İkinci konuşmacıyine diğer bir tarihçi arkadaşımız Prof. Dr. Yunus Koç, (Prof. Dr. Yusuf Sarınay’la birlikte hazırladıkları), “Millî Devletin Kuruluşu ve Türk Ocakları” konulu tebliği sundu. Burada millî devletimizin kuruluşunda Türk Ocakları’nın oynadığı mühim rolü görüyoruz. (Prof. Koç da sadece tarihte kalmayıp, 21. yüzyılı bir “Türk yüz yılı” yapmak için gereken fikrî temeller üzerinde durdu.)

Üçüncü konuşmacı olarak, merkez valilerimizden değerli araştırmacı/yazar Cengiz Aydoğdu Bey’i dinledik. “Ferdî Haklar, Demokrasi ve Milliyetçilik” konusunda (ve akademik üslûpta hazırlanmış) son derece önemli bir tebliğ idi. Fakat o konuşmada mühim bir noktaya itiraz geldi. Cengiz Bey, değerli Türk Ocaklı büyüklerimizden İdris Yamantürk’ten bir sohbet sırasında dinlediği, Büyük milliyetçi Remzi Oğuz Arık’ın bir sözünü nakletti. Merhum Remzi Oğuz Arık dermiş ki, “milliyetçilik, milletini sevmek ve yüceltmektir. Köprü altındaki serseriden eşkıyaya kadar herkesi seveceksin!” Elâzığ delegesi Şerif Budak Bey işte bu söze itiraz etti ve dedi ki, “PKK eşkıyası, arabasıyla seyahat ederken yolda çevirdiği bir polis ailesini indiriyor ve silahlarını aile reisi polise doğrultunca, eşi yalvarıyor: ‘N’oolur, eşimi çocuklarımın gözü önünde öldürmeyin. Ömür boyu etkisinden kurtulamazlar!…’ Ama eşkıyanın merhameti yoktur, eşini özellikle de çocuklarının gözü önünde silahla tarıyorlar. Şimdi ben, bu eşkıyayı da mı seveceğim?” Evet, soru haklı… Ve bağrı yanık insanların konuşması hepsinden farklı oluyor; o yüzden Elâzığ ve Şanlı Urfa delegelerinin konuşmaları hepimizi sarstı. Şanlı Urfa delegesi Cemil Demir Bey, altı yıldan beri zor şartlarda faaliyet gösterdiklerini ve maalesefşube binalarının iki defa kundaklandığını söyledi.

Remzi Oğuz Arık Bey’in o sözüne gelince:  Efendim, Remzi Oğuz’un, bildiğim kadarıyla öyle bir yazılı sözü yok; büyük bir ihtimalle değerli büyüğümüz İdris Yamantürk Bey’in aklında yanlış kalmış. Haklıdır, kitaplarından birkaç yerde Remzi Oğuz Arık, milliyetçiliği böyle tanımlar: “Türk milliyetçiliği, milletini sevmek ve onu yükseltmektir.” (Merhum Alparslan Türkeş de milliyetçiliği – muhtemelen ayni çağrışımla – çoğu zaman böyle tanımlar.) Fakat sonra devam eder Remzi Oğuz: Bu, millet dediğimiz anonim topluluğun içinde her çeşit insan var. Vicdansız, zalim, hayâsız, katil, hain, şahsiyetsiz, cahil, her çeşit insan. (Belki bir başka yerde “köprü altındaki serseri ve eşkıya”yı da zikretmiştir.) Peki, bütün bunları sevmek nasıl mümkün olacak? Seveceğimiz şey muhakkak ki, anonim kütlenin (içinde her çeşit insanın isteyerek-istemeyerek) üzerinde birleştiği, emek sarf ettiği değerlerdir, kurumlardır.[1] (Remzi Oğuz’a göre “milletini sevme işi” – ve bu kültürün verilmesi – nesiller boyu sistemli olarak yapılması ve yayılması gereken bir gönüllüler işidir. Ve bu yolda özel olarak kurulmuş derneklerin çalışması şarttır.)

