GALİP ERDEM[1]

 “Ferman Padişahımındır

Galip Abi gibi adamları düşünürken aklıma her nedense Ömer Seyfettin hikâyelerindeki kahramanlar geliyor; Muhsin Çelebi, Tosun Bey…

Düşünün, Ordu-yu Hümâyûn sefere çıkmış; gök tufan, yer yarılmış her taraf çamur deryası içinde. Belgrad yolu kapanmış, uçurumlara alışık olmayan yük develeri yedekçileriyle birlikte kaybolmuş, padişah otağının bile yerinde yeller esmektedir. Ordu Türk’ün Kızılelma’sı olan Beç kalesi önlerindeki Zigetvar yolundadır. İhtiyar padişah yorgun ve hasta halinde seferdedir.

İşte bu hengâmede ordunun en gözde subaylarından biri olan Tosun Beye Niş’teki paşaya bir padişah fermanı ulaştırması emredilir. Tosun Bey karanlığın, yağmurun içinde at sürerek adeta uçar. Padişah fermanı Peygamber fermanıdır. Öyle itikat edilir. Gecelerden gündüzlere, gündüzlerden yağmurlara girer, dur durak bilmez. Ne olursa olsun, ferman bir an evvel paşaya ulaştırılsın ister. Ama bilmez ki, taşıdığı kendi idam fermanıdır.

Yanan yürek içindeki bir rüya; kan ter içinde benildeyen Tosun Bey’i fermanı açmaya zorlar. Görür ki göğsünün üstünde mukaddes bir emanet gibi taşıdığı şey kendi idam fermanıdır. “Tez, devlete muzır bu baş kesile…” Ama o buna rağmen vazifesinden bir an bile gafil olmaz, yola devam eder.

Niş’e vardığında bey sabah namazını kılıp henüz selamlığa çıkmıştır. Tosun Beyin geldiği haber verilince hemen ayağa kalkar, onu kucaklar; alnından öper. Yaşlı Bey, Tosun Beyin getirdiği keseyi alıp öptükten sonra başına koyar ve okumaya başlar. Okudukça yüzü sararmaya, ihtiyar gözlerinden yaşlar dökülmeye başlar ve sedire yığılıp kalır.

-Ne ağlıyorsun Bey hazretleri?

-İhtiyar inleyerek “Bu fermanda ne yazdığını biliyor musun?” diye sorar.

-Biliyorum. Benim kafamın kesilmesini yazıyor

Yaşlı bey gözyaşları içinde “ben bu başı kesemem” der. Padişahtan af dileyecek bu yiğidi cellada teslim etmeyecektir.

-Ben senin gibi bir yiğide kıyamam. Ben seni kesemem. Elim dilim buna varmaz. Vallahi seni kesemem.

“Yeni uyanmış erkek arslan sessizliğiyle gülümseyen Tosun Bey’in parlak yüzü birdenbire karardı. Gür kaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ela gözleri açıldı. Tiksinti ve öfkeyle kılıcını çekti. Padişah buyruğunu yerine getirmeyen âsilerin başını ben keserim diye kükreyerek yumuşak kalpli zayıf ve boyun eğmez ihtiyarın üzerine yürüdü. Al çuhadan büyük kapı perdesinin arkasında gizli nöbet bekleyen silahlı adamlar koşuştu, onu tuttular. Yarım saat sonra, sırmalı resmi kavuğunu çıkarıp başına gösterişsiz dua külahını geçirmiş olan aksakallı Bey, ıssız odasında seccadesinde oturmuş, boynu bükük ‘Yâsin’ okurken, dışarıda dokunaklı ve belirsiz bir yağmur serpeliyor; iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve sıcak kanlar üstünde, süvariler görünmeyen içtenlik dolu gözyaşları gibi damlıyordu”.

Ordu Kızılelma yolunda, hasta padişah o yaşına rağmen sefer yolundadır ama fitne işbaşındadır, durmaz. Nice koç yiğitler bu uğurda cellada teslim edilir. Elin oğlu Tosun Bey mi bilir! O alacağı akçeyi, elde tutacağı makamın hesabını yapar.

