Atatürk ve Türk Ocakları

Atatürk’ün Türk Ocakları Hakkında Söylediği Bazı Sözler

20 mart 1923 günü Atatürk ün Konya Türk ocaklarını ziyareti sırasında söyledikleri;

Konya, çeşitli Türk devletleri yasamış, öz Türk vatanidir. Konya asırlardan beri tüten bir nurun ocağıdır. Türk kültürünün esaslı Kaynaklarından biridir. Konya Türk Ocağı, Konya Türklüğünün hakiki bir timsali olmalıdır. Bu ocaktan milletin duygusunu, ülküsünü daima ısıtacak, nurlandıracak, parlak alevler gökyüzüne yükselmelidir, çok yükselmelidir. O kadar ki bu alev, vatanin bütün ufuklarında aydınlıklar vücuda getirebilsin. Konya’nın genç dimağları atılgan, cesur, sebatkar çocukları! Ocağımıza sahip olunuz. Bütün engeller, Ocağımızın ateşi karsısında derhal yanıp kara duman olmağa mahkumdur. (Mehmet Önder, Atatürk’le adim adim Türkiye sy.232)

“Sanatkar ve çeşitli kültür alanlarında vatandaşları yetiştirmek için öncülük etmelidir.” (Mehmet Önder, Atatürk’le adim adim Türkiye sy 233)

Şebinkarahisar Türk Ocağı defterine 11 Ekim 1924 yılında Atatürk tarafından yazılan yazı;

Türk Ocağı, Türk’ün has ocağı, varlık ve birlik ocağı, yüksek alevlerle tütsün, muhitine nurlar saçsın; yaşasın ve yasatsın. Türk Ocağı, Türklük güneşinin ocağıdır. Asırlarca bunu söndürmek için çalıştılar. Bu ocak hepimizi aydınlattı. (1923 Kemal Atatürk )

AKHİSAR TÜRK OCAĞINDA YAPTIĞI KONUŞMA

Gazi Mustafa Kemal Paşa 5 Şubat 1923 tarihinde Akhisar’ı ziyaret etmiştir. 5 Şubat akşamı Belediye tarafından Türk Ocağında, Gazi şerefine bir ziyafet verilmiştir. Ziyafette kasabanın aydınları ve ileri gelenleri ile mülki ve askeri erkân ve reisler hazır bulunmuşlardır. Ziyafetin sonlarında Türk Ocağı Reisi Dr. Şemseddîn Bey bir konuşma yapmıştır. Yemek sırasında, Lozan görüşmelerinin kesildiğine dair telgraf alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Dr. Şemseddîn Bey’in nutkuna cevap verirken Lozan görüşmeleri hakkında da bilgi vermiş ve şu konuşmayı yapmıştır;

“Muhterem efendiler!

Beyefendi’nin memleket namına ve Türklük namına söylediği sözlerden fevkalade memnun oldum. Şahsıma ait olan teveccüh kâr kelimelere karşı özel olarak teşekkür beyan ederim.

Efendiler, dünyada hiçbir millet yoktur ki, büyük veya küçük zulümlere maruz kalmamış olsun. Çünkü her millet yaşamak mecburiyetindedir. Yaşamak için mücadele şarttır. Şimdiye kadar pek çok milletler birçok darbelere maruz kalmışlardır. Bu darbelerin neticesi iki manzara arz eder. Birincisi bu darbeler bir milletin benliğini, mevcudiyetini mahveder. İkincisi, bu darbeler mevcut şekli yıksa bile asli unsuru imha edemez. Bu gibi darbelere maruz kalan bir memlekette ikinci neticenin husule gelebilmesi için o memleketin dayandığı milletin çok kuvvetli olması lazımdır. İşte Türk milleti böyledir. Türk milleti, maruz kaldığı darbeler karşısında mevcudiyetini muhafaza etmiştir. Gerçi hariçten gelen bu darbelerin sonuncusu Osmanlı Devleti’ni yıktı, fakat aslî unsur olan Türk milletini mahvedemedi. Türk Milleti mevcudiyetini devam ettirebilmenin ne gibi sebeplere ve şartlara bağlı olduğunu takdir ederek onları hazırladı ve yeni bir devlet vücuda getirdi.