Merhum Mükrimin Halil Yinanç’ın, “Türk milletinin eşkıyası bile merhametlidir” diye bir sözü olduğunu biliyoruz. Fakat bu, (ipleri başkasının elinde, insanlığını yitirmiş ve şuursuz bir otomat halinde cana kıyan[2]) bölücü PKK eşkıyası değil, bir kısmı “zenginden alıp fakire veren”, bildik eşkıya türü.

Bir şey daha söyledi Elâzığ delegesi Şerif Budak arkadaşımız (Doğu ve Güney Doğudaki etnik-bölücülük tuzağını işaret ettikten sonra): “Ben ‘Zaza’yım, fakat hepinizden daha Türk’üm ve ‘Türkçüyüm”. Doğru söylüyor, o hepimizde daha Türk’tür; çünkü bulunduğun yere göre o şuura sahip olmak ve hele de onu ifade etmek elbette bir fark yaratır. Ayni şekilde, sadece “Zaza”sı değil, “Kurmanç”ı da bu milletin çocuğudur. Çünkü daha 1952’deki Türk Milliyetçiler Derneği Tüzüğü, “millet”i değil, “soy”u bile bakınız nasıl tanımlıyor: “Soy, tarihî ve içtimaî menşe birliğidir.” Burada soy dahi, “kan” ve “kafatası kökeni” değil, tarihî ve sosyal köken birliği olarak kabul ediliyor.[3] (Bizatihi, “biz Türkmeniz” diyen Kürt kardeşlerimiz bir yana,Zaza’sıyla, Kurmanç’ıyla, ayni tarihî kökeni paylaşarak ve ayni sosyal menşei taşıyaraken az bin yıldan beri bu topraklarda beraber değil miyiz? Dilini, folklorunu güle güle kullansın, arızî dönem ve uygulamalar dışında kullandı ve kullanıyor zaten. Bu hakikati, şimdiki moda deyimle “Kürt aydınları”na hangi akıl ve izan yoluyla anlatmalı acaba? Bu, bazı “Büyük Yetkililer”in diline pelesenk ettiği gibi, “red ve inkâr politikası” asla değil. Kimsenin “etnik kökeni” inkâr edilmemiş ve edilmiyor. Ama dün olduğu gibi bugün de yine “Tek milletiz” demek niçin zor geliyor – ya da getiriliyor?… Eseriyle ve şuuruyla hepimizden daha çok Türk ve Müslüman olan Büyük Âkif’i dahi bu milletten saymayıp etnik bir kökene mahkûm edereknereye  varılmak isteniyor?…)

Son olarak dinlediğimiz tebliğ ise, Sosyolog Dr. Fahri Atasoy’a aitti. Konusu, “Küresel Dünyada Türkiye ve Türk Ocakları.”  (O, “küreselleşme”yi yaratan faktörler üzerinde durdu; bu olgunun Türkler için de fırsatlar yarattığını, bir zamanlar bazılarınca Orta Asya’da Türk olup olmadığı tartışılırken, gerçeğin ortaya çıkmasında bunun da payı olduğunu anlattı.) Fahri Atasoy’un tebliği bence çoğunlukla yanlış anlaşıldı ve değerlendirildi. Geçekte o, küreselleşmeyi bir olgu olarak ele aldı ki, bu olguyu biz yaratmadık, o gelip bizi buldu. Asıl olan ona karşı nasıl tedbirler alacağımız, hatta mümkünse onu nasıl fırsatlara çevireceğimizdir. (Tabii, çeşitli tekniklerle onun milletimiz aleyhine işletilmesi mümkün, hatta Trabzon delegesi Prof. Kerim Aydın Hoca’nın dikkat çektiği gibi, Anadolu’nun Hıristiyanlaştırılması için de onu kullananlar bulunabilir. Fakat bütün bunlar onun bir olgu olarak anlaşılması ve lehimize de kullanılabilmesi gerçeğini ortadan kaldırmaz.)