Galip Abi de öyledir. O hep ferman padişahımındır diyenlerdendir. Bu uğurda günlerce Selimiye Kışlasında at ahırlarında yatar, gıkı çıkmaz. Dava diye yollara düşer, saatlerce deli gibi başıboş sokaklarda dolaşır, kendini unutur; ama yine de ser verip sır vermez. Halinden kimselere şikâyet etmez.

12 Eylül sonrasında Mamak’takiler tahliye olup tekrar iktidar ve siyaset oyunlarının her şey, vefanın hiçbir şey olduğu günlere gelinince içine kapanmış. Bu ne hal denince de ne bilem, söz orucu deyip işin içinden çıkmıştır.

-Ağabey şu şöyle bu böyle…

-Haklısın…

-Yahu şu da böyle…

-Sen de haklısın

Bu süreçte herkese sen de haklısın demekten başka bir söz çıkmaz ağzından. Çok üzerine gelinince de Peygamberimiz 67 yaşında dar-ı bekaya irtihal etti. Ben şayet 63 yaşına varırsam söz konuşacağım demiş. Gün o gün olup yaz abi denince de, “masam yok, kalemim yok vs. vs…” deyip yine içine kapanır.

Bu biraz da söz ve tavırların muhatabını bulamadığı anlarda yaşanan bir haldir. Kime ne desin! Ya da gadre uğramanın had safhaya vardığı, dost bildiklerinden gelen “dert çok, hemdert yok, dost bî vefa, düşman kavi, talih zebun” ben şimdi kime ne diyem denilen bir inkisar, kırılma hali…

Bir derviş gibi etrafındaki gençleri cedlerin mağfiret iklimindeki ıtırla yoğurmaya çalışan bu adam, bütün bunlara rağmen kendi yolunda, işinde gücündedir. O kadar işinde gücünde yoldadır ki, dışarıdan görenlerden bazıları “iman bir vecd olan bu hâl ve neşveyi” bir tarikat zannederler. Ağyarın bu nev’inden takılmalarına, evet bu bir tarikattır lakin “diğer tarikatlarda şeyh müritlerin ıslahına çalışırken işbu tarikatta müritler şeyhin ıslahına memurdur” diye mukabelede bulunur.  

Ülkücü

Daha Ülkü Ocakları yokken, MHP yokken otuzlu yaşların başında 13 Ağustos 1961’de Ülkücünün Çilesini yazmıştı. Ne var ki gün geldi ülkücü, hain ilan edildi; ajan ilan edildi, dışlandı, hırpalandı ve bir başına bırakıldı. Posta kutusu günlerce boş kaldı.

O da Kerem gibi olmasa da hal lisanıyla

“Dağ dibinde bölük bölük turnalar,

Turna benim Han Aslı’mı gördün mü?”

deyip ufukları gözetler gibi posta kutusunu gözetliyor, yardan bir haber bekliyordu. Fakat ne yardan bir haber geldi, ne de hal ve hatırını soran oldu. O yine abiydi. Abiydi ve abi olmak böyle bir şeydi demek diye düşünüyordu. Bir kere pranga vurulmuştu boynuna. O ıssız yola hüküm giymişti.

Evi barkı, her şeyi sırtında olan bir dervişti o. Ta Horasan ve Maveraünnehir’den gelen ataları gibi o da başsız buğsuz kalabalıkların önünde tek başına yürüyordu. Zaman oluyor tıpkı Horasan Erenleri gibi o da beyabanı tek başına kat ediyor; çöllerden, karlı buzlu dağ zirvelerine geçiyordu. En yukarılarında alıcı kuşların süzüldüğü zirvelerdi bunlar. Aşağılarda kendini çağıran uçurumların gürültüsünü duyar gibiydi.

Yıllar önce, henüz otuzlu yaşlarının başlarındayken ülkücünün çilesini kaleme almıştı. Kabın içindeki neyse dışarı da o sızar. O zaman da öyle olmuştu, hayatı konsantre yaşayan bu adam, daha otuzlu yaşlarındayken büyük bir olgunlukla ülkücünün yol haritasını çizmişti.

“Gün olur, ülküsüz insanlara gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı Şairin söylediği gibi: “Akl ü şuur” ları “var”dır, “güzel sev”erler. “Bade” içerler ve nihayet göçüp giderler.

Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daimi bir mücadele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile aileleri ile hatta sevdikleri ile… Belli bir ülkünün esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa, başları belaya girer; gene de sinmezler. Bu halleri ” kalabalık”a göre, uslanmamaktır; kendilerine göre de, yılmamak.

Ülkücü dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki, nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde “zevksiz” bir adamdır! Küçümserler onu, hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. Böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!

Kalabalığın nazarında o, zavallı bir hayalperesttir. Olmayacak fikirlerin rüyasına dalmış öylece uyumakta, başkalarını da uyumaya teşvik etmekte…
Bir gün fikirlerinin gerçekleştiği görülse bile, O’na hiç kimse “aferin” demez. Üstelik “böyle olacağı zaten belli idi” buyurulur.

Ülkücünün, ülküsü ile münasebeti, hakiki bir aşkta sevenle ‘sevgili’nin münasebetine benzer. Hep verir, hiç almaz. ‘Sevgili’ nazlıdır, sitemi eksik etmez, incinmeğe de hiç gelemez. Diğer sahalarda umumiyetle dikkatsiz hareket eden ülkücü, ‘sevgili’ bahis konusu oldu mu baştanbaşa haysiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara pek aldırmaz ama ülküsüne yan gözle bakanlara tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez, mükâfat istemez, bir garip kişidir… Ülküsüne hizmet edenlere son derece hürmetkârdır. Gerçek âşıklar gibidir; kıskanmaz. ‘Sevgili’sinin sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu yegâne süsüdür.

Ülkücünün en çok dinlediği “nasihat”tır. “Yapma ” derler, ” Hayatını heba etme” derler, “Gününü gün et” derler. O kadar çok şey söylerler ki, hiç bitmez. O hepsini dinler, ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği gibi yaşar.

Ülkücülerin en amansız düşmanları “eyyamperest” lerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar, daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mani olacak sanırlar da, ülkücüleri ezmeğe çalışırlar! Ne garip tecellidir ki, ülkücünün gayretlerinden en çok faydalananlar da “eyyamperest” lerdir.

Gün gelir, ecel hükmünü icra eder, ülkücü dünyasını değiştirir. “Kalabalık” ona acır, daha iyi yaşamış olmasını temenni eder. Hâlbuki o, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca “kalabalık”a acımıştır.”

Altmış küsur yıllık ömre 500 yılı sığdıran bu adam ölmeden önce ölmüş ve kalabalık kendine acırken, o kalabalığa acımış; onun ıstırabını yaşamıştı. Fakat o da Meşa Selimoviç’in ”Derviş ve Ölüm” romanında söylediği sözlerle kalabalığa seslenmişti. Ölüm yeniden bir doğuştu onun için.

“Öldüğüm gün, taşınırken tabutum,

Acı duyacağımı sanma bu dünyanın ardından,

Ağlayarak; yazık oldu, diye konuşma,

Yok oluyorlar mı batınca güneş ve ay?

Ölüm sandığın şey aslında doğuştur.

Zindan gibi görünür mezar, oysa ruh

Özgürlüğe kavuşur.

Hangi tohum büyümez ekilince toprağa?

İnsan tohumundan şüphen mi var yoksa.”

Buruktu, yorgundu; lakin “Yüküm var pazarlar bulamaz dirhem/Yaram var hekimler bulamaz merhem/Ne çıkar bir yol düşmemiş gölgem/Yollar ki Allah’a çıkar bendedir” diyen şair gibi, yüküne pazarların dirhem bulamadığı paha biçilmez bir yüke memur edilmişti.

Bu gerçekten de böyleydi. Yıllar önce Serhend’in bilgesi de tam olarak bunu söylememiş miydi? “Melikin atıyyelerini matıyyeleri taşır!”. Öyleydi, sultanın hazinelerini hassa askerleri taşırdı. Bazıları bundan rahatsız olsa ve O’nu bundan mahrum etmeye çalışsalar da gerçek böyleydi. İş ona gördürülmüştü. Kim ne derse desin, kim ne eylerse eylesin Mamak Günlerinde “zehirle pişmiş aşı” o yemiş, sınavı o geçmişti.