Efendiler, hakikaten Akhisar düşman darbelerinin ilk hedeflerinden birini teşkil etti, fakat bu darbe karşısında dağılmadı. Hemen bir namus cephesi vücuda getirerek mücadeleye fedakâra ne bir surette devam etti. Bundan dolayı bütün Akhisarlılar milletin takdirine layıktır. Bugün Akhisarlılarla yakından temas etmekliğim vesilesiyle ben de kendilerini tebrik ederim”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, daha sonra sözü Lozan Konferansı müzakerelerine getirerek şunları ifade etmiştir:

“Barışın tesisi lüzumu inkâr edilemez bir hakikattir. Biz bunu samimi olarak takdir etmiş bulunuyoruz. Muhataplarımızdan aynı samimiyeti bekleyerek muzaffer ordularımızı durdurduk ve delege heyetimizi Lozan Konferansı’na gönderdik. Fakat hakikatin tasavvur eylediğimiz gibi tezahürünü görmek henüz mümkün olamadı.

Delege heyetimizden her gün aldığımız malumatın tasavvurlarımızı teyit etmesini beklerken, aksi neticelere şahit oluyoruz. Konferansla gösterdiğimiz bütün sıcak niyetlere, samimiyetlere rağmen, muhataplarımız hâlâ bizi imha etmek, bize bağımsız bir devlet muamelesi yapmamak zihniyetinden uzaklaşmadıklarını göstermektedir. Hâlâ bize bağımsızlığı ihlal eden imtiyazlar kabul ettirmek ısrarında bulunuyorlar ve bu ısrarda ileri gidenlerin İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar olduğunu hayretlerle görüyoruz. Nihayet Lozan müzakereleri iktisadi meselelerden dolayı kesintiye uğramıştır. Bunu bittabi gazeteler yazacak ve hepiniz

okuyacaksınız. Bundan zerre kadar hayrete düşmemekliğiniz icap eder. Ancak mesuliyeti bize ait olmayan ve olmayacak olan düşmanlıkların safhaları ne olursa olsun, bizim meşru haklarımızı her suretle temine muvaffak olacağımıza eminiz. Milletin azmi, kuvvet ve kabiliyeti buna kefildir ve yeterlidir”168.

Daha sonra Belediye tarafından verilen ziyafetin, Türk Ocağı binasında tertip edilmesindeki isabetten bahis ve elli altmış asırlık muazzam bir tarihe sahip olan Türk Milletinin, milliyetine ve hürriyetine fevkalade önem vermesi gerektiğini söyleyerek, konuşmasına son vermiştir169.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Şubat 1923 tarihinde gerçekleşen ziyareti sırasında Kırkağaç’ta büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa ve eşi Latife Hanım, Fırka Karargâhına çay ziyafetine, Tevfikiye Mahallesindeki Türk Ocağı’nda müsamereye gitmişlerdir. Türk Ocağı’nı ziyaret sırasında, “Ocağın hakiki ecdat ve refik ocağı olmasını temenni eden” Gazi Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Belediye binasında ziyaretine gelen heyetleri kabul etmiştir.

UŞAK TÜRK OCAĞINDA YAPTIĞI KONUŞMA

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 19 Şubat 1923 tarihinde, eşi Latife Hanım ve Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa ile birlikte Uşak’a gelmiştir. Kalabalık bir halk kitlesi tarafından karşılanan Gazi Mustafa Kemal Paşa, askeri birlikleri denetleyerek Hükümet Konağı’na geçmiş ve oradan da Bedestan’ın üst katında bulunan Türk Ocağı binasına gelmiştir. Ocak’ta verilen çay ziyafetinde, Gaziye hitaben, gençlik adına Alaattin (Tiridoğru), Türk Ocağı Reisi ve İdadi Müdürü Ethem Ruhi (Alper) ve Uşak adına idadi öğrencisi Sadri (Us) birer konuşma yapmıştır. Ocak Başkanı Ruhi Bey yaptığı konuşmada, Büyük Kurtarıcının Uşak’a gelişlerinden dolayı candan teşekkürlerini ifade etmiştir. Daha sonra kürsüye çıkan Haşim Tekin (Bulgaz), konuşmasında Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Bismark’a, Napolyon’a

benzetmiş, onlarla karşılaştırmıştır. Konuşma sırasında kaşlarını çatan Gazi Mustafa Kemal Paşa, daha fazla dayanamamış ve Ruhi Bey’in sözlerini keserek şu konuşmayı yapmıştır;

“Arkadaşlarımızın izinleriyle, burada bir noktayı aydınlatmak için sözlerini kesiyorum. Bismark, önce hazırlanmış toplulukları, hazırlanmış bir zemin üzerinde bir araya getirdi. Napolyon, ihtiraslarını tatmin yolunda peşinden koştuğu şan ve şeref için, kitleleri ölüme sürükledi. Ben ise, o günün iktidarıyla el ele vermiş galip devletler tarafından, uçurumun kenarına sürüklenen ve yok edilmeye uğraşılan Türkiye’yi, milletin bir ferdi olarak, Türk çocukları ile beraber omuz omuza kurtarmağa çalıştım. Tanrıya şükürler olsun ki, milletime karşı mahcup olmadım.

