Bizde sözüm ona aydınlar bilimle dinin karşı karşıya iki fenomen olduğunu zannederler; cahillerin dindarlığından, okula gitmişlerin ilme inandığından söz ederler. Bu kanaat bize Batı’dan intikal etmiştir. Rönesans’ın ilk yüzyıllarında, bilimin Hıristiyanlığın karşısında zaferler kazandığı dönemden kalma telakkidir; çünkü o zamanlar bilimle hemhal olanlar inanca karşı tavır alıyor, dindarlar azalıyordu.

Dinin ana mihrakı bir yaratıcıya inanmaktır. Yaratıcıyı inkâr, ispat etmekten çok daha zordur. Buradaki hikmeti herhalde imanın gaybe olmasında aramalıyız. Aklı yerinde olan bir insan yaşadığından şüphe etmez; kendi cinsinin, içinde yaşadığı evrenin başlangıcı olması gerektiğini düşünür; mevcut bilimlerle de bu evrenin anlaşılamayacağını teslim eder. Bir kişinin bir evde doğup yaşadığını ve öldüğünü farz edelim. Evin dışına hiç çıkmamışsa, onu dışarıdan idrak edemez. Biz de onun gibi bir evrende doğuyor, büyüyor, ölüyoruz; evrenin dışına çıkma şansımız yok. Dolayısıyla evreni dışarıdan görmek, kavramak imkânından mahrumuz. Söz konusu hususta biricik rehberimiz mukaddes kitaplardır. Müspet bilimler geliştikçe, İncillerdeki hatalar anlaşıldığından, varoluş konusu Batılı bilginlerin nezdinde şüpheli hale geldi. Zamanla kronikleşen bu şüpheden kurtulmak için Batılı aydınların bir kesimi nihilizmi, yani hiççilik yolunu seçti. Yaratıcının varlığı ve yokluğu bizi ilgilendirmiyor, demek zorunda kaldılar. Bu hususu göz önünde bulunduran Nietzsche kendisinden sonra nihilizmin çok yaygınlaşacağı kanaatindedir; tahmini doğru çıkmadıysa da nihilizm Batı’da ciddi bir cereyan haline geldi. Sözünü ettiğimiz bu telakki dünyevi ve uhrevi kutsal kavramların içini boşaltmakta, ferde tutunacak dal bırakmamakta ve onu tehlikeli bir ortama sürüklemektedir. Nitekim Paul Valery nihilistti; böyle önemli bir idrak hayatın yükünü çekemez duruma gelmiş, intihara teşebbüs etmiştir. Ateist, şuurlu bir yaratıcının yerine kör bir tabiatı koymakta; “varlığı yaratan, varlığın ihtiyaç duyduğu kuralları koyan da o” demektedir. Şuur altlarında kendilerini aldattıkları yatsa da, yine de varlıklarını izah etmek gayretindedirler; hiç değilse böylece tutunabilecekleri hususa kavuşmaktadırlar.

İlim akla, din imana, sanat hayale dayanır; bunların arasında çelişki aramak yanlıştır; hatta bu üç fenomen kesiştikleri noktalarda birbirlerini beslerler. Mesela Kur’an’da bir vesile ile evrenin genişlediğine temas edilir; bu gerçek son yıllarda ilim tarafından ispat edildi. Bu açıdan bakınca ilim geliştikçe dini beslemekte, ilme ufuk açıcı işlev gören din aynı zamanda sanata derinlik katmaktadır. Dünyanın bütün büyük sanatkârları dindardırlar. İlmin özelliğinde analiz, ayrıntıyı tespit vardır; din meselelere bütüncül bakar. Dinle ilmin birbirinden kopukluğu ilmi çaresizleştirir; ilimden mahrum olan dindarın hayat telakkisi sığlaşır. Bunun için İslamiyet ilme aklın alamayacağı kadar vurgu yapar. Müspet bilimlerin bizatihi hedefleri yoktur; onların itici gücü merak unsurudur. Maddenin sırlarını gün ışığına çıkarmak, tabiat kuvvetlerinin üzerinden perdeyi kaldırmak, sebeplerini izah etmektir. Teknik, müspet bilimin çocuğudur. Din ile ilmin arasındaki ilişkiyi Einstein şöyle ifade eder: “Hedefi din belirler, fakat hangi vasıtalara başvurulması lazım geldiğini ilimden öğreniriz.”

Hayatın bu üç temel kavramının gayeleri de farklıdır. İlim gerçeğin, din iyinin, sanat güzelin peşindedir. İlim realitenin analizini yapıp sebep ve sonuçlarını ortaya koyarken din kıymet hükümlerini yerli yerine oturtur. Vicdan, izan, hak duygusu, utanma hassası ve benzeri insani özellikler söz konusu oldu mu, ilim sükut eder, din devreye girer. Bu insani kavramların lüzumunu, hayatta oynadıkları rolleri sanat işler. Sanattan mahrum olan bir cemiyeti bekleyen felaket de ilmin konusudur.

Sanat ruhi bir faaliyettir, insan, ruhunun ürününü ancak sanatla ortaya koyar; aynı zamanda ruh dünyası onunla beslenir. Müspet bilimler tekniğe yansıdıkça insana güç verir; ama o insan din duygusuyla kontrol altına alınmazsa, cemiyet için azgın domuzdan daha tehlikeli olur. Dolayısıyla din, ilim, sanat bir cemiyetin muhtaç olduğu temel kavramlardır. Bunlara sahip olan cemiyetler sadece kendilerini güvence altına almazlar; aynı zamanda geleceğin tarihini yazmaya da adaydırlar.