Bir gün rahmetli dayımdan işitmiştim. “Bak yeğenim” demişti, “Ağaçça ağacın bir kaderi var. Biri helaya eşik olmuş, biri Peygambere asa!”. Bu, Kıbrısçık gibi bir yerde doğup büyümüş bir âdem. İlk mektepten başka tahsili yok. Çoban. Ama bütün bir halk irfanını barındırıyor genlerinde. Bu işler öyledir. Halk böyle yorumlar. Bir iş bir adama gördürülüyorsa o da bir takdir-i ilahi olarak telakki edilir. Bir tür memuriyet!

Galip Abininki de öyledir. O da ülkücülüğe memur edilmiştir. Ülkücülük de “mademki ülkücüsünüz, Allah’tan başka kimseden hiçbir şey istemeyeceksiniz” diyebilen adamın harcıdır. O da öyledir. Kimseden bir şey istemez. O yüzden milliyetçi olmaktan çok bir ülkücü, kelimenin hakiki anlamında gerçek bir ülkücü olarak kalmış, öyle hatırlanmıştır.

Ülkücüdür, çünkü kal değil, hal adamıdır. Böyle adamlarda üslup, tavır ve mimik her şeydir. Bazen ancak ehlinin anladığı derin bir sessizlik zoraki bir abartı ve övgüyü bir anda çöpe atar, muhatabı yerle yeksan eder. Bazen aşağıdan yukarı insanın içine işleyen bir bakış gönlü kırık bir taşralıyı imar eder, göklere çıkartır; dünyayı fethe memur bir kahramana dönüştürür.

Bazen de küçük bir tavır bütün değerler dünyası, nispetleri temelden sarsar. Bu öyle bir tavırdır ki, muhatabının her şeyi bina ettiği kurgu temelinden sarsılır ve bir anda çok değerli olan bir şey değersiz hale gelir. Büyük, kurucu şahsiyetler böyledir.

Nasıl büyük mimarların elinde sıradan bir taş, bir mozaik parçası bütün bir kültür olur, medeniyetin yükünü omuzlarsa; bu türden büyük şahsiyetlerin elinde de sade bir söz bir anda bütün bir sembol olur, bir nesli bayraklaştırır.

Sıradan insanlar için imkânsızın sınırlarını yoklamak gibi güç olan böylesi tavırlar, bu tarz büyük adamlar için günlük hayatın rutinlerindendir. Çünkü kumaş, o kumaştır. Onun için bir gayret, enerji harcamasına gerek yoktur. Ne ki, bütün cins kafalar gibi deha da muhit arar. Aradığı muhiti bulamazsa, an olur o enerji negatif bir sel halinde içe doğru akar ve bizzat sahibini boğabilir.

Mesela Nietzsche böyledir. İçindeki enerji doğru, sahih mecrasını bulamayınca bir çığ hâlinde kendi içinde patlamış, bizzat sahibini yıkmıştır. Galip Abinin de yer yer bu tarz iç gerilimler yaşadığı düşünülebilir. O derin suskunluğunu biraz da buna yormak lazım.

İşte, ülkücü asıl çilesini burada, bu iç gerilim esnasında yaşar. Kanatlanmak isteyen alıcı kuşun kafese tıkılması, görmezden gelinmesi gibi bir şeydir bu. Hâlbuki o uçmak, kanatlanmak istemektedir. Fakat orada, cemiyette bulamadığı gök kubbeyi, kendi içinde, gelecekte ve geçmişte bulmuş, asıl yolculuğunu orada, maverada yapmıştır.

Tıpkı, köklerini çok derinlere salan bir dağ gibi o da hem yerkürenin derinliklerindeki ateşini hem de zirvelerin kışını yaşamıştır içinde. Bütün bunları yaparken de hep aramaya devam etmiştir. Bu arama; emaneti teslim edeceği adamları arama cehdi ve kaygısı, onu bitevî sürdürme azmidir. Bütün ömrü bu uğurda harcar.

Karşısına çıkan her bir Anadolu çocuğunda belli ki asırların biriktirdiği o mayayı, henüz kirlenmemiş o gözeyi arar. Bundan hiçbir zaman ümidini kesmemiştir. Fakat ümit de bir istenç hâlidir; bir tür yeniden yaratma ve kendini fethetme. Çünkü orada kendiliğinden işleyen içgüdülerden, doğal eğilimlerden çok iradî eylemin gıdası iman ve irfan olan lojistik kaynakların beslediği sürekli bir seferberlik hâli vardır.

