Yalnız Marks bu yaklaşımını ideolojik hale getirerek bir inanç sistemine benzetmiştir ve 20. yüzyıla mührünü vuran bir etki alanı kazanmıştır. Bugün küreselleşmeyi tanımlamak için kullandığımız Soğuk Savaş ve iki kutuplu dünyanın bir cephesini Marksın teorisine dayanarak geliştirilen Komünist sistem oluşturmuştur. Bu sistem 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla çökmüş olmasına rağmen zihinlerde bir düşünce ve yaklaşım tarzı olarak devam etmektedir. Türkiye’de de oldukça yaygın olduğu çeşitli vesilelerle görülüyor. 

Küreselleşme kavramının ortaya çıktığı ve tartışılmaya başladığı dönem Soğuk Savaş sonrası (the post cold war) dönemdir. Bu dönem komünist blok karşısında üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen özgür dünya bloğunun lideri ABD küreselleşmeye sahip çıkıyor. Daha doğrusu bir araç olarak kullanmaya başlıyor. Buna göre küreselleşme liberal sistemin dünyaya egemen olması ve başka alternatifinin kalmamasıdır. Bu düşünce o kadar cazip geliyor ki Japon kökenli ABD’li düşünür Fukuyama “tarihin sonu” olduğunu bile iddia ediyor. Komünist ideolojiye göre, devrimle yıkılması kaçınılmaz olan vahşi kapitalizm yıkılmak bir yana, tekrar kendisini yenileyerek zaferini ilan ediyor. Bu yüzden küreselleşmeyle ilgili tartışmalar zihin karışıklıklarına yol açıyor. Belli bakış açılarının yanlış varsayımlarıyla yanlış yorumlanıyor. Dünyaya çok acılar çektirmiş iki vahşi sistemin kıskacında küreselleşme tartışmaları tarihi ve sosyolojik gerçekliğin dışına itiliyor. Dolayısıyla anlaşılmaz oluyor. Dünyada meydana gelen olaylar da büyük oranda yanlış yorumlanıyor.

Dünyada liberal kapitalizm ve Marksist komünizm dışında başka sistem olmadığı bir soğuk savaş propagandasıdır. Bu propaganda dünyada başka kültürler ve güçler olduğunu yok saymaktır. Halbuki tarih gösteriyor ki dünyada tarih boyunca medeniyet yaratmış büyük devletler ve milletler arasında yoğun bir mücadele yaşanmıştır. Bu mücadelenin tarafları zaman içinde değişiklik göstermiştir ve sayıları çok fazla değildir. Buna göre tarih büyük milletlerin mücadele alanı olarak görülmelidir. Milliyetçi bakış açısı bu gerçekliğe dayanır. Bu gerçekliğin bir yönü de her milletin tarihi tecrübeleri ve inanç sistemleri kendine özgü bir dünya sistemi üretir. Çin, Hint, Arap, Fars, Türk gibi Asya kökenli milletlerde bu açık bir şekilde görülür. Batılı devletler ve milletler ise tarihin belli bir dönemi itibariyle bütünleşik bir görüntü vermeye başlamışlardır. Ancak Batılı dediğimiz topluluklar arasında çok sıcak çatışmaların sürekli yaşandığı unutulmamalıdır. Bütünleşik görünmelerinin önemli bir sebebi Türklerin Avrupa’daki varlığıdır. Daha doğrusu Türklerin batıya doğru başlayan fütuhat yolculuğu ile başlayan Haçlı Seferleri bu temeli atmıştır. Sömürgecilik ve sanayi devriminin imkânları zaman zaman bütünleşmeye, zaman zaman da ayrışmaya ve çatışmaya sebep olmuştur. Fakat sonuçta bu alanda milletler arası mücadelenin önemli göstergeleri her zaman vardır.

