Bu meseleyle ilgili ilk yazımın üzerinden yıllar geçti, hâlâ zaman zaman konuyu yeniden ele almak zorunda kalıyorum. Türkçenin güzel deyimiyle, “dilimizde tüy bitti” demeyeceğim. Kısaca izah etmeye çalışacağım.
Milliyetçilik; en sade anlatımıyla, bir milletin haklarını ve değerlerini savunmak demektir. Milletin hakları, dünyada milletler ve milli devletler sistemi geçerli olduğu için, elbette ki dünya sistemi içinde savunulacak bir konudur. Milletin değerleri derken de, iki önemli alandan, maddi ve manevi değerlerden bahsetmek gerekir. Milletin en önemli maddi varlığı, ülkesi yani vatanıdır. Manevi varlığı ise, sahip olduğu kültür yani ona millet kimliği kazandıran inançlar ve tarihsel birikimdir.

Hangi millet?

Dikkat edilirse burada ne bir ırk ne bir etnik kimlik söz konusudur. Bu durum, millet yapısı içinde çeşitli etnik kimliklerin, çeşitli kabile, aşiret, klan gibi toplumsal formların yani farklılaşmış unsurların varlığını ortadan kaldırmaz. Millet içinde bu farklı yapılar, mevcudiyetini devam ettirir, millet bunların üstünde, belli şartlar içerisinde ortaya çıkan bir birliktir.

Tarihsel olarak, büyük imparatorluk geleneğine sahip olan toplumlar, etnik olarak din, mezhep gibi çeşitli farklılıklar içinden ortak bir yaşam alanına, ortak bir hayat tarzına yöneldikleri zaman, milletleşme süreci başlar. Ortak paydalar ekseninde, milletleşme süreçlerini yaşamakta olan toplumlar, imparatorluklar çağının bitimiyle bu toplumsal süreçlerden, siyasal bir sürece, milli devletlerin doğuşu aşamasına yönelirler ve yeni bir çağa, milli devletler ve milliyetçilik çağına geçilir.

Bizim milletimizin oluşum biçimi de, bu tarihsel örnekler içinde değerlendirilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı içinde, etnik hatta inanç olarak farklı köklerden gelen topluluklar, Osmanlı kültür sistemi içinde benzeri bir hayat tarzını paylaştıkça, imparatorluğun temsil ettiği medeniyet değerlerini içselleştirdikçe, bir millete dönüşmüşlerdir.

Türk olmak

O milletin adının Türk olması, bu toprakların adının Türkiye olması gibidir, yani etnik bir nitelik taşımaz. Yıllarca Türk’ün Müslüman anlamında, Müslüman’da Türk yerine geçecek şekilde kullanıldığı gibi; 16. yüzyılda “Türkmen Kürt’ü” veya “Kürt Türkmen’i” gibi Osmanlı kayıtlarında yer alan, bugün her biri farklı etnisiteye tekabül eden sıfatların kullanıldığı görülmektedir. Bu kavramların hiçbirinin o zaman etnik bir algıya dayanmadığı anlaşılabilir bir durumdur.

Bir anlamda Türk, Türkiye’de yaşayan bu topraklarda ortaya çıkan medeniyeti, tarih ve inancı paylaşan insanlara verilen addır. Bu insanlar, milli mücadele esnasında milli devleti kurarken de, etnik kimliklerine göre davranmamışlardır. 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin kadrosundaki zenginlik, bu toprakların insanının, ırk ve etnik kimlik yerine millet algısına sahip olduklarını ortaya koyacak en bilinen örneklerden biridir.

Peki sorun nedir: Sorun politik ve ideolojiktir. Milli devletin kuruluş aşamasından sonra, kendi dayandığı toplumsal zenginliği (daha ileri düzeyde modernleşmenin imkânlarıyla yeniden üretecek olan demokrasiye açılamayıp, politik olarak devletçiliğe, ideolojik olarak batıcılığa kaydığı için) yok saymasından kaynaklanmaktadır.