Bilmeyen insana ne mutlu: Cehâlet insanı cessur kılıyor. Haklısınız, evet, eli kalem tutan herkes yazıyor; ama ne yazıyor? Profesörlerinin bile “-de”, “-da” eki nerede apostrof ile, nerede tam bitişik ve nerede ayrı yazıldığını bilmediği, ve yine aynı akademisyenlerin (?), “Ergenekon bir Türk efsânesi değil bir Moğol efsânesidir” demekten hazer etmediği bir memleket burası. Yine haklısınız, yazmayalı çok oldu; bu, Türkler’e, bu ülkeye adını veren, O’nun her kahrını çeken, ama şimdi elinde tutamazlaştığı, kendisine – hem de çok kaba bir şekilde – meydan okuyanlara daha bir üst perdeden meydan okuma ile cevap veremediği, Kürd’ün önünde boynu eğilen, bileği bükülen ve her gün suratlarına tükürülen Türkler’e duyduğum öfkedendir. Bu sebebe binâen yazmadım, uzun zamandır. Fakat, Mustafa Beğ’e hitâben yazdığım bir önceki açık mektubumda da söylediğim gibi, hiçbir faydası dokunmasa da, tek bir kişi dahi okumasa da, sırf indallahdaki mes’uliyetimden ötürü, sırf Yerin Göğün Yaradanı, Din Günü’nün Sâhibi, hesap için ayağa kalktığımızda, bana, “Biz ki, Habîbimize, “senin ümmetinin ilim adamlarının – kendimi hâşa “âlim” ünvânına lâyık addedemediğim için “ilim adamı” bile demekten hazer ediyorum – kıymeti benim indimde şühedâdan daha yüksektir” meâlindeki hadîsin ilhâmını verdik, sen nasıl vazîfeden kaçarsın ey kulum Durmuş! İlmin sana mes’uliyet yüklüyor, sen ilmin nâmûsunu nasıl kirletirsin ey kulum Durmuş! İn şimdi esfi’s-sâfilîne!” dediğinde O’na verecek adam gibi bir cevabım olması için yazacağım ve ayrıca, bana bu vatanı tertemiz teslîm eden ecdâda karşı ödenmez sadâkat borcumdan ve kendilerine tertemiz bir vatan teslîm etmekliğim Allah emri gibi farz olan ahfâdıma karşı vazîfemden ötürü yazacağım. Bir de şu aralar ağırlıklı olarak akademik çalışmalarım üzerine biraz fazla yoğunlaştım; ama bu çalışmalar hiç bitmez, onunçün, ankarîbüzzaman, yazacağım bu sebeple.
 
Yine haklısınız, İsmail Beğ; evet, eli kalem tutan herkes yazıyor; ağzı olan herkes konuşuyor. Ama ne konuşuyor? Meğerse bu ülkede ne kadar da dâhî siyâsî analist varmış; hezâr hayret! Hayret ki, ne hayret! Meselâ, herkesleri aldı bir “12 Eylül Analizi”; amanallahım! Cehâlet kanatlanmış uçuyor. İnanınız bana, bu sözde analizlerin içinde doğru olan hemen-hemen tek bir tânesine bile rastlamadım; hemen-hemen tek bir tânesine bile!. Öyle analiz müsveddeleri ki, hepsi birbirinin aynı; bir tânesini dinlemek ve/veya okumak kâfî; hepsini okumuş veya dinlemiş gibi oluyorsunuz. Öyle analiz müsveddeleri ki, bugüne kadar lehlerine tek satır yazı yazmadığım askerlere beni avukat tâyin ettirecekler. Hâlbuki “asker”in asıl olarak sîgaya çekilmesi anşart lâzım gelen husus ve sorulması anşart lâzım gelen suâl başka:
 
“Siz niçin kılıç çekeni kılıçla düşüremediniz? Noksanınız ne idi? Ne istediniz de bu millet size vermedi? Türk’ün boynu sizin yüzünüzden eğildi; bileği sizin yüzünüzden büküldü! Sizin yüzünüzdendir ki, artık git-gide daha çok sayıda Türk insanı, “hepsi kurmay kökenli generallerin yönettiği milyonluk ordu bile birkaçbin çeteciden müteşekkîl PKK karşısında acze düştüğüne göre, artık bu işi daha fazla uzatmanın mânâsı kalmadı; PKK ile mi görüşülecek, görüşelim; ne istiyorlarsa pazarlık edelim de bu iş bitsin, illallah!” demeğe başladı.
 
Kılıç çekeni kılıçla düşüremeyince, er veya geç, ama muhakkak ve mutlaka bir gün, o kılıcın sâhibiyle masaya oturacağınızı bilmiyor muydunuz?
 
İşte şimdi Hükûmet’in yaptığı da bu ve bunun müsebbibi de sizsiniz!
 
Bir Sri Lanka kadar bile olamadınız!
 