Milliyetçilik dünyanın vazgeçilmez ve inkâr edilmez bir gerçekliğidir. Dünyada evrenselci ve hümanist bütünleşmeci eğilimler varsa da bir fikir olmaktan ileriye geçememektedir. Hem liberalizm, hem de komünizm evrenselci fikir sistemleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu fikir sistemlerini bazı güçler kendi milli emelleri için bir araç olarak kullanmaya çalışmışlardır. Mesela Çarlık Rusya’sında Bolşevik Devrimi ile kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Rus çıkarları için evrenselci bir ideoloji ile kamufle edilmiştir. İngiliz imparatorluğunun kendisini liberal sistemin temsilcisi olarak insanlığın hizmetindeymiş gibi göstererek sömürgeci yayılmacılık yaptığını hepimiz biliyoruz. Almanya’nın buna itiraz etmesini faşizm olarak suçlayıp dünyayı sadece biz sömürelim yaklaşımı nasıl açıklanabilir? 20. Yüzyıldaki iki dünya savaşı, milli çıkarlarını vahşi hırslarla tatmin etmek isteyen büyük milliyetçiliklerin arasında ortaya çıkan çatışmalardı. Dolayısıyla dünyadaki milliyetçilik üzerine gelişen bu gerçekliği çok iyi görmek gerekir. Dünyadaki olayları anlamaya ve yorumlamaya çalışırken her milletin tarihi gücüne ve konjonktürel pozisyonuna bağlı durumuna dikkat etmek gerekir.

Milliyetçilik gerçeğini anlayamayan zihinler ideolojilerin ve propagandaların etkisinde kalır. Büyük güçler dünya egemenliği emelleri için her türlü aracı kullanırlar. Küreselleşme konusunda da kendisini tek egemen güç olarak gören ABD bunu yapıyor. ABD’nin küreselleşmeyi kullanması 19. yüzyıldaki İngiliz sömürgeciliğine benziyor. Bu dönemde sadece İngilizler sömürgeci olmamakla birlikte dünya için egemen güç olarak öne çıktıkları görülür. Fakat her milletin kendi milliyetçiliği devam etmektedir. Egemenlik çatışmasına giren milliyetçilikler ve kendi ülkelerini korumaya çalışan milliyetçilikler son derece dinamiktir. Kapitalist sömürgeciliğin karşısında milliyetçilik son derece güçlü bir dinamiktir. Mesela Osmanlı kendi toprak bütünlüğünü korumak için bu dinamiği çok sonra kullanmaya çalışmış ve bir milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulabilmiştir. Osmanlıyı parçalayan milliyetçilikleri ise Batılı sömürgeciler kendi milli çıkarları için kullanmışlardır. Dolayısıyla emperyalist kapitalizmin karşısında ideolojik komünizmi çözüm olarak görmek tarihi bir yanılgıdır. Bu yanılgı bizde de düşünce dünyasını alt üst etmiştir. Milliyetçi gerçekliği göremeyen aydınlar adeta uç noktalara savrulmuşlardır. Ya kayıtsız Batıcı, ya da kapitalizm karşıtı komünist ideolojiye kendilerini kaptıran çok sayıda aydın kendi toplumundan ve tarihi-sosyolojik gerçeklerden uzaklaşmışlardır. Bugün bunun sıkıntıları yaşanmaktadır.

Küreselleşme eleştirilerinde ortaya çıkan absürt çelişki aydınların zihin bulanıklığından kaynaklanmaktadır. Küreselleşmeyi kapitalizmin yeni yüzü olarak gören Marksist eleştiriler gittikçe milliyetçi çevreleri de etkilemeye başlamışlardır. Dünyada iki sistem görme varsayımı doğru olsa bu yaklaşımda belki problem olmayacak. Ancak bu tarihi ve sosyolojik gerçeklikten hayli uzak bir varsayım. Dünyada milletler arası mücadele bütün hızıyla devam ediyor. Türkler de bu mücadelenin içindeler. İsteseler de istemeseler de bulundukları coğrafya ve taşıdıkları tarihi misyon bunu getirmekte. Bu gerçeği görmeden ideolojik ezberlerle yapılan değerlendirmeler ve yaklaşımlar ancak zihin dünyalarına zarar verir. Bu yüzden son zamanlarda küreselleşme konusunda yazmaya ve konuşmaya başlayan milliyetçiler son derece dikkatli olmak zorundadır. Meseleye biz Marksist bir bakış açısıyla mı, yoksa milliyetçi bir bakış açısıyla mı bakıyoruz? Hatta meseleye biz ne kadar Türklük gerçeği üzerinden yaklaşabiliyoruz?

