İlyas Doğan’ın “Tanzimat Sonrası Osmanlı Aydınlarında Çağdaşlaşma Sorunu ve Arayışlar” isimli makalesinden çağdaşlaşma serüvenimizi şu cümlelerde bulabiliriz: “Türk toplumunda çağdaşlaşma sorununun son üç yüz yıla damgasını vurduğu söylenebilir. Türkçe’de “modernleşme”, “batılılaşma”, “sanayileşme” terimleri de kullanılmaktadır. Çağdaşlaşmayı tanımlamaya çalışırken çoğu zaman buna bir “süreç” olarak yaklaşılmaktadır ve bu sürecin farklı görünüm biçimleri “tasvir” edilerek bir sonuca varmaya çalışılmaktadır. Bu durum batılı ya da doğulu olmakla ya da olmamakla değil, çağdaşlaşmanın çok boyutluluğundan kaynaklanmaktadır. Çağdaş kelimesi köken olarak yakın tarihin bir ürünü olarak nitelenebilir. Buna rağmen kavramın kökenini Ortaçağ Latincesi dönemine kadar götürmek mümkündür. Bu dönemde “çağdaş” kavramı çeşitli dillerde yaşanan ve geçmişte yaşamış yazarları ayırt etmek için kullanılmaktaydı. Yedinci yüzyıla gelindiğinde “modernity”(çağdaşlık), “modernizers” (çağdaşlaştırıcılar) ve “modernization”(çağdaşlaşma) terimlerinin çoğu kez teknik anlamda kullanıldığına rastlanmaktaydı. Öte yandan Shakespeare başta olmak üzere bir çok İngiliz yazar ve düşünürü çağdaş sözcüğünü çoğu zaman “bayağı”, “basmakalıp” anlamında kullanmayı yeğlemişlerdir. İngiliz yazarlar Fransız Devrimini gerçekleştirenleri “çağdaşlaştırıcılar” olarak nitelerken bu sözcüğe negatif bir anlam yükledikleri kuşkusuzdu.

Çağdaşlaşma ya da diğer ifadeyle modernleşme Türk öğretisinde de batılı yazarların düşünceleri ışığında anlamlandırılmıştır. Modernleşme “geleneksel toplumdan modern toplum tipine doğru evrilen bir toplumsal değişim süreci” olarak tanımlanırken modernleşmenin toplumun derinliklerine etki etme özelliğine dikkat çekilmektedir. Bu açıdan çağdaşlaşma toplumun, evrensel yasalara bağlı bir biçimde “birbirini izleyen ve sonrakinin öncekine oranla daha üstün olduğu aşamalı bir evrim niteliğinde” anlaşılmakta ve temelinde bir “ilerleme fikri”ni barındırmaktadır.” (1)

Tanzimat’ın Arka Planı:

Osmanlı toplumunda Tanzimat’a kadar “geleneksel yapı” içinde bulunarak toplumsal sorunları çözme anlayışı egemen olmuştur. Bazı “yenilikler”in kaçınılmazlığı Tanzimat ile birlikte açık ve sürekli olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Tanzimat bu bakımdan bazı özelliklere sahiptir. Bilindiği gibi bu dönem bir reform dönemidir. Bu dönemde hız kazanan reformlar daha sonra devam edecektir. Söz konusu reformlar içinde padişahın da bulunduğu yüksek devlet yöneticileri öncülüğünde gerçekleştirilmekteydi. Bu nedenle Tanzimat ile girişilen hukuk, idari sistem ve eğitim gibi sosyal alanda yenileşme hareketlerine tabandan, halkın en azından geniş bir kesiminden gelen talepler olarak bakılamaz. Bir başka deyişle Tanzimat tabandan gelen bir değişim baskısı sonucu ortaya çıkan yeni toplumsal durum olarak değil devlet adamları öncülüğünde yürütülen bir devleti onarma, yenileşme çabası olarak değerlendirilmek gerekir.

Tanzimat Döneminin en tanınmış devlet adamları Mustafa Reşid Paşa, Âli ve Fuat Paşa’lardır. Bunlar, sadrazamlık görevi ifa ederlerken reformların gerçekleştirilmesi yönünde aktif adımlar atmışlardır. Doğaldır ki Tanzimat’ın mimarları ve uygulayıcıları sadece anılan devlet adamlarıyla sınırlı değildir. M. Reşid’in yakın arkadaşlarından ve meslektaşlarından biri olan Sadık Rıfat Paşa da önemli isimlerdendir.