Tarihî Türk Ocakları’nın 100. yılından itibaren yapacağı önemli şeylerden birisi de demokrasi ile milliyetçilik arasındaki ilişkiyi vurgulamak olmalıdır. Erol Güngör’ün işaret ettiği gibi milliyetçilik ile halkın idaresi demek olan demokrasi arasında sıkı bir ilişki vardır. (Ona göre zaten milliyetçilik, kaynağını ve gücünü halktan alan bir kültür hareketidir. O sebepten en çok da milliyetçiler demokrat olmalıdırlar. Cengiz Aydoğdu Bey, konuşmasında Erol Güngör açısından bu konulara isabetle değindi.) Benim Hocam (merhum Nurettin Topçu) demokrasiye pek de hayran değildi. Eserlerinde sistematik olarak onu en çok eleştiren düşünürlerimizden birisidir. Fakat ne kadar eleştirsek de onu en mükemmel şekliyle hayatımıza geçirmekten ve bünyemize uydurmaktan başka çaremiz yoktur. Kendisi eleştirse bile, Topçu Hoca’nın pek değer verdiği ve hayranlıkla andığı büyük hukukçularımızdan Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in bir sözünü hatırlıyorum; “Biz bu memlekette mutlakıyet, otoriter meşrutiyet, liberal meşrutiyet ve otoriter cumhuriyet rejimlerini birbiri ardınca yaşadık. Bugün klasik devlet rejimlerinden sonuncusunu, yani demokrasiyi tecrübe etmekteyiz. Dikkat edelim, geriye dönemeyeceğimize göre, bu tecrübede muvaffak olmak zorundayız” der (işte aklın gereği budur). Bize göre, milliyetçilik ile demokrasi arsındaki ilişkiye dair akademik tezler hazırlanmalı, ödüllü makale yarışmaları açılmalı; hatta Türk Ocakları bu konuda üniversitelerle işbirliği halinde bilimsel toplantılar tertip etmelidir.

Ancak demokraside hakkıyla başarılı olmak, kişilikli nesiller yetiştirmekten, en başta haksızlıklara karşı koyma cesaretine (isyan ahlâkına) sahip bir zihniyet ve eğitimden geçer. Ve tabii, insanlarının düşündükleri ve inandıklarını samimiyetle ifade edecekleri hür ve güvenli ortamları yaratmaktan geçer. İstanbul şubesi başkanımız değerli bilim adamı Dr. Cezmi Bayram Bey Hakkâri’de katıldığı programı (Türk Yurdu’nun Kasım 2010 sayısında) yazıya döktü. Orada diyor ki: Halka kapalı toplantılarda bana PKK’dan, kepenk kapatmalardan şikâyet eden esnafın, halka açık toplantılarda PKK’nın sözcüsü gibi konuştuğunu gördüm; yani bir yerlere mesaj veriyorlardı. Dâvetli konuşmacılar, hususi görüşmelerimizde samimi olarak ortaya koydukları duygu ve düşüncelerini açık toplantılarda ifade edemiyorlardı; PKK tehdidinden korkuları apaçık belli oluyordu.

Evet, siz devlet olarak ülkenizin her noktasına hâkim olamazsanız, insanlarınıza hür ve güvenli bir şekilde konuşma ortamını yaratamazsanız, onlar da samimi kanaatlerini söyleyemez, hatta “Türk’üm” deme cesaretini bile gösteremezler. Hatta gün gelir bu yönde Anayasanızı da babayasanızı da değiştirmenizi isterler. 
Hepinize saygılar sunarım.

[1] Tabii, millet içerisindeki somut olarak tek tek insanın sevilmesi elbette mümkün, hatta vazgeçilmezdir de… Bizim de bu konuya has, “Sevgiye Muhtaçsak Eğer…” başlıklı bir denememiz var. 
[2] En son kıydıkları toplu can, 13 şehittir (14 Temmuz 2011); bağırlarına ateş düşen ailelerinin ve milletimizin başı sağ olsun!..
[3] Sayısı 80 şubeye ulaşmış bu Dernek, ne yazık ki, DP iktidarının – sonradan kendisinin de itiraf ettiği gibi – bir gafleti sonucu 1953 yılında, bir bahaneyle kapatılmıştır. Bu konuda yaptığımız bir çalışma sanırım Türk Yurdu’nun Anıt Sayılarında yayımlanacaktır.