Mekânın cennet olsun Hünkârım, feth-i mübinden bu yana beş yüz on altı yıl oldu. Her yeni gün dünya daralıyor; eloğlu, göklerden, şimdi zamanı gönlünce kesip biçiyor. Görünürlerde yokuz henüz.
Nice zamandır, yıllar uzun, öyle uzun geliyor ki bize… Zaman fiilimizi aştı çoktandır; zamanı yapan biz değiliz artık. Dışımıza taştı, zaman dışımızda akıyor ve köpürüp kabaran dalgaları Hünkârım, uzaktan, itilmiş, yılgın seyretmek, sonsuzu kıran yabancı darbeler altında ezilmek öyle zor, öyle zor ki…
Âlem-i İslâm’ın zamanda fetretidir bu: yıkık mabetlere döndü gönlümüz. Ama gökler aralansın, diyorum; İsrafil’in borusu mu çaldı ne? Bunca kahrı toprak çekmez Sultanım; zamanı kul etmek emelindeyiz… Yeşeren dualarımızı göklere çek ve Hünkârım, âli Osman’a selâm et ki, şimdi bir başka güç ve bir ölümsüz ölçüyle, sonsuzu kuşatmak kavgasına yolcuyuz.
*
Evveli, kâfire uzun gelirdi, bitmek bilmezdi zaman. Dünyayı şereflendirdiğiniz gün, Peygamber Efendimizin dudaklarından dökülen müjde, Murat Han’ımızın dualarında yenilenmiş ve zaman kara bulutlar misali çökmüştü kâfir üstüne. Zamanın ölçüsü müjdelenen fetihti. Bir mukaddes beyan bir ölümsüz sancak, sonsuzluğun içinden zamanı çekip süzmüştü Hünkârım; sonsuzluk zaman olmuştu. Efendimiz hadis-i şerifi ile sonsuzu kesmişti ve Ulubatlı Hasan otuz yiğidi ile dikince sancağı surlara, onu sınırlamıştı. Böylece zaman doğmuştu, o anda o güne kadarki zaman olmuştu.
Zamanın muhtevasını veren bizdik. Cümlenin gözü üstümüzde, fiilimizde idi. Küffar için zaman, orduyu hümayun sefer için otağ kuranda başlardı ve bitmezdi bir türlü. Korkuda zaman büyür Hünkârım ve bekleyiş onu çekilmez kılar. Akıncıların nal seslerini beklemek, çan seslerini keskin kılıçların habercisi diye beklemek… Zordu Hünkârım, kâfirin işi zordu gerçekten…
Buyruk çıkmıştı hakanımızdan, güneşi unutsun insanlar, demişti; biz ufuktan doğar doğar geçeriz!..
Birbirinin üstünden yuvarlanıp aşan dağlar gibiydi zaman; o dağlar bizdik! Orta Asya’dan kopup, Orta Avrupa’da görünüşümüzdü zaman; Allah yolunda sancağı şerifin bir konaktan, bir başka konağa dikilişiydi. “Hey ana, bu zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslâm’ın kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gaazi demek yalan olur.” Tarihe doğuşumuzla başlamıştı ve Kızılelma uğruna dökülen her damla kan, zamanı belirleyen nirengi olmuştu. Zamanı fiili ile yapan, onun sınır taşlarını diken bizdik ama, sığmazdık bu zamana; Kızılelma’ya ulaştığımız dem, zaman olacaktı bizim için. Yürüyen, coşup kabaran bizdik, bekleyen küffar.
Biz ebediyetle ölçüşürdük.
*
Bizans, günlerce göz kırpmadan boğazda yükselen hisarı seyretmişti. Konulan her yeni taşta Bizans, çaresiz, ümitsiz, yaklaşan kaderini görmüştü. O muhteşem eser mücessem zaman olup da çökmüştü kayzerin göğsüne ve en uzun günlerini yaşamıştı Bizanslı asker. Artık merdiven kavgası dolduramazdı zamanını; Boğazkesende başlayan zaman, ölüm ve korku yığmıştı surlara.
Osmanlı zamanı değil, yaptığı işi bilirdi Hünkârım; dur durak yoktu ki Osmanlıda zaman uzasın. Yetişemezdi zaman fiilimize, kim bilir yorgun düştüğü de olurdu. Vezir paşalarımız ve cümle askeri İslâm yaşı, günü unutmuştu; sur diplerinde bir heyecan, bir iyman fırtınası, hayatı sonsuza düğümleyip durmuştu. “Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilâkis onlar diridirler.” O gün, sur diplerinde kıyamet var, demiştiler. O gün bir âyetin sırrına erenler toprağa mâna vermiştiler…
*
Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden,
Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden.
Aydınlığa açmıştı sinesini şehri İstanbul. Ve bir çağ çökmüştü zaman içinden, ve bir çağ şahlanmıştı gür mehterimizden! Surlar boyunca meşaleler yanmıştı son gece. Ve orduyu hümayun tekbir ile o sabah surlarda görününce, secdeye kapanmıştı koca Hünkâr…
ALLAHU EKBER! ALLAHU EKBER!..