Efendiler! Bu arkadaş beni Bismark ve Napolyon’la karıştırıyor. Napolyon kimdir? Taç ve macera peşinde koşan bir insandır… Bismark’sa tacidara hizmet eden bir adamdır. Ben bunlardan hiç biri deǧilim ve olamam”.

Genç konuşmacı;

“—Affedersiniz Paşam, sizin şan ve şerefinizden bahsetmek istiyordum”, deyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa bu sefer;

“Hangi şan ve şeref? Eğer mensup olduğum milletin şanı ve şerefi varsa ben de şanlı ve şerefliyim Şan da şeref de milletimindir. Benim şan ve şerefimden bahsetmek de hatadır, iyi dinleyiniz benim nasihatim budur ki, içinizden her hangi bir adam çıkar, şan, şeref, davası güder ve teferruat etmek isterse, başınızın belasıdır, ilk önce kafası kırılacak adam budur. Mensup olduğum Türk Milletinin şanı, şerefi varsa benim de bir ferdi olmak sıfatıyla şanım, şerefim vardır. Asla gayrı değilim”, demiş ve Türk Ocağı Reisinin konuşmasına cevaben de şunları ifade etmiştir;

“Millî harsını ihmal eden milletlerin âtisi musibet, izmihlal olmuştur. Türkler, her şeyden ziyade hars-î millilerinde çok kuvvetlidirler. Bu kuvvet sayesindedir ki, asırların vurduğu darbeler karşısında mevcudiyetini müdafaaya muvaffak olmuştur”.

Uşak adına konuşma yapan Sabri (Us) Bey, konuşmasını, “Hukukumuzu teslim etmeyen ve istiklali tamımızı tanımayan Avrupalılara karşı ne yapmak icap ediyorsa emrediniz. Bütün millet emrinize amadedir”, sözleri ile tamamlamıştır.

Gazi Mustafa Kemal Paşa ise cevaben şunları ifade etmiştir; “Şu mini minin de sözlerine cevap vermek istedim. Evladım; biz zalim değiliz ki, Avrupalıların beyinlerinde patlayalım… Mazlum hiç değiliz, onların hakir zincirleri altında inleyelim… Burada diyeceksin ki (Yumruğunu sıkıp işaret parmağını Batı’ya çevirerek):

Garbın cebini zâlimi, affetmedim seni!

Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!”

Türk Ocağı’ndan Uşak Belediye Reisi Enver Bey’in evine giden Gazi Mustafa Kemal Paşa, aynı günün akşamı Eskişehir’e hareket etmiştir.

ADANA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı taşıyan özel tren, 13 Mart 1923 günü Ankara’dan hareket etmiş, Konya İstasyonu’nda kısa bir duraklamadan sonra, 15 Mart 1923 sabahı Yenice İstasyonu’na girmiştir. Tren, yarım saatlik bir duraklamadan sonra, Adana’ya hareket etmiştir.

Adana’da büyük bir coşku ile karşılanan Gazi Mustafa Kemal Paşa, çiftçilerin daveti üzerine 15 Mart 1923 günü, saat:4’de Türk Ocağı’nın çay ziyafetine katılmıştır. Gazi, burada gençlere hitaben yaptığı konuşmada şunları ifade etmiştir; “Efendiler, millet ulaştığı mutluluk derecesinde daha çok yıllar dikkat ve uyanıklıkla, uyum içinde olarak çalışmaya mecburdur. Gerçek zafer muharebe meydanlarında

başarılı olmak değil, asıl zaferler iktisadi kaynakları kuvvetlendirmek,   milleti yükseltmektir. Eminim ki, gençler yalnız teorilerle meşgul değillerdir. Sanatın, tarımın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları doğrudan uygulayan gençlerdir. Gerçek başarıya ancak bu gibi verimli alanlardaki faaliyetlerle ulaşacağız”.