Gazi Paşa, farzı muhâl, geri dönse, sizi ne yapardı acaba; tahmîn edebiliyor musunuz?”
 
Askerlere sorulacak asıl sual bu! Ama soruldu mu? Hayır! Birkaç cılız ses işittim, o kadar! Sulu-sepken göz yaşları ve sâde suya tirit, cıs-cıvık demokrasi “söylem”1eri!
 
Ya Soğuk Savaş? Soğuk Savaş şartlarını nazarı dikkate almayan bir 12 Eylül analizi nedir? Bir hiçtir, hiç! Hiç kere hiç!
 
Ya hele – hadi solcuları anladık diyelim – ya o “liboşlamış” milliyetçilerin Deniz Gezmiş göz yaşları? Ben o günleri bizzat yaşayanlardanım; evet, Deniz Gezmiş adam öldürmedi, ama PKK onların kanatlarının altında kuluçka dönemini ikmâl etti! Ya o Fatsalı Terzi Fikri’lerin “Fatsa Komünü”? Ecevit’in “toprak işleyenin su kullananın”, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganları? Ne demek oluyordu bütün bunlar? Yoksa hakîkaten bu ülkenin insanında hâfıza yok mu? Bunları masaya dökmeden 12 Eylül nasıl anlaşılır, azîzim? Evet, muhtemelen asker “ihtilâl şartlarının olgunlaşmasını” bekledi; ama çalışmayan, işlemeyen, yönetemeyen, aylarca bir cumhurbaşkanını seçemeyen “demokratik meclis”? O ne oluyor, o?
 
Demokrasi bu kadar basit bir şey mi?
 
Hayır!
 
Demokrasi karmaşık bir sistem, zor bir sistem, pahalı bir sistem, bedeli yüksek bir sistem; çünkü bir “fazîlet rejimi” olma iddiasında ve yine çünkü kendi kendini yönetebilme ehliyet ve liyâkatini hâiz kaliteli bir insan topluluğunu âmir. Böyle bir insan topluluğu yoksa, Demokrasi çürür ve Demokrasi’nin çürümesi de Oklokrasi’yi yaratır.
 
İşte Durmuş Hocaoğlu yazınca bunları yazacak.
 
Yazayım mı; ne dersiniz?
 
İsmail Beğ; anaokulu veya buna mümâsil bir okulda bir öğretmenin öğrencilere verdiği “fakirlik” konulu bir kompozisyon hikâyesinde, her öğrencinin, yaşına göre mâkul sayılabilecek cevaplarına karşılık, bir zengin çocuğunun, kendisi için mânâsını hiç bilmediği bir ‘ses’den başka bir şey olmayan “fakirlik”i, “Bir aile vardı, öyle fakirdi, öyle fakirdi ki, anne fakirdi, baba fakirdi, çocuklar fakirdi, hizmetçiler bile fakirdi” diye yazması gibi, her hâlde, ileride Türkiye de, “bir zamanlar bir ülke vardı, öyle câhildi, öyle câhildi ki, işçileri câhildi, köylüleri câhildi, okumayanları câhildi, okuyanları câhildi, hattâ âlimleri bile câhildi; çöküşü de câhillikten oldu” diye kayda geçecek. Sığlık bu mertebede.
 
İsmail Beğ kardeşim; ya o “etnik problem” analizleri! Sığlık öylesine yaygınlaştı ki, akıllara ziyan.
 
Meselâ, sözde “milliyetçi, akademisyen ve münevver” zatlardan şöyle kerâmetler işitiyoruz: “Anadolu’yu berâber fethettik, Çanakkale’de berâber şehit düştük, İstiklâl Harbi’ni berâber kazandık, Cumhuriyet’i berâber kurduk” vesâire… Sonra? Sonrası şu: “Biz nasıl ayrılırız be kardeşim!” Evet, haklarını yemeyelim, bozuk bir saatin bile günde iki defa doğru zamânı göstermesi gibi, bu tezin de içinde bir nebze doğruluk var, ama sâdece ‘bir nebze’: Bozuk bir saatin günde iki defa doğru zamânı göstermesi kadar; daha fazla değil. Ve rezâlet şurada ki, madde bir, bunlar yalan-yanlış bilgiler, o dediklerinin hiçbirisi olmadı; madde iki, o zaman, “mâdem her yerde berâber idik; Malazgirt’te berâber, Çanakkale’de berâber, Dumlupınar’da berâber, Cumhuriyet’in kuruluşunda berâber ve ilââhir…; o hâlde, neden her yerde Türk’ün adı var da Kürd’ün adı hiçbir yerde yok” deyû suâl edenlere ne cevap verecek “milliyetçi, akademisyen ve münevver” zatlar?
 
