Milletlerin varlığı konusunda farklı düşünen akımlar ise bu gerçekliği görmezden gelmektedirler. Dünyanın ve insanlık âleminin bir bütün olduğunu varsayarak bakış açıları geliştirmektedirler. Onlara göre asıl olan insanlıktır. Bu insanlık kavramı, tarihi süreçte gittikçe bütünleşen bir millet ve bir devlet gibi düşünülmektedir. Evrenselci ve hümanist fikir akımları bu anlayışın en bariz örneklerini oluştururlar. Bunlar aynı zamanda kozmopolit düşünce akımlarıdır. Batı düşüncesinde bunlara dayalı birçok anlayışın geliştiğini ve bizim düşünce dünyamızı da etkilediğini görebiliriz.

Kozmopolit anlayışa göre dünya bir vatan ve üzerinde yaşayan bütün insanlar tek millet gibidir. Eğer milliyetçilik yapılacaksa “dünya milliyetçiliği” yapılmalıdır. Ayrı ayrı milletlere ve milliyetçiliklere gerek yoktur. Vatan için de bütün insanların ortak mekânı olarak dünyayı görürler. Bu anlamda millet ve vatan farklılaşması olmadığına göre diğer milli değerler de anlamsızlaşır. Kozmopolitizmin Türkiye’deki öncülerinden Tevfik Fikret’in Haluk’un Amentüsü şiirinde dile getirdiği ifade bu anlayışı çarpıcı bir şekilde ortaya koyar: “Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim”( “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev’i beşer)

Kozmopolit akımlar Batı düşüncesinde düz çizgisel ilerlemeci tarih felsefelerine dayalıdır. Bu tarih felsefeleri insanlığın ilkel evrelerden en gelişmiş üst evrelere doğru ilerlediğini kabul ederler. Batı merkezli bu anlayışın geliştiği dönem bu felsefeleri destekleyen önemli ilerleme işaretleri vardır. 17. Yüzyılda Descartes’le sembolleşen modernleşme süreci ciddi bir ilerleme algısına sebep olmuştur. Çünkü düşüncede skolâstik prangalardan kurtulmaya başlayan Avrupa dünyası, tabiat bilimlerinde elde ettiği yeni bilgilerle ve teknolojik devrimlerle bu ilerlemeyi somut olarak yaşamaya başlamıştır. Hatta Avrupa’nın koloniyalizm olarak adlandırılan sömürgecilik çağına girmesi bu konuyla yakından ilgilidir. Avrupa adeta bu düşünce kalıplarıyla dünyayı sömürgeleştirme ve egemen olma meşruiyeti sağlamaya çalışmaktadır.  Benzeri bir yaklaşımı küreselleşme tartışmalarında görmekteyiz.

Aydınlanma felsefesinin sembol isimlerinden Alman filozof Kant bu ilerleme düşüncesine önemli bir yer verir. Batı dünyası artık kendilerini merkez olarak görerek bütün insanlık adına hareket etmeye başlamıştır. 19. Yüzyıla gelindiğinde ilerlemenin yüce amacı ve yasaları belirlenmeye çalışılmıştır. Hegel’in “Geist’in özgürleşme aşaması”, Comte’un “toplumun 3. hal (pozitif hal) aşaması”, Marx’ın “işçi sınıfı devriminden sonra varılacak komünal toplum evresi” tarihin ilerleme amaçlarını açıklamaya örneklerdir. Bu amaçlar insanlığın bütününü kapsayacak şekilde düşünülür ve kozmopolitizmin temel düşünce  dayanaklarını oluşturur.

İnsanlığın bir bütün ve dünyanın ortak vatan olmadığı tarihi olaylarla çabuk ortaya çıkmıştır. İlerlemeci düşünürlerin kehanetlerinin tersine dünyada var olan milletler ve medeniyetler farklılaşması tarihi farklı mecralara götürmektedir. Başta Avrupa içinde çatışma başlamıştır. Bir sosyal olgu olan milletler güçleri nispetinde bu egemenlik manevrasında merkez olmak istemektedirler. Bu yüzden dünyaya egemen olma ve zenginlikleri paylaşma çabasıyla büyük savaşlara girişmişlerdir. İnsanlığın bir bütün olmadığı ve tarihte düz çizgisel ilerlemenin olmadığı çabuk ortaya çıkmıştır. İbn Haldun ve İtalyan Vico çizgisinde tarihin dalgalı ve döngüsel ilerlediği görüşü Toynbee ve Sorokin gibi düşünürler tarafından tekrar ön plana çıkartılmıştır. Bu anlayış milletlerin kültür ve medeniyet farklılıklarını olgusal olarak kabul etmektedir. Bu kabul milletlerin, milliyetçiliklerin ve milli kimliklerin birer sosyal gerçeklik olarak açıklanmasına dayanak oluşturmaktadır.