Adana Türk Ocağı gençleri adına, Yeni Adana Gazetesi Başyazarı ve Ocak Kâtibi Umumisi Ferit Celal (Güven) Bey tarafından yapılan konuşmada, Adana gençliğinin devrimlere olan bağlılığı bir kere daha vurgulanmıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa cevaben yaptığı konuşmada şunları ifade etmiştir;

“Muhterem arkadaşlarım!

Genç kardeşimizin gençlik namına söylediği sözler bende çok büyük hisler, incelikler, intibalar ve büyük emniyet ve itimatlar hâsıl etti. Bütün ciddiyetimle arz ederim ki, bu intibalar vicdanımda çok büyük saadetlere gelişme zemini olmuştur. Bende bu hissiyatın tecellisine sebebiyet verdiklerinden dolayı kendilerine teşekkür ederim. Bu dakikada karşılarında bulunmakla mesut olduğum çok kıymetli ve çok kadim Türk Ocağı ve Adana’nın güzide gençleri, sizler, anlıyorum ki, beyanatta bulunan arkadaşınızla aynı hassasiyet derecesine sahip bulunuyorsunuz. Ve bu hassasiyetinizi tamamen gösterebilecek kabiliyet ve kuvvette olduğunuz, alınlarınızda okunuyor. Bu hassasiyette bulunan ve hassasiyetlerini ifadedeki kuvvetlerini gösteren sizin gibi gençlere sahip bulundukça bu vatan ve milletin, şimdiye kadar ihrazına muvaffak olduğu zaferlerin üstüne daha azametli zaferler koyabileceğine hiç şüphe etmiyorum. Genç arkadaşlarım; ben ve benim gibi sevdiğinize şüphe olmayan birçok arkadaşlarımla beraber milletin en feci günlerinde vicdanımıza düşen vazifeyi yaptık. Fakat bu hususta bize cüret ve cesaret veren, siz ve sizi vücuda getiren büyük kalpli analar ve babalarınız ve bu millettir. Acı günlere ait olmakla beraber, bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı burada yâd etmek isterim. Efendiler, bende bu vakaların İlk teşebbüs hissi bu memleketle, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Bilirsiniz ki, Suriye felaketini müteakip, ben bir Almanın emri altında bulunan Yıldırım Orduları’nın kumandanlığını almak üzere buraya gelmiştim. O zaman burada bütün memleketin, bütün milletin nasıl bir geleceğe sürüklenmekle olduğunu görmüştüm ve buna engel olmak için derhal teşebbüslerde bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü

verimli kılmak mümkün olamadı. Çünkü o zaman vaziyetim buna müsait değildi.

Efendiler, memleketiniz, bilhassa güzel Adana’nız, bilirsiniz ki, tarihin malum devirlerinden beri tamamen bir Türk memleketidir. Fakat bu Türk memleketi vatanın diğer kısımlarından daha az çarpışmalar, felaketler, inkılâplar geçirmiş değildir. Lakin sonsuz asırlar içinde bu memleketin güzide evlatları daima o felaketlere mukabele etmiş, mukavemet göstermiş, mevcudiyeti muhafaza için çalışmışlardır. Daima muvaffak olmuşlardır; nasıl ki bunda da şerefle, şanla muvaffak olmuşlardır. Bana milletin kurtuluşu yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi, olmakla iftihar ettiğim bu toprakları yüceltirim.

Arkadaşlar, genç kardeşimizin söylediği gibi üç dört sene içinde yapılan şeyler, kazanılan muvaffakiyetler ve inkılâplar bu müddete sığmayacak kadar yoğundur. O kadar ki, bu yoğunluğu ancak sizin gibi güzide evlatlara sahip bir millet, omuzları üzerinde taşıyabilir. Arkadaşımızın anlattığı dönüm noktalarından kolaylıkla geçilmemiş, bu muvaffakiyetleri ve inkılapları elde edebilmek için bu millet sonsuz yoksulluk içinde, çok fena şartlar dâhilinde çalışmak mecburiyetinde ve acı ıstıraplar içinde bırakılmıştır. En büyük düşmanlık da asırlarca bu milletin başında bulunmuş olanların, doğrudan doğruya millet içinde fesatlıklarda bulunmuş olmaları idi. Biliyorsunuz, yer yer dâhili isyanlar oldu, millet birbirine geçti, birçok kanlar aktı ve ancak ondan sonra hakikati anlamak, mümkün olabildi. Bu kadar acı derslerden sonra elde etmiş olmakla bütün milletin cidden iftihar edebileceği bu neticeleri, henüz emin saymak büyük gaflet olur. Henüz hakikati görmekten uzak kimseler var. Lakin bilerek veya bilmeyerek milletin şerefine ve haysiyetine muhalif kimseler olsa bile bu gibiler sizin gibi vicdanlı ve beyinleri gelişmiş gençler karşısında yerinden başkaldırmaya imkân bulamayacaklardır.

