Bu yola başvurmayanlar ise önlerinde duran hakikate gözlerini kapayıp dünyayı yeniden keşfetmek zorunda kalırlar. Şunu da ilave etmek gerekir ki, nasıl dağlardan çöllere doğru rüzgâr eserse, güçlü, gelişmiş medeniyetlerden zayıflara doğru hayat unsuru öyle akar. Bunlara karşı koymak Don Kişot’un değirmenlerle savaşına benzer; imkânsızın peşinde koşmaktır. Aslında hiçbir millet gözünü dünyada olup bitenlere kapamamalıdır; kaparsa yapılan hamlelerin dışında kalır; gözlerini felaketin dibinde açar. Fosilleşmek o milletin kaderi olur. Dünyanın şartları da böyle sosyal varlıklara hayat hakkı tanımaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Fakat taklit devlet politikasına dönüşünce işler değişir; milletin ruhu mengenenin cenderesine düşer; bu yok olması demektir. Ruhunu kaybettikten sonra o millet ne ile görecek, hissedecek, karar verecektir…

Muhakkak ki eğitim ve öğretim kurum-ları dünyaya açık olmalıdır; oralarda bütün gelişmeler okutulmalı, mahiyeti, sebepleri ve metotları üzerinde durulmalıdır. Ama bunların asıl görevleri kendilerine has değerlerin üzerinde yükselen milli şahsiyetin güçlendirilmesi olmalıdır.

Sosyal bilimler cemiyetin ruhunu analiz ederler; sanat da onu kuvvetlendirir. Analiz edilip kuvvetlendirilen ruh zaten kabına sığmaz; dünyaya açılır. Nerede kendisine yarayan sosyal bir figür bulursa, yitiğini bulmuş gibi alır. Onu uygun hale getirip sosyal bünyesine katar. Roma, Osmanlı gibi bütün büyük medeniyetler böyle günışığına çıkmışlardır.

Sosyal bilimlerin gayesi milli bünyeyi ele almaktır; arazları varsa onlardan kurtulmasını sağlamak, gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu konuda onun en büyük yardımcısı roman, hikâye, şiir gibi sanatlardır. Bu sanat dallarının işlevlerini görmesi milli ruhla ilişkili olmalarına bağlıdır; aksi takdirde hiçbir anlam ifade etmezler. Abdülhak Hamid’in şiir yeteneği göklere çıkarılır; ama yazdığı trajedilerden birisi dünyada, hatta memleketimizde etkili olmuş mudur? Belki Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”si onun yazdıklarından çok daha ilkeldir. Fakat Namık Kemal’in eseri oynandığı zaman İstanbul halkı ayağa kalkmıştır; çünkü eseri milli ruha dayanıyordu. Hamid’in eseri ise Batı romantizminden ibaretti; halbuki bakışlarını tarihimize çevirip işleyeceği olayları, tipleri oradan seçseydi çok daha etkileyici ve orijinal eserler ortaya koyabilirdi. Yazdıkları da milli ruhumuzu güçlendirirdi.

Halid Ziya, edebiyatımızın köşe taşlarından biridir. Onun başeseri sayılan Aşk-ı Memnu’yu Nurettin Topçu Hocamız şöyle değerlendirmektedir: “Batı edebiyatı realizme açıldı; onu da taklide karar verdik. Servet-i Fünuncuların soluk benzi, hasta bir vücuda eklenmiş taklitçi simalardır. Flaubert, Madame Bovary’i yazar; bir kasabalının aile hayatında açılan yaraya dokunmakla Fransız ruhunun gelecek asra da miras kalabilecek sefaletini canlandırır. Halid Ziya Uşaklıgil Aşk-ı Memnu’unda bu eseri kopya etmek ister, elinde bir iskelet, bir kelime yığını, cansız bir şişirme kalır. Bu da taklidin cezasıdır.” Zaten edebiyat dünyasını göz önünde bulundurarak bu iki eserin etkisini değerlendirirsek fark açıkça ortaya çıkar. Düşünce ve sosyal bilimlerde de taklitçi olmamız haklı bir şekilde Nurettin Topçu’yu rahatsız etmektedir: “Batı düşüncesi pozitivizmi ortaya koydu; biz hemen, dokunduğundan başkasına inanmayan körler gibi pozitivist oluverdik. Abdullah Cevdet, Baha Tevfik bu fikirden neşet ettiler. Her milletin sosyal bünyesi değişiktir; dertleri farklı noktalardan neşet eder; çareleri de aynı değildir. Bunları hiç düşünmedik. Durkheim’in öncülük ettiği sosyoloji ekolünün görüşüyle milli mütefekkirimiz Ziya Gökalp dertlerimize çare bulmaya çalıştı.

Sanatta taklitçi ve yerli olmanın farkının önemini Yahya Kemal’de belirgin şekilde görüyoruz. Batı’nın tesirinde yazdığı şiirlerle “Mektepten memlekete döndüm” dedikten sonra yazdıklarının bir olmadığını şu iki örnekte açıkça görmekteyiz: “Sicilya kızları üryan omuzlarında sebû;/ Alınlarında da çepçevre gülden efserler,/ Yayar bu mahfile asabı gevşeten bir bû/ Ve gözleriyle derinden bakar gülümserler/ Sicilya kızları üryan omuzlarında sebû.” Batılı, hatta Yunani anlayışla yazdığı bu şiiri değerlerimize yöneldikten sonra insanı yüreğinden yakalayan “Itri” adındaki şiiriyle nasıl mukayese edilir: “… Fethedilmiş uzak diyarlardan,/ Vatan üstünde hür esen rüzgar,/ Ses götürmüş bütün baharlardan./ O deha öyle toplamış ki bizi,/ Yedi yüz yıl süren hikâyemizi,/ Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.”

Milli bünyesinden ve mazisinden kopan milletlerin yaşadıkları görülmemiştir. Birisi şahsiyetini, diğeri hafızasını elinden alır. Ayrıca böyle bir sosyal varlık yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur…