İslam düşüncesinin Batıya geçişinde Endülüs ve Sicilya’da teşekkül eden bilim çevreleri etkili olmuşsa da bu bilim v e düşünceyi öğrenip benimsemeye sevk eden asıl faktör, Haçlı savaşlarıdır. Bu vesileyle İslam memleketlerine gelen, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden oluşan batılıların bu ülkelerde parlak bilim ve medeniyeti görmeleridir. Haçlı savaşlarıyla gözü açılan şövalye ruhlu kişiler, Doğu’da geziler yaparak, memleketlerine döndüklerinde bu parlak medeniyeti, bin bir gece masallarında okunan efsanevi bir dille anlatıp tasvir etmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda Batı dünyasında İslam medeniyetine, İlim ve kültürüne karşı tutku derecesine varan hayranlık baş göstermiş, Endülüs ve Sicilya gibi Batı İslam memleketlerine gelen din adamları, İslam ilim ve kültürünü kendi ülkelerine taşımışlardır.

Halid ibn Velid komutasındaki İslam ordularının Şam’ı fethetmesi, iki yıl sonra da Emir’ül-Müminin Hz. Ömer’in Kudüs’ün anahtarlarını teslim alması ile birlikte Hıristiyan alemi İslam tehdidi ile karşı karşıya olduğunu fark etti. Bilahare Kuzey Afrika üzerinden geçen Müslüman ordularının 711 yılında İberik yarımadasını feth etmeleriyle birlikte Müslüman- Hıristiyan münasebetleri gelişti, ancak bu hiçbir zaman toplu düşmanlık haline dönüşmedi. Kısa bir süre sonra İslam orduları Pyreneleri aştığında da Ortaçağ karanlığına gömülmüş bulunan Hıristiyan Batı alemi, kendini toparlayıp Müslümanlara karşı toplu bir harekata baş vuramadı. Fakat kısa bir süre devam eden atılımdan sonra İslam Dünyası da kendi iç problemleri ile cebelleşmeye başladığı için hızlı yayılma hareketi durdu ve iki taraf doğuda; Doğu Anadolu yaylaları, Güneyde Toros dağları ve Batı Avrupa’da da Pyrene sıra dağları uzun yıllar Hıristiyan-İslam sınır boyunu teşkil ettiler. Büyük Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar bu çizgi az-çok aynı şekilde sürüp gitti.

Ama Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in Dandanakan’da kazandığı savaş ile birlikte (1040) büyük akınlar halinde Müslüman Türk kavimleri Küçük Asya’ya doğru yürümeye başladılar. Kısa zamanda Bağdat İslam hilafetini de yanlarına alan Selçuk oğulları 26 Ağustos 1071 Cuma günü kendisinden kat kat büyük Bizans ordusunu Malazgirt Ovasında mağlup ettiler. Malazgirt meydan muharebesi ile Küçük Asya’nın kapıları Müslüman Türklere açıldı ve bir Bizans kroniğine göre, kara ve deniz sanki bütün dünya kafir barbarlar (Türkler) tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Malazgirt zaferinden yaklaşık 5 yıl sonra Türk orduları Bizans başkentinin varoşlarında görünmeye başladılar. Kutalmış oğlu Süleyman Şah, İznik’i fethedip kendisine payitaht yaptı. ve müteakip 5 yıl içerisinde de Nasır’üd Devle Ebu’l-Fevaris Gazi Sultan Süleyman Şah Boğazın Anadolu kıyılarına gelip bir gümrük idaresi kurdu. 1086 yılında Haleb ve Antakya’yı teslim almaya gelen Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Akdeniz’i gururla temaşa etti, iki rekat namaz kıldı ve devletin hudutlarını babasından daha ileriye götürdüğü için Allah’a şükretti. Atıyla denizin dalgalarına yürüyerek kılıcını suya çarptı ve şükürlerini tekrarladı. Denizden götürdüğü kumları babasının türbesine serperken de – Ey babam, sana müjdeler olsun, küçük yaşta bıraktığın oğlun devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdü- diyerek babasının ruhunu şad eder.

Artık bıçak kemiğe gelip dayandığı için Bizans tehlikenim vahametini sezer. İmparator Mihael 1074 Şubatında Papa VII.Gregoire’a başvurarak Türklere karşı yardım ister. Buna mukabil de Ortodoks kilisesi, tarihi düşmanlığı bırakarak Katolik kilisesine iltihak edeceğini vaad eder. Gerek Doğu Roma, gerekse artık Batı Hıristiyanlığının merkezi durumuna gelmiş olan Batı Roma, kısa zamanda kendisini toparlayıp ta tavır koyamaz.Fakat önce Batıda mevcut olan İslam topraklarını yeniden ele geçirmek için Katolik kilisesi Hıristiyan alemini toplu harekata hazırlar. 1072 yılında Normanlar Sicilya’yı zaptederek oradaki İslam hakimiyetine son verirler. 1085 yılında kral Alphonse VI. Ünlü bir İslam kültür merkezi olan Toledo’yu zaptederek imparatorluğuna merkez yapar. 1091 yılında İspanya’da Müslümanlara karşı Hıristiyan mücadelesi başlar. Katolik kilisesi tarafından organize edilen -Reconquista-yeniden zabt hareketi; Rodrigo Diaz de Bivar’ın Toledo kralı VI. Alphonso’nun yeğeni Jimena ile evlenerek Müslümanlara karşı Hıristiyan bir mücadele başlatmasıyla alevlenir. Bu kişi Müslümanlar arasında efendi anlamına gelen -Seyyid-, İspanyolca telaffuzu Cid, İspanyollar arasında da ünlü silahşor anlamına gelen -Compeador-unvanını kazanarak efsanevi bir kişiliğe bürünür. Ve nihayet Fransa’nın Clermont şehrinde Papa III. Urbain’in çağrısı üzerine 1096 yılında Pierre L’Ermite komutasında ilk haçlı savaşları başlar. Yaklaşık yüzyıl süren dört büyük haçlı savaşında(1.1096-1099,2.1100,3.1147-1149,4.1189-1192) sayıları yüz binleri aşan haçlı orduları İslam dünyasına hücum eder ve bu akınlar yedi kez tekrarlanır.

İslam dünyasının o günkü durumuna göz attığımızda görüyoruz ki, yaklaşık 800 yılında Bağdat’ta Halife Harun er-Reşid’in emriyle, 914 yılında birinin, 918 yılında ikisinin ve 925 yılında üçüncüsünün kurulduğu beş-altı hastane bulunmaktaydı. Bundan başka X. Asrın başlarında, doktorların hapishaneleri dolaşarak muayene ettiklerini, aşağı Irak köylerini ziyaret etmek suretiyle, seyyar muayenehane düzenlediklerini görmekteyiz. O zaman Bağdat’ta ne başlarsa öteki vilayetlerde de kopya ediliyordu. Böylelikle IX. Asırdan itibaren büyük şehir merkezlerinde hastaneler kuruldu. En büyüklerinden biri, 1284 de Kahire’de eski bir sarayda açılan 8000 yataklı olduğu rivayet edilen Mansuri hastanesidir.hastane çok zengin bir şekilde tefriş ve teçhiz edilmiştir. Hem kadın ve erkek hastalar ayrılmış, hem de dizanteri, göz ve ateşli hastalıklar için ayrı koğuşlar yapılmıştır. Hastane personeli arasında bazıları mütehassıs olan birçok cerrah ve hekimin yanısıra, kadın ve erkek hasta bakıcılar, çok sayıda idari hizmetliler bulunuyordu. Hastane müştemilatında ise, eczane, zahire odaları, mescit, kütüphane ve konferans salonu vardı. Hastaneler bu kadar mükemmel olunca, onların idaresi için yazılı rehberlerin bilinmesi artık şaşırtıcı değildir.

İslam dünyasındaki bu hastane geleneğini Avrupa ancak 1500 yıllarında kurmayı başaracaktı:–Haçlıların edindiği tecrübeler, takriben 1200 yılında yalnız hastalar için yapılmış ilk hastanelerin tesisine de amil oldu. Lakin bu tesisler bulaşıcı hastalıklar için ayrı koğuşlar ihtiva eden Müslüman hastane standartlarının çok gerisinde bulunuyorlardı. Hekimler, hastaları hastanelerde ziyaret ediyorlardı. Bununla beraber tarihte nöbetçi doktorlu ilk hastane1500 yılında Stassburg’da kurulmuştur. Hastanede, talebelerine klinik öğretimi yapan Müslümanlara ait diğer bir usul, Avrupalılar tarafından ancak 1500 yılından sonra kopya edilebilmiştir. 1163 yıllarında bile cerrahinin tıp ilimleri arasında okutulması papalığın bir fermanıyla yasaklanmıştı.-Cerrahlığa karşı olan bu tavır, belki de hem Arapça’dan yapılan tercümelerle tıp tahsilinde görülen muazzam gelişmeler sayesinde, hem de haçlı seferleri sırasında Hıristiyanların Müslüman tıbbından öğrendikleri ameli tecrübeler neticesi olarak sonunda değişmek mecburiyetinde kaldı.

Görülüyor ki Haçlı savaşları asıl amacının dışında ve bambaşka bir yönde gelişmelerin doğmasına neden olmuştur. Böylece geri kalmış Batı toplumları, ileri İslam toplumlarındaki gelişmenin nedenlerini, araştırmaya koyulmuşlar ve neticede İslam milletlerinin ilim ve kültürünü öğrenmekten başka yollarının bulunmadığını anlayıp İslam ilimlerini öğrenmek üzere faaliyete geçirmişlerdir. -Haçlı seferlerinin neticesi, Haçlıların peşinde koştukları gayenin tam tersi oldu. Haçlılar doğudaki hayat tarzının, kültürel bakımdan birçok mühim taraflarını benimsediler ve memleketlerine dönünce de bunları taklit ederek hayatları boyunca yaşamaya çalıştılar. Haçlı seferlerine katılan devletlerde Arapça’dan Latinciye bazı tercümeler yapıldı.

İslam düşüncesinin Batı’ya geçişinde Haçlı savaşları itici bir unsur olarak önemli bir görev üstlenmişti. Batı’da bir yandan düşman saydığı Müslümanlara karşı kin ve nefret hızla artarken, diğer yandan da düşmanın üstünlüğünü kabul edip ona karşı güçlenmenin ve onu alt edebilmenin çarelerini araştırmak isteği, doğrudan bu üstün düşmanın kültür kaynaklarına inmek gereğini doğurmuştur.

İslam düşüncesinin Batıya geçişinde iki önemli bölge aktif rol almıştır.: 1-Endülüs, 2- Sicilya

Bilindiği gibi İslam’ın ilk fetih yıllarında Bizans’ın ve özellikle Hıristiyanlığın merkezi olan Constantinople (İstanbul -Konstantiniyye) nin fethi Müslümanlar için erişilmesi gerekli büyük bir hedef olarak görülmüştü.belki de bunda İstanbul’un fethi ile ilgili olarak H.z Peygambere atfedilen bir hadisin etkisi vardı. Bu sebeple H.z Osman zamanında, Busr İbn Ebu Ertah kumandasındaki deniz kuvvetleriyle Mısır’da Abdullah İbn Ebu Serh komutasındaki deniz kuvvetlerinin ortaklaşa tertiplediği bir harekat ile Finike (Pohenix ) önlerinde Zatüs- Savari (direklerin çok olduğu savaş ) diye adlandırılan savaşta Bizans deniz filosu ile karşılaşılmıştı. 669 yılında da Fadale İbn Ubade el-Anzari komutasındaki Müslüman kuvvetler İstanbul’u kuşatmıştı. Bu kuşatma ertesi yıl kaldırılmıştı. İkinci kuşatma 674-680 yılları arasında olup yedi yıl savaşları diye bilinir. Bilahare 716-717 yıllarında Emevi kumandanlarından Mesleme komutasındaki bir ordu İstanbul’u kuşatmış ve bu kuşatmada da muhafız kıt’alarının reisi Abdullah büyük başarı göstermişti. Bu sebeple kendine el-Battal (Kahraman ) ünvanı verilmiştir ki Anadolu’nun Müslümanlaşmasında adı destanlara konu olan ünlü Seyyid Battal Gazinin bu kişi olduğu sanılmaktadır.Son olarak ta 782 yılında halife el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki Müslüman birlikler, Üsküdar’da karargah kurup, Bizans’ı cizye vermeye mecbur etmişlerdi. Kuzey Afrika’nın fethi ile birlikte Bizans’ı Batıdan kuşatma ve buradan hareketle Costantinople’u feth etme arzusu Müslümanları Akdeniz’in Kuzey sahillerine itmiştir.Nitekim bu amaçla 650 veya 670 yıllarında Sicilya Adası’nı kuşatmaya çalışmışlardır. H.z Osman devrinde ilk kez Müslümanların Endülüs’e çıkartma yaptıkları bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Bu arzu ve istek Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesine kadar sürecek, bundan sonra da Türkler Roma’yı fetih etmeyi kendileri için bir ideal (Kızıl Elma ) olarak göreceklerdir.

Ancak Endülüs’e ilk çıkartma 710 yılı Temmuz ayında Musa İbn Nusayr ‘ın azatlı kölesi Tarif tarafından gerçekleştirilir. Bir askeri keşif harekatı nitelinde olan bu çıkartmaya yaklaşık 400 atlı katılır. Cebel-i Tarık Boğazı’nın en dar yerinde bulunan ve bugünde kendi adını taşıyan Tarife isimli (İslam kaynaklarında Ceziret’ül Tarif ) yerden adaya ayak basan Müslümanlar kısa bir sürede Atlantik Okyanusuna kadar olan küçük bir alanı zapt eder ve buraya karargah kurarlar. Ertesi yıl (711) Musa İbn Nusayr diğer bir azatlı kölesi olan Berberi soyundan Tarık İbn Ziyadı 7000 kişilik bir ordu ile bugün kendi adını taşıyan Cebeli Tarık Boğazı’nın (Gibraltar ) en dar yerindeki kayalık kısımdan karaya çıkar. Septe (Ceuta) kontu Julian (İslam kaynaklarında Ulyan veya Yulyan ) Tarık İbn Ziyad’ı adanın fethi için davet eder. Nitekim İbn el-İzari bu efsaneyi olayı şöyle anlatır: “Kafir Yulyan -Yeşil adanın sahibi 91 yılında Musa’nın Tanca ve çevresinin valisi olan Tarık vasıtası ile İfrikiyye’nin sahibi Musa İbn Nusayr’a dehalet ederek, onunla mektuplaşıp, Endülüs’e girmesi için kendisini teşvik etti ve orayı güzel gösterdi. Denildi ki, bizzat kendisi deniz yoluyla onun ( Musa İbn Nusayr ) yanına gidip bu konuda onunla toplantı yaptı. Musa’da Velid İbn Abdülmelik’e ya bizzat kendisi giderek veya mektup yazarak- ki bu daha çok açık olanıdır- izi istemişti.Velid de onu gizlice denemesini ve Müslümanları aldatmamasını belirtti. Bunun üzerine Musa İbn Nusayr Berberilerden Ebu Zür’a künyesini taşıyan ve tarif denilen bir kişiyi yüz atlı ve dört yüz piyade ile oraya gönderdi. Dört gemi ile Tanca’nın Karşısındaki Endülüs sahillerinde ve bugün Tarif adası diye bilinen yere çıktı.. Bu, 91 yılı Ramazan ayında idi.”

İslam kaynaklarında – haklı olarak- efsanevi bir şekle bürünen bu fetih olayı ve Tarık ibn Ziyad’ın şahsiyeti ile ilgili değişik bilgiler verilir. Adaya ilk çıktığında gemileri yakan (bu husus, Endülüs tarihine ait ana kaynaklarda yer almayıp, sonraki yüzyıllarda yazılan Himyerî ve İbnü’l-Kerdebûs gibi 2. el kaynaklarda geçmektedir. Bu sebeple Endülüs araştırmacılarının çoğu bu haberin doğru olamayacağı görüşündedirler. Yani, gemilerin yakılması söz konusu değildir. Çünkü, askerlerin devletle bağlantısı sadece deniz yoluyla mümkün ve gemi yapımı zor bir iştir.)

Târık, askerlerini toplayarak şöyle bir konuşma yapar:
” Ey insanlar; nereye kaçabilirsiniz artık ? Arkanızda deniz önünüzde düşman. Allah’a and olsun ki, sizin için sabır ve sadakat tan başka yapacak bir şey yok. İyi bilin ki, siz bu adada cimriler meclisindeki öksüzlerden daha az imkana sahipsiniz.Karşınızda düşman, askerleri ve silahlarıyla sizi bekliyor. Yiyecekleri sebil gibi sizin neyiniz var? Kılıçlarınızdan başka sığınağınız ve düşmanlarınızın elinde kapabildiğinizden başka yiyeceğiniz yok. Uzun süre azıksız kalıp ta bir şey beceremezseniz, yerinizde yeller eser. Sizin korkunuzla dolu bulunan yürekler, yerlerinizi size karşı cesaretle dolmuş yüreklere bırakır. Bu azgın düşmana karşı direnerek, düşmeniz ihtimali bulunan kötü akıbet ve hüsrandan kendinizi koruyunuz.. Onun surlarla tahkim edilmiş kenti, sizi bu acı sonuca sürükleyebilir. Ölümü göze alırsanız, fırsatları değerlendirebilirseniz. Ben, kendimi kurtarabileceğim bir şeyi size emretmiyorum.Ve sizi en basit karşılığı canlar olan bir yola sürüklüyorum. İşe ilkin kendi nefsimden başlıyorum. İyi biliniz ki, pek az bir meşakkate katlanırsanız, sürekli ve çok zevkli güzellikleri elde edebilirsiniz… İyi biliniz ki, sizi davet ettiğim bu işe ilk koşan ben, olacağım İki topluluk karşılaştığında, milletinin azgını olan Lezrik’in (Rodrik) üstüne kedimi atacağım ve inşallah onu ben, öldüreceğim. O esnada sizde benimle birlikte atılın. Eğer ben, ondan sonra ölecek olursam, onun işini bitireceğim için artık size bir şey kalmayacak. O zaman siz, başınıza geçecek akıllı birini bulursunuz. Ama ondan önce ben, ölecek olursam; bu kararlı davranışın beni ta’kib edin. Siz de kendinizi onun üzerine atın. Bu adayı fethedebilmenin biricik yolu, onu öldürmektir.”

831 yılında Sicilya Müslümanlar tarafından fethedilmiş ve papalık iki yıl vergi ödemek zorunda kalmıştı. Bu gelişmeler Hıristiyan Batı dünyasını çok ürkütüyor, Ancak kuvvetli olan düşmana karşı bir şey yapamıyordu.

Doğudan Selçukoğulları’nın Malazgirt meydan muharebesini kazanıp ondan önce ve sonra Bizans’ı sıkıştırmaları, güneyden Sicilya Müslümanlarının papalığı vergi vermeye mecbur etmeleri, Batı’dan Endülüs’te gelişen olaylar, uzun sürede uyumakta olan Hıristiyan aleminin uyanarak papalığın buyruğu altında toplanmalarına neden oldu.1085 yılında Toledo zaptedildi, 1091 yılında Sicilya’daki son Müslüman yerleşim merkezi olan yer kaldırıldı ve 1096 yılında (Doğu Türk-İslam diyarı üzerine, L.Ş.) haçlı savaşları başladı. Endülüs’te Emevi hakimiyetinin son bulup küçük krallıklar devrinin başlaması üzerine Kuzey’den Hıristiyanların saldırısına uğrayan bu küçük devletler kendilerini koruma yollarını araştırdılar. Sevilla hükümdarlığını ellerinde bulunduran Benî Abbad’ın daveti üzerine Afrika’daki Murabıtlar hükümdarı Yusuf İbn Taşfin, yarımadaya geçerek 1086 yılının 23 Ekim’inde Badacoz ( Batalyevs) yakınlarındaki ez- Zellâka Savaşı’nda (İspanyolca Sacralias, bugün Sagrajas adıyla anılıyor) VI. Alfonso’yu mağlup etti. Daha sonra ünü destanlara konu olan el-Sid, (el Cid Campeador de Vivar) Murabıtlar’a (Almoravidas) karşı Alfanso’nun saflarında savaşmıştı. Murabıtlar’ın 1147 yılında yıkılışından sonra İspanya’da Muvahhidler (Almahodes) hanedanı hakim oldu.1212 yılında el-İkâb Savaşında birleşik Hıristiyan ordusu karşısında yenilen Muvahhidler tekrar Afrika’ya dönerler. el-İkâb meydan savaşı, Kurtuba’nın 100 km. doğu cephesinde cereyan eder.

Bu savaş bir bakıma Endülüs Müslümanlarının da kaderinin dönüm noktası olur. Kısa bir zaman sonra bütün Endülüs şehirleri birer birer Hıristiyanların eline düşer. 1236 yılında Kurtuba III. Ferdinand tarafından zaptedilir. Sütun ormanı diye ünlü Kurtuba Ulu Camii Assomption de la Viege’nin anısına kiliseye çevrilir. 1246-1248 de Seville III. Ferdinad’ın orduları tarafından zaptedilir.Ve Seville Ulu Camii kiliseye çevrilerek İspanyollar arasında “Girelda” diye şöhret bulan minaresi çan kulesine dönüştürülür. Zaten “Tavâif-i Mülük” (Mülûkü’t-Tavâif, Beylikler) şeklinde küçük devletciklere bölünmüş olan Endülüs Müslümanlarını, Kastilyalılar birbirine düşürerek yok etme metodunu başarı ile uygularlar. En son ayakta kalan devletcik Granada (Gırnata) bölgesine sıkışıp kalmış olan Nasrîler (Benî Ahmer Emîrliği) Kastilya Hıristiyan devletleriyle iyi ilişkiler kurarak (Çoğu zaman İspanyol krallara, bazen de Afrika’daki Merînîler gibi İslam hükümdarlarına tâbi olarak, Lütfi.Şeyban) bir süre daha -etkisiz de olsa- varlığını devam ettirir. Daha çok güzel sanatlar alanında büyüleyici başarılarıyla İspanya Hıristiyanlarının dehşetinden korunur. Nihayet bütün adaya hakim olan Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabelle’in 1469 yılında evlenerek bir hükümdarlık altında toplanması ile “Reconqueista” hareketinin son adımı da atılır. İki ay süren bir kuşatmadan sonra son Gırnata Emiri Ebu Abdullah (İspanyolca Boabdil) 2 Ocak 1492′de şatafatlı bir törenle şehrin anahtarlarını kral ve kraliçeye teslim eder. Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak görkemli el-Hamra’nın üst tarafında ve Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilir ve bugün İspanyolların “El-Ultimo Suspiro del Moro” (Mağrib’linin son iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim ettiği hazineyi göz yaşlarıyla seyreyler.

M.Akif’in mısralarıyla :

Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara,
Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar;
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür!
Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür,
Der ki : “Çarpışmadın erkekler gibi düşmanlarla;
Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla !

Böylece Endülüs Müslümanları, ya Hıristiyan olmak veya adayı terk etmek ya da öldürülmek arasında muhayyer bırakılırlar. 1556 yılında II. Philippe ülkede bulunan Müslümanların dillerini dinlerini ve İslami yaşayış biçimlerini terk etmelerini amir bir kanun çıkarır.

Endülüs, fetihten itibaren İslam kültür ve medeniyetinin filizlenip boy saldığı ve geliştiği en başta gelen merkezlerden birisi olmuştur. Gerek Yahudi gerek Hıristiyan ve gerekse Avrupa’nın muhtelif bölgelerinden gelen kimseler için bir eğitim merkezi rolünü oynamıştır. Bu bölgede yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar, kısa zamanda Arapça öğrenerek Araplar (Müslümanlar, -Lütfi.Şeyban-) gibi yaşamaya ve düşünmeye başlamışlardır. Bir süre sonra bunlar Araplaşmış anlamına Mozarap (Müsta’rip) adıyla anılacak büyük bir kitle haline gelmişlerdir. Hatta Hermanus Allemagnus Latince’ye çevirdiği eserlerde Arapça’daki tenvinleri bile göstererek “İbn Roşdin Ebu Nasrin” gibi Arap dili kurallarına uyduruyordu.

Camileri, sarayları, kütüphaneleri, kağıt imalathaneleri, hastaneleri ve medreseleriyle Endülüs, o günkü Batı’nın gözünü kamaştıran parlak bir uygarlığa sahipti. John W. Draper’in deyimiyle, “700 sene sonrasında bile Londra’da bir tek sokak lambası bulunmazken… Sonraki uzun asırlar boyu Paris’teki evinin eşiğinden yağmurlu bir günde sokağa adımını atan bir Paris’li ayak bileklerine kadar çamura batarken, aydınlık ve temiz sokaklarıyla Endülüs kentleri pek ileri ve gelişmiş bir görünüm arz ediyordu”.