Kapitalizmin ortaya çıkmasında Batı dünyasındaki düşünce, bilim ve teknoloji alanındaki büyük başarılar etkili olmuştur. Bunlar kapitalizmi açıklamak için tek başına yeterli sebepler değildir. Birçok sosyal bilimci ve düşünür bu konuda zihin yormuş ve çalışmalar yapmıştır. Mesela Max Weber kapitalizmin ortaya çıkmasında Protestan ahlakının önemli bir rol oynadığını belirtir. Marks ise konuyla ilgili en önemli etkenin ekonomik ilişkiler olduğunu düşünür. Yani konu oldukça karmaşıktır. Küreselleşme de buna benzer bir kavramdır ve ortaya çıkmasında çok sayıda etken vardır. Anlaşılması için zihin yorucu okumalar ve analizler yapmak gerekir. Yoksa kolay olan “küreselleşme emperyalizmin yeni aracıdır” der mahkûm edersiniz. Bu yargının hiçbir anlamı ve değeri olmaz. Dünyadaki yeni gelişmeleri doğru anlayamadığınız için de oyuna katılamazsınız. Milletler mücadelesinde oyun dışında kalırsınız. Hele bunu milliyetçi olarak yaparsanız kendinizi ve düşüncenizi inkâr etmiş olursunuz.

Bugün küresel güçler ve emperyalist güçler ifadeleri, ABD öncülüğündeki Batılı devletler için kullanılmaktadır. Hâlbuki bu güçler bile kendi aralarındaki milliyetçi çekişmeyi önleyebilmiş değillerdir. Böyle bir yaklaşımla, dünyadaki kültür ve tarih farklılığı olan diğer milliyetlerin mevcut durumu da ihmal edilmektedir. Mesela yükselmekte olan bir dünya gücü olarak Çin, eski gücünü toplamaya çalışan Rusya veya küçük gibi görünse de İran gibi tarihi güçler dünya denkleminin neresindedir. Marksist bir yaklaşımla ABD öncülüğündeki güçlere “emperyalist güçler” dediğiniz zaman diğer emperyalist güçlerle Türklerin ilişkisini nasıl değerlendireceksiniz? Sürekli çıkar çatışması içinde olduğunuz Rusya ve İran ile aynı safta ABD emperyalizmine karşı savaşa mı gireceksiniz? Savaşlar günün şartlarında açık cephe savaşları şeklinde olmadığına göre ne yapabilirsiniz? Soruları artırmak mümkün ama cevapları vermek oldukça zor; burada önemli olan bu problemlere doğru yaklaşım geliştirebilmektir. Bunun yolu da meseleleri milliyetçi bir bakış açısından okumaktan ve Türklüğün bugünkü durumunu doğru değerlendirmekten geçer. Marksizm’in “emperyalizm” eleştirileri bizim için bir anlam ifade etmez. Bizim için milletler mücadelesinde muhatap olduğumuz dengeler önemlidir. Zaten bütünleşik bir “emperyalizm” soyutlama bir fikirdir. Tıpkı bunun karşısında yer alması düşünülen “proletarya sınıfı” gibi. Bizim karşımızda Çanakkale’yi geçmeye çalışan İngiliz güçleri, vatanımızı işgal eden Yunan palikaryaları, Kafkaslardan ve Kırımdan akrabalarımızı sürgün eden Ruslar vardır. Gerçek olan budur. ABD ise yeni dönemin an açık gerçekliğidir.

Millet gerçekliği hareket noktası olduğunda tarih çok önem arz eder. Sizi millet olarak geliştiren bu tarihi süreçteki ilişkileriniz ve yaşadıklarınızdır. Bugün Misakı Milli sınırları içinde nasıl sıkışıp kaldığımızı bu süreçte anlarız. Kerkük, Gümülcüne, Halep bizim için ancak bu milli şuur içinden bakarsak anlamlı olur. Aksi takdirde yabancı gibi gelir. Bunun için meselelere milli şuurla tarihi ve kültürel gerçeklikten bakmak gerekir. Milliyetçiliğin şartı budur. Yabancı ideolojilerin hazırladığı ezber bilgiler bizim için tehlikeli tuzaklardır. Bu tuzaklardan kurtulmanın yolu da milli olmaktan geçer. Türkiye’de milli olamayan bir ulusalcı cephenin ortaya çıkması bu eksikliktendir. Bir türlü kurtulamadıkları eski Marksist ideolojileri her daim devreye girmekte ve zihinleri yanıltmaktadır. Buna Türk milliyetçilerinin fırsat vermemesi gerekir. Eğer gerçekten milliyetçi olunmak isteniyorsa eski ezberlerini terk ederek tarih ve sosyoloji okumaları yeterlidir.