Efendiler, millet ulaştığı saadet mertebesinde daha çok seneler dikkat ve uyanıklıkla ahenkli olarak çalışmaya mecburdur. Muharebe meydanlarında düşmanlara galebe çalanlar ve zafer kazanmış olan milletler çoktur. Fakat hakiki zafer, hakiki zafere daima aday olabilmek, zaferde lazım gelen kuvvetlerin kaynaklarını yükseltmekle, kuvvetlendirmekle mümkündür.

Ne yazık ki, itiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek,

bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.

Biliyorum ki, heyetinizi teşkil eden gençler yalnız teorilerle meşgul olan insanlar değildir. Sanatın ne olduğunu anlayan, ticaretin ne olduğunu anlayan, ziraatla bilfiil meşgul olan gençlerdir. Hakiki muzafferiyete ancak bu gibi verimli sahalardaki faaliyetle varacağız. Şu noktada görüyorum ki, hepiniz bu hakikatleri tam bir açıklıkla anlamışsınız. İnşallah memleketimizin en ücra köşelerindeki kardeşlerimiz de aynı derecede aydınlanır, gelişir ve hakikate el ile temas eder. Ancak ondan sonradır ki, milletimiz yekpare bir çelik kütlesi manzarası arz edecektir. Huzurunuz beni pek memnun ve mesut etti. Siz çok kıymetli gençlersiniz; bunu kolaylıkla anlamak mümkündür. Ve bunu ben hissetmiş olduğumdan bahtiyarım. Hepinize teşekkür ederim ve bahtiyarlığımı beyan ederim.”

15 Mart akşamı, Adana Türk Ocağı’nda düzenlenen ve Gazi’nin de yemek ziyafeti hakkında Damar Arıkoğlu şu bilgileri vermektedir; “Türk Ocağı’nda verilen ziyafet gecenin geç vakitlerine kadar, tatlı bir hava ve sohbet içinde geçti. Sofranın tam karşısında memleketin tanınmış çiftçilerinden Kadı Köylü Ramazan Ağa yer almıştı. Burada herkes Paşa ile senli benli arkadaş olmuşlardı. Paşa’dan her şeyi soruyorlar, O da uzun uzadıya cevap veriyordu. Adeta bir arkadaşlık havası husule gelmişti. Esnaflar dahi baş başa konuşmak fırsatını buldular. Paşa, inkılâba dair meşhur sözlerini burada söylemiştir”.

Yemek sırasında, Esnaf Cemiyetleri Birliği Başkanı Ahmet Remzi (Yüregir) Bey, Esnaf ve Sanatkârlar temsilcilerini Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya tanıtmış, Cemiyetin kuruluşu ve bir yıllık gelişimi hakkında bilgi vermiştir. Adana’da her esnaf gurubunun (şeyh) denilen birer başkanı olduğunu, bunların kırka yakın olduğunu, üç yüzden fazla talebesi bulunan bir çırak mektebi açıldığını, geceleri mektebe devam eden çırakların gündüz işyerlerinde çalıştıklarını ifade etmiştir. Ayrıca hafta tatilini kabul ettirmek için çok uğraştıklarını, bunun engellenmek istendiğini, hatta hafta tatilinin gâvur adedi olduğunu ileri süren bir milletvekilinin Ulucami’de konuşma yaptığını, birliği tehlikeye ve nifaka iten bu kötü propagandalara rağmen esnafın hafta tatilini kabul ve

gazetelerle ilan ettiklerini açıklamıştır. Sözlerini, “Biz Adana esnafları aziz kurtarıcımızın göstereceği, hak yolunda daima beraber yürüyeceğiz”, sözleri ile bitiren Ahmet Remzi Bey’in konuşmasına cevaben Gazi Mustafa Kemal Paşa şu konuşmayı yapmıştır;