1839 Fermanı’nın ortaya çıkmasında bürokrat aydınların oynadığı rol bilinmektedir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında Fermanın temelinde yatan görüşlerin sadece M. Reşid Paşa’nın fikirleriyle sınırlı olmadığı dikkat çekmektedir. M. Reşid Paşa’nın 1839’dan önceki yazılarında batılılaşma konusundaki görüşler ağırlıklı bir yer işgal etmez. Ancak onun yakın mesai arkadaşı Rıfat Paşa’nın 1837-1839 yılları arası Viyana elçiliği sırasında yazdığı ve “Müntehabat-ı Âsar” adlı kitabında yer verdiği bir risalede ortaya konulan görüşlerin bir nevi Gülhâne Hattına hazırlık niteliği taşıdığı ifade edilmiştir. Bu risalede içerik olarak Avrupa’da hükümdarların ve devlet adamlarının yasalara uydukları, memuriyet görevlerinin liyakate göre verildiği ve ortada ciddi bir gerekçe yoksa kolay kolay görevden uzaklaştırılmadıkları, yine kimsenin ölümü halinde devletçe malvarlığına el konulmadığı, vergi toplama işleminin yasalar çerçevesinde yürütüldüğü ifade edilmektedir. Rıfat Paşa keyfi yönetimin egemen olduğu yerde devletin “çökeceğini” söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ona göre keyfi yönetimde teb’a devlete karşı güvensizlik duymakta ve bu da teb’anın topluma, üretimle, servet birikimiyle katkıda bulunmasını, toplumun ilerlemesini engelleyici rol oynamaktaydı. Böyle bir durum ancak sultanın, “beğensin veya beğenmesin” sistemin kurucu ilkelerinin yer alacağı “laik” nitelikli “temel yasalar”a Avrupa’daki bütün krallar gibi uyması gerektiğini açıkça ortaya koymaktaydı. Aynı yazar “hükümetler halk için mevzû olup, yoksa halk hükümetler için mahlûk değildir” ifadesiyle dönemine göre toplumsal sorunlara ne kadar farklı yaklaştığını ortaya koymuştur.

Sadık Rıfat Paşa aynı zamanda Osmanlı hukuk sisteminde bürokratlara hukuksal güvence bir anlamda özerklilik sağlanması gerektiği görüşündeydi. Memurlara “makul bir neden” yoksa “despotça” davranılmamalıydı. Memurlar devlet meseleleriyle ilgili konularda görüş beyan etmekten dolayı görevden alınmamalı, onların mallarının müsadere edilmesi için bir bahane olarak kullanılmamalıydı. Bürokrasiye yeni haklar tanınmalıydı. Bu fikirlerin Tanzimat Fermanında ele alınan en önemli konulardan biri olduğu görülecektir.

Devletin yapısal yeniliklere duyduğu gereksinimi karşılayabilmek için zaten devlet adamları ciddi bir arayış içindeydiler. Bu arayışta dış baskılar gibi iç nedenler de baskıda bulunmaktaydı. Avrupa ülkelerinin baskıları bilinmektedir. Buna ayrıca Mısır Valisi’nin isyanını da eklemek gerekir. Osmanlı devlet adamları haklı ve doğru bir teşhisle Kütahya önlerine kadar gelen Kavalalı M.Ali Paşa’nın ilerleyişini durdurmak ve göz göre göre çökmekte olan devleti “kurtarmak” için modernleşme yolunda ciddi bir karar verdiler ve Tanzimat bu kararın hayata geçirilmesi iradesinin bir sonucudur. Devlet hem çökme sürecine girmiş, kendi güvenliğini sağlayamaz bir durumdaydı hem de iç güvenlik ve huzuru bizzat sağlayamamaktaydı. Bu nedenle Tanzimat sürecinin başlangıcı ve ilerleyişini doğru yorumlayabilmek için hem iç nedenleri hem de Avrupa devletlerinin baskılarını göz önüne almak gerekir. Bununla beraber modernleşme yönünde atılan Tanzimat adımı salt güvenlik endişelerini aşmak için değildi. Aynı zamanda devletin karşı karşıya bulunduğu yapısal sorunları çağdaş ülkelerdekine benzer biçimde çözme amacı da vardı.

