Güneşin akşam ışığı altında ilerledikçe, uzanan yalnız şu: ağaçsızlık!.. Zahire taşıyan eşekler, kağnılar sıra teşkil etmekte. Benekli koyun sürüleri, tiftik keçileri, otomobilin dev gibi ilerleyişinden, homurtusundan dehşete düşüyor, öteye beriye dağılıyorlar.
 Kale yerleri, höyükler, kireçli tepeler.. Yorgun, umutsuz gibi serilen kuru vadiler, onların dibinden bir yol halini almış sel yatakları. Nihayet hasta gözler gibi kirli, elemli evleriyle, yolsuz veya pis yollariyle tek tük köyler!.. Bütün bu yalçın tabiat ve onun üstündeki hayat âlemi, bizim! Orta Anadolu’nun bu ıssızlığı bizim! Onların hepsinde, yetişmemize, bizimle yetişen gönlümüze âşinâ bir hal var. Ve bizi, işte bu hal sımsıkı sarıyor.

Orta Anadolu’nun bu yerlerinde köyler şimdi bir buğday mahşeri.. Tarlalarda güz hazırlıkları başlıyor. Sürülmüş toprak, istep yeşilliğinin fışkırdığı kucaktır. Bu evlekler hep yeşillik püskürecek; bu evlekler biraz sonra bozkırları buğday, arpa, yulaf  başaklarından bir denire çevirecek; insana, bu çorak âlemin canlı olduğunu duyuracak, yeşilliğe dinlendirici rengini verecek..

Şu göçebe sürüleri, göçebelerin kıldan dokunmuş, böyük bir evi andıran köşeli, kalın çadırları; şimdi buraların ıssızlığı içinde biricik varlıklar gibi duruyor. Sonra otomobilimizle yarış eden, onu bir nevi merasimle kovalayıp yolcu eden çoban köpek­leri, bu evlerin hem bekçisi, hem sesi sanılır.

Gerçekten; yolların toprağına karışacak kadar renksiz, ölü, seyrek köylerde bizi karşılayan ilk, ba­zen tek şey: Köpek sesleri ve köpeklerdi.. Hele gü­neş battıktan sonra otomobilin iki yanında dakika­larca koşan bu gönüllü, köy bekçileri, cemaatin bünyesine yabancı herşeye fırlayan oklar gibi karanlığı, ıssızlığı parçalıyor gibiydiler. îstebin bu mithiş. yal­nızlığında, köpekler, mesafelerin bitmez yeknesaklı­ğına sanki: “Burada da yaşayanlar var!” diyorlardı.

Alişar höyüğünün eteklerindeki hafriyat kam­pına epeyce geç vardık. Burada koşuşan köpeklere aldırmadık bile.. Uykudan uyanan işçilerle kampta bizi karşılayanların arasında köpekleri tabii bir teş­rifatçı gibi görüyorduk. Otomobili kovalarken aç  kurtlara benzeyen köpekler makina durunca, şaşırıyor, duraklıyor; içinden inenlere dokunmak akıl­larına gelmiyor gibi, bekleşiyorlardı. Fakat alışmadıkları kıyafet, alışmadıkları koku, ses karşısında bu duraklama birdenbire yeni hücumlara dönüveriyordu.

Kamp sahipleri bizi köpeklerin hücumundan kurtardılar. Vazifelerini yapan bu sadık mahlûklara darılmak aklımızdan geçmedi. Hattâ, onlarda, yadırgıyı seçen insiyak kuvveti   bizi   âdeta   düşündürür gibi   oldu.   Sağlığı   bütün  kalan,   kendinden  olanla kendinden  olmıyanı  ayırt edebilen insiyak  ne  iyi şey!..

Yalnız; bizi önliyen mahlûklar arasında karabeyaz alacası köpek, çok şaşılacak bir hal göst-erdi.Orta boylu, eyi beslenmiş, çeneleri de pençeleri gibi kuvvetli olan bu mahlûk, öteki köpekler gibi havlacak yerde yana çekilmiş, inenleri gözden geçiri­yordu. Cinsi alelade bir köy köpeği olmakla beraber, halinde, hareketinde tuhaf bir başkalık vardı. Böyük radyom lâmbalarının ışığıyla gündüze dönen avluda onun alaca fakat kımıldamayan varlığı; ne kadar aykırı düşmekte idi. Öteki köpekler ve misa­firleri karşılayan insanların telâşı arasında, bu kö­peğin susuşu hemen göze batıyordu.

