Gezi Parkı eylemi modernliğin yarattığı siyasetten nefret eden bir topluluğun siyasallaşması ve taleplerini yerleşik siyasetin hoşlanmadığı yollarla karar vericilere iletmesidir
Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak değişik şehirlere yayılan gösterileri iyi okumak zorunludur. Daha sonra yapılması gereken de hiçbirşey olmamış gibi davranmak değil, sisteme farklı yollarla iletilen taleplerin değerlendirilmesidir.

Bu gösterileri her zamanki şüphelilerin provokasyonu, muhalefet partilerinin kışkırtması, marjinal grupların eylemi ya da darbe heveslilerinin tuzağına indirgemek ciddî bir yanılgı olur.
Amacı herhangi bir mesaj iletmek değil şiddet sergilemek olanlar ile vesayet düzenini yeniden tesis etmek isteyenlerin gösterilere sızması ve ana muhalefet partisinin rol çalma girişimi büyük resmin görülmesini engellememelidir. Büyük resme bakıldığında verilen mesajların bir parktaki ağaçların korunması ve kolluk kuvvetinin orantısız güç kullanımından şikâyetin ötesinde olduğu görülecektir.

Siyaset nefreti

İçinde yaşadığımız post-modern gerçeklik, modernliğin kutsadığı mega söylemlerin global ölçekte ciddî biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. Böyle bir dünyada siyasete bakış da farklılaşmıştır. Bu dünyanın önemli bir gerçekliği söz konusu söylemlerden nefret eden, ama bunu modernliğin siyaset kuralları çerçevesinde dile getirmeyen geniş bir kitlenin varlığıdır.

Modern siyasete duyduğu iğbirar nedeniyle siyasî parti çatısı altında örgütlenmeyen bu kitle taleplerini siyasetin olağan kanallarıyla değil, farklı yollarla iletmektedir. Dolayısıyla Wallerstein’ın ifadesiyle “dikey” değil “yatay” karar alımını, farklı bir katılımcılığı isteyen bu kitleyle sandıkta hesaplaşmak mümkün değildir. Ama taleplerini farklı ve modern siyasetin hoşuna gitmeyen yollarla dile getirmesi nedeniyle onun yok varsayılması da imkânsızdır. Bu belirli bir kalıba sokulması zor kitlenin talepleri, son tahlilde, siyasîdir; bu nedenle de siyaset tarafından gözardı edilemez.

Modernite ürünü, her türlü ihtiyaca cevap veren “medeniyet,” “düzen” benzeri büyük söylemleri sorgulayan bu kitle, onlar bağlamında yapılan siyasetin doğanın dengesinden gıdaların kalitesine, savaşlardan iktisadî buhranlara ulaşan alanlardaki sorunların da yaratıcısı olduğuna inanmaktadır. Sosyal medyanın gelişimi, kendisini siyaset dışı gören bu kitlenin dağınık enerjisini belirli hedefler üzerine yoğunlaştırabilmesini mümkün kılmıştır.
Occupy Wall Street hareketinin sloganı olan “Biz % 99’uz” iddiası belki abartılıdır. Ancak bu enerji Movimiento 15-M’in İspanya’da yaptığı gibi büyük kitleleri sokağa dökebilmektedir. Bu kitle Türkiye’de de küçümsenemeyecek bir genişliğe ulaşmıştır. Dolayısıyla Gezi Parkı’nda başlatılan eylem Tahrir Meydanı’nda dile getirtilen infiale benzememektedir.

Tahrir patlaması modernliğin tanımladığı anlamdaki siyasete katılmak isteyen, buna engel olan baskıcı tekeli kırma arzunu ortaya koyan büyük kitlelerin başkaldırısıydı. Doğuşundaki biçimiyle Gezi Parkı eylemi ise bu tür siyasetten nefret eden bir topluluğun siyasallaşması ve taleplerini yerleşik siyasetin hoşlanmadığı yollarla karar vericilere iletmesidir.