Osmanlı bürokrat-aydını Avrupa dillerinden birini bilmenin rahatlığının ve avantajının farkındaydı. “Halka fazla önem vermemeleri ve imparatorluktaki diğer bütün sınıflardan kendilerini üstün görmeleri””bu özel rahatlık ve avantajın bir göstergesi sayılmak gerekir. Bu nedenle Tanzimat sonrası modernleşme çabalarında yaptıklarının halk katında benimsenmesini beklemek gibi zaman kaybettirecek bir tavra girmemişlerdir. Bunun için gerçekte zaman da yoktu. Yapılması gerekenler acilen gerçekleşmesinin gerekli olduğuna inanılan şeylerdi. Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı Devletinde batı tarzı laik hukuksal düzenlemeler girmeye başlamıştır Tanzimat ile birlikte gerçekleştirilen yeniliklerle devletin idari, ekonomik ve amaçlamışlardır sosyal “görünümünde” köklü değişmeler olmuştur. Girişilen reformlar bazı eski yüksek bürokrat ve devlet adamlarınca “kerhen” desteklenmiştir. Ancak bunlar gerçekte reformlara karşıydılar. Bununla beraber Abdülmecid’in Tanzimat öncülerine açıkça destek vermesi bu reform aleyhtarlarının daha fazla ileri gitmelerine engel oluyordu. Buna rağmen Damad Said Paşa ve eski Serasker Hüsrev Paşa M. Reşid Paşa’nın öldürülmesi yönünde hükümdara sık sık teklifte bulunmaktan geri kalmamışlardır.

Osmanlı laik bürokrasisi reform politikalarının hazırlanmasında ve yürütülmesinde ulema ile işbirliği yapmış olmasına rağmen bir takım meselelerde aynı fikirleri paylaşmıyordu. Laik bürokrasi 19.yy. başlarında artık değişimi başlatabilecek bir güce ulaştı. Avrupa aydınlanma despotizminin bir süre kullanmış olduğu idari kurumları ve iktisadi saikleri Türkiye’ye getirmeyi hedef alan bir program başlattı. Böylece yapılan değişiklikler zamanla ulemanın prestij ve mevkiini kaybetmesine neden oldu. Bu anlamda 1827’de Tıbbiyenin kurulması, her şeyden önce Tanzimat Fermanının ilanı, 1846’da Umumi Maarif Vekaleti’nin kurulması, 1846’de Harbiye okulunun kurulması, 1847’de devletçe finanse edilen ilk okulların açılmaya başlanması devletin eğitimi doğrudan kontrol etmesine yardımcı olmaktaydı, 1859’da Mülkiye Mektebinin açılması, 1860’larda Rüşdiye okullarının açılması hep laik bürokrasinin gücünü arttırmaya katkıda bulunan gelişmelerdi.

Sağlanan gelişmeler bürokrasinin devletin gücünü yenileme ili ilgili konulardaki karakteristik tavrının bir sonucuydu. Şayet Batı kurumları devleti yeniden ihya gücüne sahipse benimsenecekti. Aksi takdirde Osmanlıda batılılaşmayı açıklamak güçleşecekti. Bu Batılılaşma mecburiyetini 1880’de Saffet Paşa hem gizli hem de açıkça devletin medeni bir hale gelmesi için Avrupa medeniyetini bütünüyle benimsemesi gerektiğini ısrarla vurgulamaktaydı. (1)

“Tanzimat-i Hayriyye” de denilen Tanzimat Fermanı, Müslüman olan ve olmayan halkların ileri gelenlerinin önünde yeni padişahın yayınlanan bildirisi durumunda olan bu vesika esas itibariyle Reşid Paşa’nın Dişişleri Bakanı olduğu donemde Avrupa devlet adamlarıyla yaptıgı konuşmalardan edindiği bir reform proğramı niteliğindedir.

TANZİMAT FERMANI (orijinal metin)

Gülhâne ‘de kıra ‘ât olunan Hatt-ı Hümâyûn ‘un suretidir 26 Şaban 1255 (3 Kasım 1839)