Bizim ona baktığımızı gören kamp reisi gülerek takdim etti: “Aslan, kampın üç senedir en sadık bek­çisi..”

Amerikalı dostların kılavuzluğu İle biz odalara girmek üzere yürüyünce “Aslan” yerinde kımıldan­dı, bize yaklaştı. Yanımızda kampın ve köpeğin sa­hibi bulunduğu için, “Aslan”,ın hepimizi teker teker koklamasına birşey demedik.

Tam hafriyat heyetinin odasına girmek üzere idik ki arkamızda bir haykırma, bir fırlayış oldu. Biraz da şaşırarak arkamıza döndük. Geldiği­mizden beri uslu uslu bizleri gözden geçiren alaca “Aslan”, şoför muavini işini gören ameleden “Satılmış”‘ı bacaklarından dişlemiş, bütün haykırışlara, vurmalara karşı bırakmıyordu. Sakin köpek, yırtıcı bir kurt oluvermişti. Bu hal, bir köpeğin, rastgele bir yadırgıyı ısırmasından çok farklı bir şeydi. Çün­kü “Aslan” bizim gibi ilk rasladığı yabancıları de­ğil; hergün birarada bulunduğu bir köylüyü yaralı­yordu. Bizzat kamp reisi “Satılmış” ı kurtardı. “As­lan” ı epiyce döğdü, bizlerden af diledi.

İçeri girdik, yemeklerimizi muhitin taşkın neşesine katılarak yedik. Gece yarısından sonra yatak odalarımızı gösteren dostlarımızın ardından avluya çıktığımızda, lâmbaların ışığında ilk gözüme çarpan “Aslan”ın  bize şimdi çok sinsi görünen gövdesi oldu. Kamp reisi neş’e ve alay dolu sesiyle:

“Korkmayın”, dedi, bizim Aslan’ın şerri yalnız hemşerilerine, yalnız köylülere idi. O, kampa yabancı olanlara ürmek, onları korkutmak, onları kaçırmak suretiyle asıl bekçilik vazifesini yapmaktan ziyade, kendi işinde gücünde olan, tanıdığı insanlara, köylülere musallat oluyordu. “Aslan” kötülere, mütecavizlere cezalarını veren bir vefalı dosttan ziyade; arkasını zorlu bir derebeyine dayayarak muhitine belâ olan bir sonradan görme, fırsat düşkünü ağaya benziyordu.

Hafriyat yerinde kaldığımız aylar içinde, gün geçmezdi ki “Aslan”ın bir vak’ası olmasın. İster yakın, ister uzak köylerden; ister kadın, ister erkek olsun; kampın içinden, yanından geçmek istiyen köylülerin, işçilerin en kötü düşmanı “Aslan”dı. Onun düşmanlığını gösterişinde tuttuğu yol, bizzat o düşmanlıktan daha bayağı idi. Kampın başka köpekleri bütün yadırgalara ürer, açıktan saldırırken, o, bir kenarda uslu uslu durur; gelen veya geçenleri süzerdi. Köylü yahut işçi olan yolcular, önünden emniyetle  geçip   ilerleyince  bir  yıldırım   gibi   sıçrar ekseriyetle, çıplak, geyimsiz bacaklarından  birini dişlerdi. Ne dayak, ne koğmak onu bu sinsi, bu gaddar suikasttan vazgeçirememişti. “Aslan bütün o alanlardaki köylerin tiksinerek, korkarak hatırladığı kara bir “hayalet” haline girmişti. Onun dişlerinin yerini hâlâ eyi edemiyenler pek çoktu. Her köyde “Aslan”ın suikastına uğrayan bulunduğundan nereye gitsek onun kötü macera­sından birisini dinlerdik.

İşin şaşılacak yanı dâima aynı idi: eyi giyimli, şehirliye benziyen ağalar onun şerrinden kurtu­luyordu.. Hele pantolonlu, kıravatlı efendi veya beğleri “Aslan” hemen tanıyor; tanımakta zorluk  çekerse – bize yaptığı gibi – onu bir koklama tefti­şinden geçirip seçiyordu. “Aslan” bunlara kuyruk sallamasını da pekiyi beceriyordu.

Biz bunları dinleyip gördükçe şaşırır kalırdık. O zaman kamp reisi ecnebi, yarı türkçesiyle, ne­şeli neşeli anlatırdı. Şu da anlattıklarından biridir:

“Geçenlerde büyük bîr misafirimiz, muallimler ve birçak dostlarımız gelmişti. Onlarla birlikte ye­meğe oturmuştuk. Ben böyük misafirimizin arzu­larım yakından anlayabilecek bir yerde idim. Mi­safirimiz buraya gelmekten çok memnun olduğunu anlatan ufak bir nutuk söylüyordu. Birdenbire sö­zü kesildi, eğildi, masanın altına baktı. Hemen ben de eğilip baktım. Bir de ne göreyim: Bizim “Aslan” masanın altında gine İnsanları koklamadan geçi­riyordu. Dizlerinin arasında iri bir köpek görmek misafirlerimizi tiksindirmiş, ürkütmüştü. Ben “As­lan’ın meşhur aristokratik huyunu anlatarak ken­dilerini yatıştırdım, herkes de gülüştü.

“Hakikaten misafirimiz kaldığı müddetçe “As­lan” onlar için tam bir bekçi kesilmişti. Fakat on­lara hizmet eden dört zavallı köylüyü sinsi usulü ile yaralamaktan çekinmemişti. Bu sinsi hayvanı niçin tuttuğumu sorabilirsiniz. Onu çok koğduk, hem de çok uzaklara koğduk. O her defasında bu­raya gelmek yolunu buldu. Dövdük, ayaklarımıza süründü. Ne bileyim, bir yere kaçmıyor. Onu öl-düremem ya!..”

—    “Peki, dedim; onun köylülere düşmanlığını ne ile izah ediyorsunuz?”

—    “Ben bu düşmanlığı tabiî buluyorum. Köylüler köpeklerini o kadar dövüyorlar ki.. Bizim “As­lan” da vaktiyle köylülerin elinden kimbilir neler çekmiştir. Şimdi bizim himayemiz altında beslenip kaldıkça,   kendine   çektirenlerden   öç   alıyor.   Ben başka izah yolu bulamıyorum..”

Hafriyat heyeti reisi olan ecnebinin bulama­dığı izahı zamanla biz bulmuştuk.

“Aslan” ecnebilerin yanında iyi lokma bulmuş­tu; midesini kolayca, eyice doldurma pahasına, hüviyetini değiştirmiş, “dejenere” oluvermişti. Bu köy köpeği, yabancılar yanında, yabancılar eliyle medenileşivermisti. Bundan sonra, ilk işi hemşerilerini aşağı görmek, eski efendilerini yadırgamak olmuş; yeni efendilerine benzemiyenlere karşı kör, yaman bir kin beslemiye başlamıştı.

Bu kin, bu hor görme kendisi tarafından teca­vüz şeklinde açığa vuruldukça, köylülerin de ondan tiksinmesi, aynı zamanda korkması artmıştı. Köy­lüler “Aslan”a karşılık verdikçe, “Aslan”ın şerri katmerleşmişti. Eyi geyimliler, daima kamp reisi, kamp adamları tarafından gezdirildiği için “Aslan”ın hücumu­na uğramazlardı. Hattâ; uzun yıllar sadâkat gös­termesini sevinerek, övünerek söyliyen efendileri önünde misafirlerin, köpeğe iltifat etmesi, onu sev­mesi âdet olmuştu. “Aslan”ın da onlara, yaltaklan­malarla mukabele edişi pek tabiî idi. Bunlara rağ­men kamp heyeti “Aslan”ın bir köy köpeği olduğunu, onu bayağı bulduğunu tekrarlamaktan vaz­geçmiyordu. Yâni “Aslan”, köyüne, köylüsüne hiyanetine, yeni efendilerine yaltaklanmasına rağmen, yabancılara yaranamamış, köy köpeği olduğunu unutturmamıştı.

Kamptan ayrılmazdan birkaç gün önce, yakın­daki köylerin halkı “Aslan”ı bir nevi pusuya düşürmüştü. Öteki köy köpeklerine muamelesi, köylülere yaptığından farksız olan “Aslan”; köylülerin tertibi, kışkırtmasiyle, kendi benzerleri tarafından boğulmuştu. “Aslan”ın bu âkibeti, ecnebi efendilerini pek o kadar düşündürmedi. Fakat köylüler, işçiler; hü­viyetini yitirmiş, yabancı eliyle yarı medenileşmiş, muhitine düşman kesilmiş olan köpeğin bu sonuna sevinmişlerdi.

Remzi Oğuz Arık: Coğrafyadan vatana. 1000 temel Eser., MEB.İstanbul 1969. sf.95-108