“Adana’nın muhterem sanatkârları;

Hepinizi samimiyetle, takdirle, muhabbetle selamlarım. Arkadaşımızın verdiği izahattan fevkalâde memnun oldum. Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lâzımdır ve bilirsiniz ki bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Hatta kastettiğim manayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yalnız şunu söyleyeyim ki, milletlere ferden sanatkâr yetiştirmek kâfi değildir. İnsanlar ferdî olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir hacet vermiştir ki, her insan hemcinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur. Bu iştirak faaliyeti âdeta bir ihtiyaç-ı ilâhî olunca, maksatları birleştirmenin nasıl zaruret olduğunu kolayca anlarız. İlk hakikat olarak anlarız ki, herhangi sanatta emniyetle terakki arzu edilirse aynı meslek ve sanatta bulunan insanların mütesanit bir şekil altına girmesi lâzımdır. Sizlerin bir sene evvel kendi sanatlarınız dâhilinde birer şekil aldığınızı işitmek ve teşkil ettiğiniz cemiyetle bu şekillerin böyle umumi bir mecmua husule getirdiğini görmek, benim için en ciddi en fahrâver bir bahtiyarlıktır. Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felâkete mahkûmdur. Birçok unsurlar o felâketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lâzım geldiğini tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı Hükümeti, maatteessüf asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkârları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Müslüman’ın saraçlık sanatına sahip olduǧunu görünce fevkalâde meyûs olmuştu. Onların nazarında sanatkârların gayrimüslimlerden olması mücerrâhtı. Onlar sanattaki hayat membalarını başka milletlerin elinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asîl milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkârlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi.

Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki, işgalciler, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibiymiş gibi davranmışlardır. Şüphesiz haksızlığın ve küstahlığın bundan fazlası olamaz; Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.

Gerçi bu güzel memleket, eski asırlardan beri çok kere yabancı istilalarına maruz kalmıştı. Aslen Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zaptetmişlerdi. Sonra bu yerler İranîleri yenen İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümü ile ülkesi bölündüğü vakit Adana yöresi de Silifkelilere kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Roma yani Bizanslıların eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlardı. En sonunda Asya’nın göbeğinde daima kaynayan Türkler, Türk soyundan ırkdaşlar, buraya gelerek memleketi eski hayatına kavuşturdular. Memleket en sonunda asıl sahibinin elinde kaldı. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.

Arkadaşlar;

Bu memlekette, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salahiyeti olmadığı gibi, bu memleketi dışa muhtaç ettirmemek de size düşen bir görevdir. Sanatın önemini takdir etmeli ve bu takdirin de bu günün icabına göre lazım gelen her şeye başvurmakla olacağını anlamalıyız.

Sizler ki çok çalışıyorsunuz, çok çalışanlar o nispette havaya, sessizliğe, dinlenmeye muhtaçtır. Cuma günü hava alma ve tatil günü yapmakla çok akıllıca bir iş yapmış oldunuz. Bu haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için ve hem de din gereği olarak bir lüzumdur. Biliyorsunuz ki şeriatta Cuma namazından maksat herkesin dükkânlarını kapayarak, işlerini bırakarak, bir araya toplanmaları ve İslam’ın genel meseleleri hakkında dertleşmeleri içindir. Cuma günü tatil yapmak, şeriatın da emri gereğidir. Bu kadar açık bir hakikati size her hangi bir kişinin, milletvekili olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun, bu yapılan şey dine aykırıdır, demesi kadar küstahlık, dinsizlik, imansızlık olmaz.

Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar,

Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki alelekser din perdesine bürünmüşler, saf ve nezîh halkımızı hep şeriât sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar.

Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız, hepimiz dindarız artık bizim dinin icâbâtını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esâsâtını anlatmağa kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili dine mugayirdir gibi hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve izlâle çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakikî ve ciddî ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasıyla müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemâya gidin. Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?, deyiniz. Fakat suret-i umumiyede buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını, kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaat-i ammeye muvafıktır; biliniz ki o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın. O şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetâbuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olamazdı, âhir din olamazdı.