Cümleye m’alûm olduğu üzere Devleti Aliyyemizin bidayeti zuhu­rundan beru ahkâm-ı celîle-i kura’niyye ve kavânîn-i şer’iyyeye kemâ­liyle ri’âyet olunduğundan saltanat-ı seniyyemizin kuvvet ve miknet ve bi’1-cümle tebaasının refah ve m’amûriyyeti rütbe-i gayete vâsıl olmuş iken yüz elli sene vardır ki, gavâ’il-i müteakibe ve esbâb-ı mütenevvi’âya mebnî ne şer’-i şerife ve ne kavânîn-i münîfeye inkiyâd ve imtisal olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet ve m’amûriyyet bi’lâkis zaaf ve fakre mubeddel olmuş ve halbuki, kavânîn-i şer’iyye tahtında idare olunmıyan memâlîkin payidar olamıyacağı vâzıhâtdan bulunmuş olup cülûs-ı hümâyûnumuz rûz-ı firûzundan beru efkâr-ı hayriyyet-âsâr-ı mülûkânemiz dahî mücerret ‘imâr-ı memâlîk ve enhâ ve terfîh-i ahâlî ve fukara kaziyye-i nâ-fi’asına münhasır ve memâlîk-i Devlet-i Aliyyemizin mevki’-i coğrafîsine ve arazi’-i münbitesine ve halkın kabiliyyet ve istidatlarına nazaran esbâb-ı lâzimesine teşebbüs olunduğu halde beş on sene zarfında bi-tevfıkihî teâlâ sûver-i matlûba hâsıl olacağı zahir olmağla avn ü inayeti hazret-i bâriye ‘itimat ve imdâd-ı ruhâniyyet-i cenâb-ı peygamberîye tevessül ve istinat-birle bundan böyle Devlet-i Aliyye ve memâlîk-i mahrûsamızın hüsn-i ida­resi zımmında b’azı kavânîn-i cedîde vaz’ ve tesîsi lazım ve mühimm görünerek işbu kavânîn-i mukteziyyenin mevâdd-ı esâsiyyesi dahî emniyyet-i can ve mahfüziyyet-i ırz ve namus ve mal t’ayîn-i vergi ve asâkîr-i mukteziyyenin sûret-i celb ve müddet-i istihdamı kaziye­lerinden ibaret olup şöyle ki, dünyada candan ve ırzu namustan eazz bir şey olmadığından bir âdem anları tehlikede gördükçe hilkat-i zâtiyye ve cibiliyyeti fıtrîyyesinde hiyânete meyil olmasa bile muhâfaza-i can ve nâmûsu için elbette bazı suretlere teşebbüs edeceği

ve bu dahî devlet ve memlekete muzırr olageldiği müsellem olduğu misüllû bi’lakis can ve namusundan emîn olduğu halde dahî sıdk u istikâmetden aynlmıyacağı ve işi ve gücü hemen devlet ve milletine hüsn-i hizmetten ibaret olacağı dahî bedîhî ve zâhîrdir ve enıniyyet-i mal kaziyyesinin fıkdanı halinde ise herkes ne devlet ve ne milletine ısınamayıp ve ne ‘imâr-ı mülke bakamayıp dâ’imâ endişe ve ıztıraptan hâlî olmadığı misüllû aksi takdirinde yani emval ve emlakinden emniyyet-i kâmilesi olduğu halde dahî hemen kendü işi ile ve tevsî-i dâ’ire-i taayyüşiyle uğraşıb ve kendüsinde günbegün devlet ve millet gayreti ve vatan muhabbeti artıp ânâ göre hüsn-i harekete çalışacağı şüpheden azadedir. Ve t’ayîn-i vergi maddesi dahî çünkü bir devlet muhafaza-i memâlîki için elbette asker ve leşkere vesâ’ir masârîf-i muktaziyyeye muhtaç olarak bu, ise akçe ile idare olunacağına ve akçe dahî tebaanın vergisiyle hasıl olacağına binâ’en bunun dahî bir hüsn-i suretine bakılmak ehemm olup eğerçi, mukaddemlerde varidat zann olunmuş olan yedd-i vahit beliyyesinden le-hülhamd memâlîk-i mah-rûsamız ahâlîsi bundan evvelce kurtulmuş ise de âlât-ı tahrîbîyyeden olup hiçbir vakitte semere-i nâfıası görülmeyen iltizamât usûl-ı muzırrası el-yevm câri olarak bu ise bir memleketin mesâlîh-i si-yâsîyye ve umûr-ı mâlîyyesini bir âdemin yedd-i ihtiyarına ve belki, pençe-i cebr ü kahnna teslîm demek olarak o dahî eğer zaten bir iyice âdem değilse hemen kendi çıkarına bakıp cem’-i harekât ve sekenâtı gadir ve zulümden ibaret olmasiyle bâdezîn âhâli-i memâlîkten her ferdin emlâk ve kudretine göre bir vergi-i münâsib t’âyin olunarak kimseden ziyâde şey alınamaması ve Devlet-i Aliyyemizin berren ve bahren masârîf-i askerîyye vesâ’iresi dahî kavânîn-i icâbîyye ile tahdit ve tebyîn olunup ânâ göre icra olunması lâzimedendir ve asker maddesi dahî ber-minvâl-i muharrer mevâdd-ı mühimmeden olarak eğerçi, muhâfaza-i vatan için asker vermek ahâlînin farîze-i zimmeti ise de şimdiye kadar câri olduğu veçhile bir memleketin aded-i nüfusu mevcûdesine bakılmıyarak kiminden rütbe-i tahammülünden ziyâde ve kiminden noksan asker istenilmek hem nizamsızlığı ve hem zirâat ve ticâret mevâdd-ı nâfı’asının İhlâlini mûcib olduğu misüllû askerliğe gelenlerin ilâ-nihayetü’1-ömür istihdâmlan dahî füturu ve kat’-ı tenasülü müstelzim olmakda olmasiyle her memleketten lüzumu takdirinde talep olunacak neferât-ı askeriyye için bazı usûl-i hâsene ve dört veyâhûd beş sene müddet istihdam zımmında dahî bir tarîk-i mü­nâvebe vaz’ ve t’esîs olunması icâb-ı haldendir.

Ve’1-hâsıl bu kavânîn-i nizâmîyye hâsıl olmadıkça tahsîl-i kuvvet ve m’amûrîyyet ve âsâyiş ve İstirahat mümkün olmayup cümlesinin esâsı dahî mevâdd-ı meşrûhadan ibaret olduğundan fı-mabâd eshâb-ı cünhanın d’avâları kavânîn-i şer’iyye iktizâsınca alenen ber-veçh-i tedkîk görülüp hükmolunmadıkça hiç kimse hakkında hâfî ve celî tarafından diğerinin ırz ve namusuna tasallut vuku’ bulmamak ve herkes emval ve emlâkine kemâl-i serbestiyyetle mâlik ve mutasarrıf olarak ânâ bir taraftan müdâhale olunmamak ve firarda birinin töhmet ve ka­bahati vuku’unda ânın veresesi ol töhmet ve kabahatten berîü’zimme olacaklarından ânın malını müsadere ile veresesi hukûk-ı irsîye-lerinden mahrum kılınmamak ve tebaayı saltanat-ı seniyyemizden olan ehl-i islâm ve milel-i sâ’ire bu müsâ’adât-ı şahanemize bila­istisna mazhar olmak üzere can ve ırz ve nâmûs ve mal maddelerinden hükm-i şer’î iktizâsınca kâffe-i memâlîk-i mahrûsamız ahâlîsine taraf-ı şahanemizden emniyyet-i kâmile verilmiş ve diğer hususlara dahî ittifâk-ı ârâ ile karar verilmesi lâzım gelmiş olmağla Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ‘âzası dahî lüzumu mertebe teksîr olunarak ve vükelâ ve ricâl-i Devlet-i Aliyyemiz dahî b’azı t’ayîn olunacak eyyamda orada içtimâ’ ederek ve cümlesi efkâr ve mütaleâtını hiç çekinmeyip serbestçe söyliyerek işbu emniyyeti can ve mal ve t’ayîni vergi husus­larına dâ’ir kavânîn-i mukteziyye bir taraftan kararlaştırılıp ve tanzî-mât-ı askerîyye maddesi dahî Bâb-ı Seraskerî Dâr-ı Şûrasında söyle­şilip herbir kanun karargîr oldukça ilâ- maşallâhu taalâ düstûrü’1-amel tutulmak üzere bâlâsı hatt-ı hümâyûnumuz ile tasdîk ve tevşîh olunmak için taraf-ı hümâyûnumuza arzolunsun ve işbu kavânîn-i şer’îyye mücerret din ve devlet ve milleti ihya için vaz’ olunacak olduğundan cînib-i hümâyûnumuzdan hilâfına hareket vuku’ bulma­yacağına ahd ü misak olunup hırka-i şerîfe odasında cemi’ ulemâ ve vükelâ hazır oldukları halde kasem-i billâh dahî olunarak ulemâ ve vükelâ dâhil tahlîf olunacağından ânâ göre ulemâ ve vüzerâdan ve’l-hâsıl her kim olur ise olsun kavânîn-i şer’îyeye muhalif hareket eden­lerin kabahat-i sabitelerine göre tedîbât-ı lâyıklarının hiç rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmıyarak icrası zımnında mahsûsen ceza kanun­nâmesi dahî tanzim etdirilsin ve cümle me’mûrînin elhaletühâzihî mikdâr-ı vâfî maaşları olarak şayet henüz olmıyanları var ise onlar dahî tanzîm olunacağından şer’an menfur olup harâbîyyet-i mülkün sebeb-i âzâmı olan rüşvet mâdde-i kerîhâsının fimâ-bâd adem-i vuku’u maddesinin dahî bir kanûn-ı kavî ile te’kîdine bakılsın.

Ve keyfiyât-ı meşrûha usûl-i atîkayı bütün bütün tağyîr ve tecdît demek olacağından işbu irâde-i şahanemiz Dersâadet ve bi’1-cümle memâlîk-i mahrûsamız ahâlîsine i’lân ve i’şâa olunacağı misüllû dü-vel-i mütehâbbe dahî bu usûlün inşallah-ı Taâlâ ile’1-ebed bekaâsına şahit olmak üzere Dersâadetimizde mukîm bi’1-cümle süferâya dahî resmen bildirilsin.

