Eski bir hanedanın asalet unvanını taşıdığı gibi, hilkaten de asîl olan şâir Vigny sakin, münzevî, mütevekkil ve ahlâka en yüksek tarifini veren kadîm felsefenin Revâkıyye mezhebindendi. Kendi yaradılışına tamâmıyle uyan bu mezhebin felsefesini hikâye kılıklı küçük bir şiirde canlandırmış.

Şâir bu şiirinde bir kurt avındaki serencâmını anlatır:

Şâir, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar. Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var. Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabîatin böyle tenhâ bir.saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar. Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyâde tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcı­lara haber veriyor ki: Bu izler oradan biraz evvel geçmiş iki. kurtla iki yavrusunun izleridir.   Bütün  avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar. Ağaç dallarını ayırarak adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şâir Vigny de ne gördüklerini aranı­yor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz gö­rüyor: Kurt! Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benziyen bir kımıldanışla kımıldanıyor Kur­dun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru ol­makla beraber bir kurt sevk-i tabiîsiyle biliyorlar kî düşmanları olan insan oğlu birkaç adım yakında, pusudadır. Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın banileri Remus ve Romulus’ü emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi câmid duruyor.

Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, ric’at tarîki kesilmiş., geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyle kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan kö­peklerin en ziyâde cür’etkârca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün savletiyle sarılı­yor, avcılar üstüne vîrâ ateş ediyorlar, vücûdunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarım kurdun böğrüne üşürüyorlar. Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor.

Kurt, etine kabzasına kadar saplı duran bıçak­larla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor. Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar. Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor. Nihayet nasıl öldürüldüğünü bil­meğe tenezzül etmeksizin, iri gözlerini kapıyor ve hiç bir ses çıkarmadan ölüyor.

Şâir Vigny, bu maceradan sonra başım tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının pe­şinden koşmağa karar veremiyor ve diyor ki: Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erke­ğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı! Lâkin bir vazifesi vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeği ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukaabil insanın önünde av avlayan zelil hayvan­ların insanla akdettiği ittifaknâmeye hiç bir zaman dâhil olmamayı öğretmekti.

Şâir Vigny hikâyesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin bir cezbesiyle şiirini bitiriyor; diyor ki: “Hayattan ve bütün ıztıraplardan nasıl feragat edilir?  Şu ulvî hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz!

Yer yüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, mâadası zaaf­tır.”

Şâir, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor. Asîl hayvan, o son bakışıyle demek istiyor ki: “inlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazîfeni dişini sıkarak îfâ et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıztırap çek ve öl!”

Bu kurt hikâyesi kaç defa beni derin derin düşündürdü. Zannettim ki şâir Vigny bizim mace­ramızı anlatmış! O erkek kurt, ölen ordudur (Türk ordusu); o dişi kurt, anne Anadolu’dur (Türk Milleti), o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır dul annelerinden al­dıkları dersi tekrar ediyorlar:

“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!”

EĞİL DAĞLAR (İstiklâl Harbi Yazıları).İstanbul Fetih Cemiyeti.1975.İst.s.93-97