Verilen mesajlar, ortada siyasî yapılanmanın bulunmaması, yukarıda zikredilen amaçları güdenlerin rol çalmaya soyunması ve kısmen başarılı olmaları nedeniyle kulak ardı edilmemelidir.
Oyokrasi yetmez
Geniş zaman dilimlerini Tek Parti baskıcılığı ve vesayet sınırlamaları altında geçiren toplumumuzda haklı olarak “millî irade” vurgusu ön plana çıkarılmaktadır. Halkın oyunun sorulmadığı ya da onu elde edenlerin iktidar olup muktedir yapılmadığı dönemlerin uzunluğu, pek çok demokratik toplumda oyunun temel kuralı olarak algılanan bir kavramsallaştırmanın Türkiye’de fetişleşmesine neden olmuştur.
Doğal olarak genel oy anlamında “millî irade”ye saygı gösterilmeyen bir toplumda demokrasiden bahsedebilmek mümkün değildir. Ama demokrasinin “gerek şartı” olan genel oy, bilhassa günümüz dünyasında, onun “yeter şartı” değildir. Demokrasi, taleplerin siyasî karar alıcılara, sadece belirli aralıklarla yapılan seçimlerdeki tercihlerle iletildiği bir rejim değildir.

Oyokrasi (İngilizce votocracy) olarak tanımlanan, vatandaşın tercihinin seçimden seçime sorulduğu bu tür rejimler günümüz Türkiyesi’nin ideali olamaz. Şüphesiz böylesi bir rejim, “gizli oy, açık tasnif” için tırnaklarıyla mücadele vermek zorunda kalan toplumumuz için ulaşılması gereken bir merhaleydi. Ancak günümüz Türkiyesi için bu çoktan demokrasi tarihinde kalmış olması gereken bir aşamadır.
Renan “millet”in her gün yapılan bir plebisite dayandığını savunmuştu. Benzer bir tanım yapacak olursak, günümüz demokrasisi vatandaşlar ile karar vericiler arasında farklı araçlarla gerçekleşen kesintisiz iletişimdir. Bu çift yönlü iletişimde kitlenin değişik parçaları seçimlerden sivil itaatsizliğe ulaşan bir yelpazedeki araçları kullanabilir. Bu, seçimlerin demokrasinin temeli olduğu gerçeği ve genel oyla iktidara gelenin görevi ancak aynı yolla devredeceği ilkesiyle çelişmez.
Karar vericiler sadece seçim sonuçlarına bakarak, gelecek seçime kadar kendilerine iletilen taleplere kulaklarını tıkarlarsa, rejim oyokrasinin değişik türlerinden birisine dönüşür ki, bu da sürekli biçimde “ileri demokrasi” arzusunu dile getiren günümüz Türkiye’sinin ideali olamaz.
Ne yapmalı?
Bu nedenle kendisini siyaset dışı gören bir kitle tarafından ortaya konulan ancak “siyasî” karakterdeki taleplerin alınması gereklidir. “Ağaç koruması” üzerinden iletilen bu talepler siyaset üslûbunun değişmesinden “iyi”nin nasıl tanımlanacağı konusunda ahlâkî yorum tekeli yaratılmamasına, dikey karar alımının yana açılacak kanallar yardımıyla yumuşatılmasından kentsel dönüşümde yerel katılımın artırılmasına uzanan geniş bir alana yayılmaktadır.

Bunların bâzıları teknik, bâzıları ise sistemin temellerine ilişkin isteklerdir. Dile getirilen taleplerin hepsine kısa sürede kapsamlı cevaplar vermek kolay olmayabilir. Önemli olan talepleri dinleyerek ve onlara cevap verileceği güvencesini vererek iletişim kanallarının açık bulunduğunun ve Türkiye’nin bir oyokrasi olmadığının ortaya konulmasıdır.

Söz konusu dinleme ve cevaplama işlemi iletilen her talebi aynen kabûl etmek anlamına gelmez. Siyasî karar vericiler bunların toplumun genelinde ne ölçüde destek gördüğüne, kendi programlarıyla ne denli uyuştuğuna bakacaklar ve cevaplarını ona göre vereceklerdir. Bu programın zaten taleplerin bir bölümünü içerdiği, bâzı isteklerin uygulanmasının imkânsız olduğu da söylenebilir.
Meşruiyet sınırları dışına çıkan eylemler, siyasete değişik bir katılımın gerçekleştiğini görmemizi engellememelidir. Amacı meşru talep iletmek olanlarla gerçekleştirilecek iletişim, sorunun ortak hedef olan “ileri demokrasi” yolunda fırsata dönüştürülmesini sağlayabilir.

Prof Şükrü Hanioğlu Princeton University The Middle Eastern Studies Department, USA”