Hemen Rabbimiz Taâlâ Hazretleri cümlemizi muvaffak buyursun ve bu kavânîn-i müessisenin hilâfına hareket edenler Allah-ı Taâlâ Hazretlerinin lanetine mazhâr olsunlar ve ile’1-ebed felah bulmasınlar(2)

GÜLHANE HATTI(TANZİMAT FERMANI) (Bugünkü Türkçe ile)

“Osmanlı Devleti doğuşundan beri Şeri’ata son derece bağlı olduğundan saltanat kuvvetli ve halk refah içinde idi. Fakat 150 yıldan beri birbiri ardından gelen gaileler ve çeşitli sebepler yüzünden Şeri’ata ve kanunlara uyulmadığından eski kuvvet ve zenginlik güçsüzlük ve fakirliğe dönmüştür. Serî kanunlar altında idare olunmayan memleketlerin ayakta kalmayacağı açık bir gerçek olduğundan tahta çıktığımız günden beri bütün düşüncemiz sırf memleketi kalkındırmak ve halkı refaha kavuşturmak noktasında toplanmıştır. Halbuki devletimizin coğrafî mevkii, verimli toprağı ve halkın kabiliyeti göz önüne alınırsa, gereken işlere girişildiği takdirde beş on yıl içinde Allah’ın yardımıyle dilediğimiz şeylerin gerçekleşeceği meydandadır. Bu sebeple Tanrı’nın yardımına ve Peygamberin rûhâniyetine güvenerek bundan böyle:

1. Devletin ve memleketin idaresi için bâzı yeni kanunlar konulması lüzumlu görülmüştür. Bu kanunların esasları ise, can emniyeti, ırz ve namusun ve mülkiyetin korunması, verginin tâyini ve gereken askerin toplanması ve hizmet süresi noktalarında toplanır. Şöyle ki:

a)  Dünyada candan ve ırz ve namustan daha aziz bir şey yoktur. Bir insan onları tehlikede gördükçe kendi yaradılışında hıyanete meyil olmasa bile can ve namusunu korumak için muhakkak bir harekete kalkışır. Bunun ise devlet ve memlekete ne kadar zararlı olacağı meydandadır. Buna karşılık şu da bir gerçektir ki, insan canından ve namusundan emin olursa doğruluktan ayrılmaz, tşi ile gücü ile uğraşarak yalnız devlet ve milletine faydalı olur.

b)  Mal emniyetine gelince, bu olmazsa kimse devletine ve milletine ısınamaz; ve memleketin kalkınmasına ilgi göstermeyip daimî bir kaygı içinde yaşar. Halbuki
şu da bir gerçektir ki, malından emin olan kimse kendi işiyle uğraşır, geçim çevresini genişletmeğe çalışır ve kendinde her gün devlet ve millet gayreti ve vatan sevgisi artar.

c)  Vergilerin belirli olması noktasına gelince, bir devlet ülkesini korumak için elbette askere muhtaçtır ve bunun için gereken masrafı yapmak zorundadır. Bu masraf ise tebaanın vergisiyle meydana geleceğinden bunun daha iyi bir hâle getirilmesi yollarım aramak mühimdir. Eskiden bir gelir kaynağı sayılmış olan tekel belâsından yakında kurtulduk, fakat şimdiye kadar asla bir faydası görülmeyen yıkıcı iltizam usûlü bugün de yürürlüktedir. Bu usûl bir memleketin siyasî ve malî işlerini bir  adamın keyfine ve hattâ baskısı altına teslim etmek demektir. Eğer bir de o adamın iyi bir karakteri yoksa, yalnız kendi çıkarına bakıp her işi zulümden ibaret olacaktır. İşte bu sebeple bundan sonra herkezin emlâkine ve kudretine uygun bir vergi tâyin olunarak kimseden fazla bir şey alınmayacak ve devletin kara ve deniz askerî masrafları ile diğer giderlerini gerekli kanunlarla sınırlandırıp belli ederek masraflar ona göre yapılacaktır.

ç) Asker meselesi dahi söylediğimiz gibi mühim meselelerdendir. Memleketi korumak için asker vermek ahâlinin boynunun borcudur. Fakat şimdiye kadar bölgelerin nüfus miktarı göz önünde tutulmayarak kiminden fazla kiminden noksan asker istenmekte idi. Bu da hem nizamsızlığa hem de ziraat ve ticaretin zarar görmesine sebep olmakta idi. Diğer taraftan askerliğe gelenlerin ömürlerinin sonuna kadar bu hizmette bırakılmaları, kendilerinin ümitsizliğe düşmeleri sonucunu vermekte, soy sop sahibi olmalarım önlemekte idi. Bundan dolayı şimdiden sonra her bölgeden gerektiği zaman istenecek askerin daha iyi bir usûle göre alınması ve dört beş yıl müddetle sıra ile hizmet etmelerini sağlayacak bir usûl bulunması gerekmektedir.