İşte bu yüzden bir ömür “ya tahammül ya sefer” düsturu onun alemi olur. Ülkücülük zaten böyle bir şeydir. Her gün ve her dem yeniden adam olmak, adam kalmak. Zor olan da budur. Çünkü adamlık denilen şey, bir kere temellük edilince sürgit elimizde kalan, tapumuza geçirilen bir şey değildir. Adamlık her gün yeniden olunması gereken bir cehd hali, bir tür cihadın dinamiğidir.

Ben Galip Abiyi düşünürken her dem yüksek voltajlı bir gerilim hattında yaşayan, o enerjiyi hem üretip hem harcayan bir adam tasavvur ettim. Zaten o kısacık ömre 500 yıllık yaşantı da ancak böyle sığdırılabilirdi.

İncil’de “İnanç dağları yerinden oynatır” diye bir söz olduğu rivayet edilir. Onda bu inanç vardı ama o inancı sahih mecrasına aktarma gücünü veren ısrar, daha doğrusu siyasetin süfli yöntemlerini kullanacak irade yoktu. Çünkü,

“Siyasî hayat devam ederken, insanlar çok şeyleri unuttular; eski saflar bozuldu yeni cepheler kuruldu; ama o unutmadı, bu değişmeleri bir sapma olarak niteledi ve öyle de söyledi. Bu yüzden Galip Erdem siyasi çevrelerde aynı zamanda çekinilen ve dostluğu da pek fayda vermeyen bir adam olarak bilindi. Bu yüzden birçok siyaset adamı, onunla kişisel ilişkisini, en azından ona olan sempatisini devam ettirmekle birlikte siyasette uzak durdu. Çünkü Galip Erdem çok akıllı, çok bilgili ve keskin görüşlü olmakla birlikte siyaseti bilmiyordu. Yani eğilip bükülmüyordu.”[2]

O kelimenin hakiki manasında ülkücü idi, siyasetçi değil. Tanpınar bir yerde insanları mizaçları yönetir der. Hakikaten de öyledir. İnsanları mizaçları yönetir. Galip Abiyi de, o sabahlara kadar okuyan bu büyük ruhu da mizaçları yönetiyordu. İçinde akan nehre ram olmuş büyük bir adam görülür onun davranışlarında.

Kimi zaman şen şakrak ve şakacı, kim zaman kendi içine kapanmış mukassi biri. Kimi zaman da istihza ve ilgisiz gibi görünen kendi kendine yeten bir adam tavrı. Ama bu her zaman sürgit bir kararda devam etmez. Belli ki her şeyi oldukça yoğun biçimde yaşamıştır. Bu tür adamlarda her şey ifrat derecesindedir. Zekâ öyle, öfke öyle, ıstırap öyle, sarsılma öyle; hâsılı her şey öyledir. Dışarından bakılınca biraz da çelişki gibi görünen davranış çeşitliliği biraz da buradan kaynaklanır. Değişmeyen şeyse onun müstağni ve minnetsiz hali ve ifrat derecesindeki zekâsıdır. Devam Edecek ….


*Prof. Dr.

[1] Bu yazı hazırlanırken Galip Abinin belli başlı eserleriyle Nevzat Kösoğlu’nun kaleme aldığı “Galip Erdem” ve bilhassa Osman Oktay’ın “Galip Abi: Kendini Unutan Adam” kitabı olmak üzere Nuri Gürgür, Şerafettin Yılmaz, Cezmi Bayram, Bilge Erdem, Osman Çakır ve Efendi Barutçu gibi o dönemin bazı tanıkların anlattıklarından yararlandım. Bu anlatılardan bazılarında birebir “o anı” yaşadım diyebilirim. O denli içli ve duygusal anlardı bunlar. Ve bu tanıklıklarda, eserlerinde dışa vuran Galip Erdem ile gerçekte yaşayan Galip Erdem arasında, eserini de aşan ve adeta bütün bir ufku kaplayan çok bir büyük adam silueti gördüm. Demek ki bu büyük adam kendini dikkatle ketmetmiş, asıl eserini ruhlarda bıraktığı tesirlerle vermişti.

[2] Kösoğlu, N. (2016), Galip Erdem, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 47.