Kimlik tartışmaları bu temel varsayımların gücüne bağlı olarak gelişmektedir. 19. Yüzyılın kozmopolit anlayışları zaman zaman tekrar parlamaktadır. Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşı Sonrasında komünist ideolojiyi dünya egemenliği için kullanmaya çalıştığı dönemde enternasyonalist sosyalizm baskın rol oynamıştır. Zaten dayanağı Batı düşüncesi içinde olduğu için Türkiye’de komünist hareketler hem Batı kaynaklı, hem de Sovyet kışkırtması ile revaç bulmuştur. Türkiye’deki en büyük kozmopolit hareket bu anlamda Marksist – komünist akımlar olmuştur. Bugün Türkiye’de hala kimlik tartışmaları yapılıyorsa temel problem buradadır. Çünkü batılılaşmayla Türk düşüncesine giren kozmopolit akımlar Türkiye’de Marksizm’in kolay yayılmasına sebep olmuş, SSCB emperyalizminin beslemesiyle tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. 12 Eylül öncesi kanlı saldırıların arka planında yer alan bu anlayışlar, bugün sıkıntısını yaşamakta olduğumuz PKK terör belasının da tetikleyicisi olmuştur. Dahası liberalizme döndüklerini ima eden birtakım eski Marksist gündemi etkilemeye devam etmektedir.

Özellikle Türkiye’de kimlik tartışmalarında problem yaşanmasına sebep olan, medyayı ve üniversite kürsülerini işgal etmiş olan eski Marksistlerin kozmopolit yaklaşımlarıdır. Bunlara farklı sebeplerden Türklük karşıtı bazı kozmopolit aydınları da eklersek manzaranın vahameti daha iyi anlaşılır. Burada bir tutarsızlık vardır. Problem bu tutarsızlıktadır. Çünkü kimliği ve ilkeleri belirsiz-değişken olan bu kesim toplumda aydın ve yazar olarak yönlendirici konumdadır. Bu tip kişiler ne hakiki anlamda liberaldir, ne komünisttir, ne de kendilerini kamil anlamda Türk olarak görmektedir. Dolayısıyla yazdıkları, söyledikleri, önerdikleri toplumda ciddi sıkıntılara yol açmaktadır. İşte Türklük, Türk kimliği ve milliyetçilik konusunda medyatik ortamda yaşanan problemin odak noktası burasıdır. Milletin normal hayatında böyle bir problem yoktur. Asıl olan da budur. Sosyoloji için hareket noktası da toplumsal hayatta var olan gerçekliktir. Yani sosyal gerçeklik olarak Türk Kimliğinde problem yoktur, problem algılama ve sunumundadır.

Sosyal gerçeklik konusunda nasıl yaklaştığınız ve nasıl bakış açısı geliştirdiğiniz önemlidir. Kozmopolit yaklaşımlar milli kimlikler ve devletler gibi sosyal olguları göz ardı etmektedir. Türkiye’de bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Batı her ne kadar kozmopolitizm denilecek düşünce akımları geliştirmiş olsa da, bu düşünceleri geliştiren insanlar kendi milletlerini merkeze almaktadır. Mesela Hegel’de tarihi ve varlığı yaratan Geist özgürlüğüne Prusya devletinde kavuşur ve bu kavuşma tarihin sonudur. Bu düşünce Alman milletinde üstünlük iddiasını kuvvetlendirmiş ve Hitler Nazizminin doğmasına yol açmıştır. Yani Alman merkezli bir dünya egemenliği hayali Hegel sisteminin satır aralarında saklıdır.

Günümüzde dünyanın küreselleştiği iddia edilmektedir. İddianın olgusal dayanakları da inkâr edilemez. Teknolojideki meydana gelen devrim hakikaten dünyayı adeta küçük bir köy haline getirmiştir. Bunun için küreselleşen bir dünya fikri hepimize cazip gelmektedir. Bu küreselleşen dünyada farklı milli varlıkların yok olacağını düşünmek ve iddia etmek kozmopolitizmin modern yansımasıdır. Zaten küreselleşme tartışmalarının başladığı dönemde Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” nitelendirmesi Hegel felsefesinden mülhemdir. 19. Yüzyıl ilerlemeci ve enternasyonalist anlayışların yol açtığı kozmopolitizm küreselleşme ile tekrar yükselmiş görünmektedir.

Kozmopolitizm kavramını çağrıştıran ilk örneklerden birisi meşhur filozof Diyojen’e aittir. Diyojen muhtemeldir ki o dönemde var olan site devletleri arasındaki kavgalara taraf olmamak için “Ben bir dünya vatandaşıyım” der. Bu söz modern çağ filozoflarının kozmopolit dünya görüşleri için bir dayanak olmuştur. Kozmopolitizm, insanların homojen bir bütün olarak algılanmasını ve aralarındaki devlet, millet, kültür, toplum farklılıklarının kaldırılmasını öngörür. Kendisini dünya vatandaşı gören kozmopolit aydın için milli devletin ve milli kimliğin bir anlamı kalmaz. Küresel vatandaşlık, dünya vatandaşlığı gibi kavramlar ön plana çıkar. Kozmopolit için milliyetçilik en önemli düşman ve tehdittir. Çünkü milliyetçilik, toplumların tarihi ve kültürel farklılıklarının yansıyan gücüdür ve tamamen sosyolojiktir. Böyle olduğu için de farklı milletlerin farklı hassasiyetlere dayalı milliyetçilikleri vardır.