  1. Hulâsa olarak, bu nizamî kanunlar meydana getirilmedikçe kuvvetlenme, kalkınma ve huzur mümkün almayıp hepsinin esâsı da yukarıda açıklanan
    noktalardan ibarettir. Bundan sonra suçluların dâvaları şer’î kanunlara göre herkesin önünde incelenip hüküm verilmedikçe hiç kimse hakkında gizli açık idam ve
    zehirleme gibi muameleler yapılmayacak, hiç kimse başkasının ırz ve namusuna el uzatamayacak ve herkes mal ve mülküne tam bir serbestlik ile mâlik ve mutasarrıf
    olacak ve kimse kimsenin işine karışmayacaktır. Faraza biri bir suç işlemiş olsun, onun mirasçıları onun suçu ile suçlandırılamayacağından suçlunun malının devlet
    tarafından müsaderesiyle mirasçılar haklarından mahrum bırakılmayacaktır. Tebaamızdan olan Müslümanların ve diğer milletlerin (dinî cemaatler) bu müsaadelerden istisnasız faydalanmaları için can, ırz ve namus ve mülkiyet maddelerinde, Şeri’at hükmü gereğince bütün memleket halkına tarafımızdan tam garanti verilmiştir.
  2. Başka hususlara dahi oy birliğiyle karar verilmesi gerektiğinden Meclis-i Ahkâm-ı Adliye üyeleri lüzumu kadar çoğaltılacak ve vükelâ, devlet ricali belirli
    günlerde orada toplanacak ve herkes düşüncelerini hiç çekinmeden serbestçe söyleyerek can ve mal emniyeti ve vergilerin tâyini hususlarına dâir gereken
    kanunları karar altına alacaklar, diğer taraftan askeri tanzimat (tanzimat-i askeriyye) da Bab-ı Seraskerî Dâr-ı Şûrasında söyleşilip gereken kanunlar kararlaştırılacaktır. Her kanun karara bağlandıkça Hatt-i Hümâyûn’um uz la tasdik edilmek için tarafımıza arz olunacaktır. Şeri’ata uygun olan bu kanunlar, ancak din ve devlet, mülk ve milleti kalkındırmak için konulacağından tarafımızdan buna aykırı hareket vuku bulmayacağına ahd ve mîsâk olunup Hırka-i Şerîfiye odasında bütün ulemâ ve vükelâ
    Tanrı adı ile ayrıca yemin edilecektir. Ulemâ ve vükelâdan dahi yemin alıncaktır. Bu sebeple, ulemâdan vüzerâdan kim olursa olsun, bundan sonda bu şer’î kanunlara aykırı hareket edenlerin meydana çıkan kabahatlerine göre rütbeye, hatır ve gönüle bakılmaksızın lâyık olduktan cezaya çarptırılmaları için husûsî bir ceza kanunnamesi düzenlenecektir. Bütün memurların şimdiki halde yeter maaşları vardır. Olmayanların da durumu ayarlanacaktır. Onun için şer’an pek tötü sayılan ve memleketin yıkımına en büyük sebep olan rüşvetin bundan sonra olmamasının da bir kanun ile sağlam bir şekilde te’minine bakılacaktır.

6. Açıklanan bu hususlar, eski idare usûlünü tamamiyle değiştirip yenileştirme demek olacağından bu irâde-i şahanemiz istanbul halkına ve bütün imparatorluk ahâlisine ilân edilip duyurulacağı gibi, dost devletlerin bu usûlün inşallah ebediyete kadar bekasına şâhid olmak üzere istanbul’da oturan sefirlerine de resmen bildirilecektir.

Yüce Tanrı hepimizi muvaffak buyursun, konulacak kanunlara aykırı hareket edenler Yüce Tanrının lanetine uğrasınlar ve ebediyen felah bulmasınlar âmin.”(3)

Tanzimat hususunda Halil İnalcık,İlber Ortaylı,Kemal Karpat , Yılmaz Öztuna vd.bir çok tarihçinin görüşlerini aktarmak mümkündür. Tanzimat hakkında yukardaki bütün olumlu düşüncelere rağmen Samiha Ayverdi’nin şu sözleri Tanzimat’ı yeterince özetlemektedir: “Tanzimat’a Garp kültür ve Medeniyetinin değil siyasi ve iktisadi nüfuzunun Türk topraklarında derinlemesine kök saldığı bir devir denebilir.Bu inkilâbı hazırlayanların birinci sınıf devlet adamı olmalarına rağmen,Avrupa’nın yüzlerine tuttuğu aynada kendi çehrelerini utanılacak ölçüde çirkin zavallı ve biçare görerek,Garbın:kendinden kaç,bana benze! Emrinin gizli kumandasından silkinip, aşağılık duygusundan kurtulamamış ve kurtulmak için milli bir asabiyet gösterememiştir .Tanzimat’ın bilançosu yapılmak istenirse bu inkilâbın ilmi ve fikri tarafı yoktur(4).

    Hilmi Ziya Ülken’e  göre de; “Tanzimat, Batı milletlerinin gerçekleştirdikleri hürriyet, eşitlik, demokrasi ideallerinin bir cinsten bir millet içinde gerçekleşmesinden ziyâde Osmanlı ül­kesinde yaşayan azınlıkların yabancı müdâhelesinden faydalanmasına, ve ayrı ayrı müstakil devletler kur­mak yönünde faaliyetlerine sebep oldu ve yaradı. Devlet Tanzimat ruhuna uygun olarak azınlıkları yüksek hizmetlere getirdi. Onlardan tercümanlar, se­firler, müşavirler, hattâ pek çok nazırlar yetişti. Fa­kat bu yetkilerin verilişi azınlıkları Osmanlı birliği­ne bağlamadı. Tam tersine onların ayrılma fırsatla­rını arttırdı. Öte yandan Tanzimat fermanının müsaa­delerinden faydalanan azınlıklar ekonomik alanda kuvvetlendiler. Yabancı sermâyenin memlekete ser­bestçe girmesi ve onları koruması, ticâret işlerinin onların ellerine geçmesine sebep oldu. Ortaçağ Türk loncaları çözülüyor, Kapalıçarşı ve kapanlar zayıflı­yor, hattâ Tanzimat sırasında doğmaya başlayan Hayriye esnafı bile yabancı sermâyeden yardım gö­ren azınlık ticâreti ile rekabet edemiyordu. Bu hal Tanzimât’tan sonra feodal Türk endüstrisinin birçok dallarının yıkılması, ticaretin kısmen azınlıklar eli­ne geçmesi, azınlıkların asker olmamaları yüzünden Türk halkına göre nüfusça da çoğalması gibi Türki­ye’nin Türk halkı aleyhine sonuçlar doğurdu. Türk­ler yalnızca memur ve çiftçi olacak bir duruma gir­meye başladılar…

Tanzimat’ın gerçekleştirdiği değişmeler arasın­da en önemlilerinden biri, Müslüman olmayan tebaa­nın toplumsal statüsünde meydana gelen değişmedir. Eskiden «Re’âyâ» denen bu sınıf, bu devirde impa­ratorlukta önemli bir yer kazandı. On sekizinci yüz­yılın sonlarına doğru memlekete büyük nisbette Av­rupa endüstrisinin  girmeye başladığını görüyoruz.

Üçüncü Selim’in ve İkinci Mahmud’un direnmelerine rağmen yerli endüstri dallarının yıkılmasına sebep olan bu esaslı faktör, Müslüman olmayan azın­lıklar kanalı ile gerçekleşiyordu. Önce İngiliz mal­ları, sonra Hollanda ve Fransız malları Türk pazar­larını istilâ etti. Böylece eskiden özel bir vergiye bağlı olan Hıristiyan tebaa yerine iktisadî bakımdan hürriyet kazanmış ve hukukî bakımdan korunmuş bir sınıf meydana çıktı. Bu sınıf sonradan Türklerle Avrupalılar arasında gerginlik ve düşmanlığın esaslı unsurlarından biri olacaktır.»(5)

KAYNAKLAR

1-İlyas Doğan. Tanzimat Sonrası Osmanlı Aydınlarında Çağdaşlaşma Sorunu Ve Arayışlar. Yeni Türkiye. Osmanlı Özel sayısı. Yıl 6.2006.

2-Hakkı Dursun Yıldız. 150.yılında Tanzimat. (Gülhane Hatt-ı Hümayunu)AKDTYK.Ankara1992

3-Halil İnalcık/Mehmet Seyitdanlıoğlu.Tanzimat.Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu.Phoenix yayınları.İst.2006

 4-Samiha Ayverdi.Türk Tarihinde Osmanlı Asırları. Damla Yayınları.CiltII.1975.

 5-H.Ziya Ülken.Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. Ülken Yayınları. 2005.