Uzun asırlar boyunca Oxford Üniversitesi ilim muhitinde “hamama girip yıkanmak barbar ve dinsiz kimselere has bir gelenek olarak” nitelendirilirken, Nitzsche’nin deyimiyle ” Kilise kendisini temizliğe karşı bile korur. Mağrip’liler İspanya’dan uzaklaştırıldıktan sonra alınan ilk Hıristiyan’ca tedbir, halka açık hamamların kapatılması oldu. Bunlardan yalnızca Kurtuba’da 270 tane vardı.” Kastilya ve Leon Kralı VII. Alfonso bastırdığı paraların üzerine bir yüzünde Arapça “Alfonso Emirü’l Katolikin ( Katoliklerin kralı Alphonso ) diğer yüzüne de papanın ünvanı olarak “İmamü’l -Bîeti’l-Meshiyye” (Hıristiyan kilisesinin başkanı) ibaresini yazdırıyordu.

Toledo 1085 yılında VI. Alfonso tarafından zapt edildikten sonra da yaklaşık iki asır daha yazılı hukuk ve ticaret dili olarak Arapça kullanılıyordu. Hatta, Mozaraplar Latin dilinde yazarlarken bile Arap alfabesini kullanıyorlardı.

Piskopos Alvar, 854 yılında Hıristiyan gençlerin çok fazla etkisinde kaldıklarından, bu yüzden de Latince’yi bırakıp Arapça çalıştıklarından yakınmaktadır. Alvan şöyle diyordu :
“Müslümanların kutsal hükümlerini incelediğimiz ve felsefe sistemlerini -daha doğrusu hikmetli konuşmalarının aslını- öğrenmek için onların toplantılarında bulunduğumuz ve bunu da onların yanlışlarını ret maksadıyla değil ancak dillerinin son derece yumuşak edebi ve çekici güzelliği için yaptığımız halde, İncil’i okumayı ihmal ediyoruz. Kutsal kitabımızı incelemeye dalmış Latin büyüklerinin eserlerinden birisine göz atıp zaman harcayan bilgili bir adamı şimdi nerde bulabiliriz? Bol sözlü nazik tavırlı Hıristiyan gençlerimiz, elbiseleri ve arabaları ile gösteriş yapmakta ve yabancıların ilimleriyle şöhret kazanmayı iyi bir meziyet saymaktadırlar. Arab’ın fasih ve süslü dili ile başları dönmüş bir halde Müslümanların kitaplarını hevesle müzakere ediyorlar ve içindekileri hırsla yutuyorlar. Bunlar kilise edebiyatından hiçbir şey bilmedikleri halde İslami eserleri yaldızlı sözlerle methedip gidiyorlar.”

Endülüs ,Sicilya, Maveraünnehir ,Selçuklu ve Osmanlı Medeniyetimizin zirveleriydiler.Bir gün her şey tersine döndü.Sağlam yattık şaşı kalktık dedik.Hayır. Ne zaman; atasözümüzdeki körle yatan şaşı kalkardı. Batıyla yatma heveslisi olduk o zaman mesnevideki şişeleri şaşı gören çırağa döndük.Kırdık birini diğeri de kayboldu.Evet biz kendi medeniyetimizi yere çalmıştık.Gözlerimizin şaşı olmaya başladığını bilemedik Cemil Meriç’in ifadesiyle mustağriplerdi aydınlarımız.Şaşırmış yol arıyorlardı.Evdeki helalli evdeşini bırakıp gece yarısına kadar hovardalık edip eve sarhoş gelince hem eşini ve çocuklarını döven hem de sarhoşluğundan başı dönüp kusan, bakışları bozulan insandan ne farkımız kalmıştı?

Onlar ilimde fende terakki etdiler diyorduk .Biz asırlarca uyuduk, kitaba uymadık onlar laboratuarlarda deneyler yaparken biz neredeydik diye kendimizi suçluyor suçluyorduk.

Acaba tüm bu söylediklerimiz yeterlimiydi? hakikatle bağdaşıyor muydu?

…………..TARİH’DE YOLCULUK (2) ‘de görüşmek üzere…….

KAYNAKLAR:

Lütfi Şeyban RECONQUISTA: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, İz Yayınları, İstanbul 2003

 Bekir Karlığa, “İslam Düşüncesinin Batı’ya Geçişinde Haçlı Savaşları, Endülüs ve Sicilya I-II”,Mavera, XI, Ocak (1987), s. 16-22; Şubat (1987), s. 17-28