Bu ne sığlık beğ kardeşim; adamlar oturmuşlar, ciddî-ciddî, etnik meydan okumayı “demokrasi” ile çözmekten bahsediyorlar. İnsan utanır, yâ hû! Demokrasi, aynı bir toprak parçası üzerinde hak iddia eden iki farklı “demos” arasındaki siyâsî ihtilâfı çözmez, çözemez; demokrasi, mâhiyeti gereği, kendi içinde mütecânis bir adet “demos”u âmirdir. Demos “bir”den ziyâde olursa, ihtilâf yine çözülebilir, ama demokrasi ile değil.
 
Ne diyorlar bir de? “Eşit vatandaşlık”! Ne olacakmış eşit vatandaşlık olunca? Her türlü dert bitecekmiş. İyi de ne demek “eşit vatandaşlık”? Bir defa, “vatandaşlık” ne demek ve “vatandaşlık hak eksenleri” ne demek? Ve kezâ bütün patırtıların kaynağı olan “siyâsî hak ekseni” ne demek? Mâdem ki eşit vatandaşlıktan bahsediyoruz, Başbakan’ın dilinden düşürmediği “etnik mozaik”in her birisinin, adının defteri uşşâka kaydedilmesi talebini nasıl karşılayacaksınız? Hayır derseniz, “neresi bunun eşit vatandaşlık?”; evet derseniz, “neresi bunun Türkiye?”
 
***
 
İsmail Beğ; “Evet” –” Hayır” oyununda fikrimi soruyorsunuz; kısaca şöyle söyleyeyim: Askerî diktatörlüklerin diktatörlük olduğunu herkes bilir, çünkü zâten askerler bilinmesini isterler, onun için herkesin gözüne-gözüne sokarlar. Asıl tehlikeli olan sivil diktatörlüklerdir. Askerî diktatörlük “sert güç”tür, kabaca meydan okur ve herkes de âyan beyan görür, müseccel ahmaklar bile anlar; sivil diktatörlük ise “yumuşak güç”tür, hissettirmez, onun için de ancak derin bir bakışla farkedilir ve o derin bakış da “kitle-adam” da yoktur; zâhiren bütün demokratik müesseseler çalışmaktadır, ama birşeyler vardır ki, tıpkı “Onüçüncü Kat” (The Thirteenth Floor) filminde olduğu gibi, sizi sarar ve kuşatır ve yaşarsınız, birşeylerin farkına varmadan; ancak, uç noktalarına kadar giderseniz, birşeylerin bittiğini ve gerçek dışı bir âlemde yaşamakta olduğunuzu farkedersiniz. Lâkin, kitle-adam (mass-man) denen ve cemiyetin ezici ekseriyetinin ezici ekseriyetini teşkîl eden insan(cık)lar derin bakışlardan mahrum oldukları gibi, uç noktalara gitme arzu ve irâdesinden de mahrumdurlar; minicik havuzlarda veya akvaryumlarda yaşayan süs balıklarının bir havuzda veya akvaryumda yaşadıklarını farkedememeleri gibi.
 
Böyle bir sanal demokrasi âleminde yaşamak istiyorsanız “evet” deyiniz.
 
Zannederim, cevabımı söylemiş oldum.
 
Ne yazık ki, “hayır” derken, “Genel Af” isteği ile cilâsı çok çabuk dökülen ve İktidar’ın elini fevkalâde güçlendiren Kılıçdaroğlu ile, muvakkaten de olsa, aynı safta duruyor gibi görüneceğim; Allah affeder inşaalah. Hayır, muhakkak ki eder: Çünki, kalbimi biliyor nasıl olsa.
 
Hâsıl kelâm et, İsmail Beğ, ağzı olan herkes konuşuyor! Aslında, felsefede, Platon’dan bu yana, bilinmektedir ki, düşünmek ve konuşmak bir aynı şeydir; ama öyle anlaşılıyor ki, “Türkiyeliler” bundan müstağnî kılınmıştır! Farklı bir evrim zincirinin ürünü olduğu için henüz evrim tablosunda bir yere oturtulamayan bu garip yaratıkların konuşuyor olmak için düşünüyor olmaklığa hiç ihtiyaçları yok.
 
Hâmiş:
 
Haziran’ın 21’inden bu yana ilk defa olarak bu köşede bir yazı neşrediyorum. Şu ânda 1 Eylül, Salı sabahı, saat on’u geeçiyor; gece yarısı çalışırken postalarıma şöyle bir bakayım dedim ve mektubunuzu gördüm, kısa bir cevap vereyim diye düşünürken mektup uzadıkça uzadı ve ben de okuyucularımla paylaşmağa karar verdim; umarım bağışlarsınız. Birkaç saatlik bir uykudan sonra tekrar çalışma odama kapanıp, kapsamlı bir ders notu olarak bitirmeğe çalıştığım, ama aslında kitaba dönüştürmek niyetinde olduğum, “Fizik ve Matematik Felsefesine Giriş” üzerindeki mesâime devam edeceğim. Ondan sonra da, çok kadîm bir dosta, Mete Aksoy’a hazırladığım çok kapsamlı bir mektup var, onun üzerinde çalışmayı düşünüyorum.