hikmetse milli kimliğinin parçalanması olarak sunulmakta ve idealize edilmektedir. Son söz olarak şayet bu ülkede gerçek bir demokrasiden bahsetmek gerekiyorsa öncelikle aydınların eylem ve söylemleri arasındaki uçuruma bakarak samimiyeti ve amacı sorgulanmalıdır.

[1] Konuyla ilgili bir yazısında Ahmet Selim, “ Hayata bakalım biraz… Bir insan bir başkasına karşı her türlü ihtimalden söz edebilir mi? Bize “söz edemez” diye öğretmişlerdi. Üstelik bazen, doğru da olsa söz edemez. Mesela birine “benim evimden bir şey çalındı, senin çaldığın görüşündeyim” diyebilir misiniz? “Senin eşin hafifmeşrep bir kadın” diyebilir misiniz? “Sen ortağına hile yapıyorsun” diyebilir misiniz?”, diyerek önemli bir noktaya dikkat çeker. Ahmet Selim, “Özgürlük, hukuk, ahlâk, âdap”, Zaman, 30 Aralık 2010.

[2] Bu durum aslında katılımcı aydınların ahlaki tutumu açısından sorunlu bir davranış biçimidir. Tertip komitesin yayınladığı toplantı sonuç bildirisi katılımcıları da bağlayacak niteliktedir. Zira bu metin, katılımcıların bildirilerini sundukları ve görüşlerini açıkladıkları bir toplantının sonuç bildirgesiydi. Şayet bu metin kendilerinden habersiz yayınlanıyorsa ve formel açıdan kendilerini de bağlıyorsa çalıştay düzenleyicilerin kınanması gerekiyordu.  Bu aydınların terörist başı Öcalan’ın kurdurduğu bir örgütün toplantısına katılıp sonra da ortaya koydukları tavra bakınca, Gazzali’nin, evladına “yediği haram olduğu için sofrasına oturulmasını, konuştuğu yalan olduğu için de sohbetinde bulunulmasını” yasakladığı “zalim siyasilerin” yerine rahatlıkla “zalim aydınları” koyabiliriz. Bilgi üretme eylemini gerçekleştirenlerin davranışlarında tutarlı, fikirlerinde samimi, duruşlarında dik olması arzulanır.

[3] Paylaşılmak istenen “egemenlik” ise, Durmuş Hocaoğlu’nun ifadesiyle, namustur. Nasıl ki biraz namuslu olunamazsa biraz egemen de olunmaz. Ya vardır ya yoktur. Bu yüzden egemenliğin paylaşılması da söz konusu olmaz.
http://www.haberiniz.com/index.php?option=com_content&view=article&id=22407:federasyonu-tartmak-demokrasinin-gerei-midir&catid=147:spor&Itemid=172