Kozmopolitizm karşısında milliyetçiliğin tehdit oluşturmasına karşın, milliyetçi hareketler için de kozmopolitizm aynı derecede tehlikedir. Son zamanlarda küreselleşmenin dünya egemenliği projesi olarak kullanılmaya başlaması bu paradoksu yeniden canlandırmıştır. Küreselleşmenin bir süper güç merkezli olarak dünyayı tek devlet ve tek vatan haline dönüştürme isteği, dünyada milliyetçiliklerin mücadele etmesi gereken en önemli problemdir. Bu problemin kimlik tartışmalarında karşımıza çıkan yansıması kozmopolitizm ve milliyetçilik çatışmasıdır. Bunun her köklü millet için farklı yansımaları vardır. ABD ile aynı medeniyet dairesinde yer alan Almanya, Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerde bunun örneklerini görmek mümkündür. Türk milleti bu bakımdan zaten farklı bir medeniyet dairesine mensup olarak ayrılmaktadır.

Dünyada yakın tarihlere kadar Batı karşısında en önemli güç Türklerdir. Türklerin siyasi gücü olan Osmanlı Devleti yıkılmasına rağmen, yerine kurulan yeni cumhuriyet ile var olma kavgasına devam etmeleri tekrar dikkatleri çekmektedir. Küreselleşme döneminde yeni bir dünya düzeni kurulurken küresel süper gücün karşısına çoğu yerde Türk varlığı çıkmaktadır. Bu Türk varlığı sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti değil, Türklerin ve Türk kültürünün dünyadaki sosyolojik olgusudur. Doğu Türkistan’dan Orta Asya’ya, Kafkaslardan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada bu karşılaşma gözlenmektedir. Dolayısıyla küreselleşmenin öne çıkardığı milletlerden birisi Türklerdir. Burada Türkler ve Türk kültürü kavramı son derece önemli bir ayırımı dile getirmektedir. Küreselleşme sürecinde Türkler ve Türk kültürü kavramı Türk kimliği tartışmalarının da temelini oluşturur. Bu bakımdan Türk kimliği önemli bir sosyal olgudur.

Türk kimliğinin sosyolojik boyutunu görmek istemeyen kozmopolit aydınların tutum ve davranışları Türkiye açısından önemli sorundur. Türk dendiği zaman ilk akla gelen sosyal ve kültürel muhteva çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Türklüğü oluşturan tarih içinde yaşanan tecrübeler ve yaratılan kültür zenginliğidir. Bunun için Osmanlı egemenliği içinde Müslüman olan insanlara Batılılar Türk oldu demişlerdir. Bu insanların Türk olma nitelendirmesine maruz kalmaları Müslümanlıkları dahil Türk kültür dairesine katılmaları anlamını taşır. Bu kültür muhtevasının belirleyici olmasına diğer örnek, Osmanlı’nın terk ettiği topraklarda bazı devletlerin kültür mirasını her yerden silmeye çalışmalarıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. En çarpıcısı ise Türk kimliğini besleyen en önemli ayırım olarak Türkçeden sonra Türkülerin varlığıdır. Kozmopolit yaklaşımlar bütün bunları önemsizleştirerek kimliği parçalamaya ve inkâr etmeye çalışmaktadırlar. Mesela müzik evrenseldir diyerek Türk müziğinin gücünü yok edebileceklerini düşünmektedirler. Hâlbuki müzik bir sanat alanı olarak evrensel olmasına rağmen icra edilen örnekleri tamamen milli kültüre aittir. Üstelik çok geniş bir coğrafyada ortak kimliği beslemeye devam etmektedir.

Kozmopolit akımların milli kültürü ve kimliği yok etme girişimleri karşısında görev milliyetçilere düşmektedir. Milliyetçilerin öncelikle yapacakları milli bilinci güçlendirmek olmalıdır. Bunun için yeni nesillere milletimizin yaşadığı tarihi tecrübeleri acıları ve zaferleriyle birlikte öğretmek, yine tarih içinde yaratılan zengin kültür mirasını yaşanabilir şekilde aktarabilmek gerekir. Milletinin tarihini, sanatını, dilini, müziğini ve diğer milletlerden farklılık meydana getiren özelliklerini yeterince öğrenen bireylerin kozmopolitizm karşısında milliyetçi olmamaları mümkün değildir.