Arkadaşlar,

Cemiyetimizi teşkil edeli henüz bir sene olmuş, bir sene uzun bir zaman değildir ve düşününüz ki, bu bir seneyi de harp içinde geçirdiniz. Buna rağmen bir sene içinde elde ettiğiniz neticelerden memnun ve müsterih olmalısınız. İnşallah harp muvaffakiyetle biter. Sulh günleri gelecektir. Çalışmanızın semerâtını asıl o zaman göreceksiniz. Yalnız gördüklerimizle iktifa etmeyelim. Bu görgü bugün için kâfi değildir. Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar iştigal ettirilmemiş, kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlar. Hâlbuki bizi mahvetmek isteyenler sanatın her şubesinde terakki etmişlerdir. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim. Munsif olalım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim. Bize din de, Allah da bunu emrediyor.

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla deǧil, dimağladır.

Bu gece milletin hakiki tebaasına mensup siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mesudum. Bu memnuniyet ve saadetin asıl siz sanatkârların ufak dükkânlarınız yerine

muhteşem fabrikalar yaptığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır. Bir yıllık çalışmalarınız, yaptığınız teşkilat, bana bu sonucu sağlayacağınız güvencesini verdi. Şimdiden memnuniyetimi belirtirim”. Aynı gün Türk Ocağı’nda çiftçiler tarafından verilen ziyafette Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya, çiftçiler tarafından sembolik bir altın saban hediye edilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, çiftçilere hitaben yaptığı konuşmada şunları ifade etmiştir;

“Aziz çiftçi kardeşlerim; Diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en ulvî, en sade, en mesut ve samimî gece bu gecedir. Çünkü bu gece çok derin hürmetlerle, muhabbetlerle merbut olduğumuz milletimizin ekseriyeti azîmesini teşkil eden çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz.

Arkadaşlar, dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır. Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet bir gün girdiği yerden kovulur, terzil edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişaniyeti o kadar azîm ve elim olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve esir bir halde kalabilir. Onun için hakikî fütuhat yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında takarrür ettirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası sabandır, saban, kılıç gibi değildir. O kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. Tarihin bütün vakaları ve hâdiseleri hayatin bütün müşahedeleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun hikmeti aslisi şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin ekseriyet-i azîmesi çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.

Arkadaşlar; felâketler, elemler, mağlubiyetler milletler üzerinde bir takım âmiller vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu âmillerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin intibah ve vakarını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli netayici nihayet bizim milletimizde de bu hâvası tevlit eyledi. Kemal-i emniyetle söylerim ki milletimiz baştan başa böyle bir intibaha nail olmuş, tamam ve kâmil bir

millet halindedir. Vuzuhla ve kemal-i iftiharla ilân ederim ki, bu millet millî benliğini idrâk ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu havası, bu idrâki sayesinde kazandı. Milletleri yükselten bu havasa bir âmil daha ilâve edelim; intikam hissi… Milletlerin kalbinde hiss-i intikam olmalı. Bu alelade bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını izaleye matuf bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık hassasının zevalini ilân etmektir. Arkadaşlar, milletleri kurtaran bu havası ve âvamilin inkişafını en ziyade çiftçilerimizden temin etmeliyiz. Çünkü çiftçi ve çoban bu millet için unsur-u aslidir. Vakıa diğer unsurlar bu unsur-u asli için lâzım ve faydalıdır, lakin hiçbir tevehhüme kapılmadan bilmeliyiz ki o unsur-u asli olmazsa diğer anasır da yoktur.

Hemşehrisi olmakla müftehir bulunduğum bu vilâyetin kuvve-i inbatiyesindeki, toprağındaki serveti anlamak için Adana ile Mısır arasında ufak bir mukayese yapacağım. Bilirsiniz ki, Mısır toprağı feyziyle, münbit ve mahsuldar olması ile “Altın yuvası” denmekle tanınmıştır. Hâlbuki güzel Adana’mız hiçbir vakit Mısır’dan aşağı değildir. Bunu anlamak için muayyen birkaç noktayı işaret edeceğim. Bildiğime göre Mısır’ın asıl kıymetli sahası olan delta kısmı 16 bin kilometre murabbaındadır. Hâlbuki Adana’nın aynı kıymette bulunan toprakları 50 bin kilometre murabbaındadır. Bu saha içinde ovalar parçası ile Seyhan ve Ceyhan arası 20 bin kilometre murabbaındadır. Görüyorsunuz ki, yalnız bu kısım bile mesaha itibariyle Nil deltasından büyüktür. Sonra Mısır toprakları asırlardan beri işlene işlene çok eskimiştir. O topraklar yorgundur, ancak gübre ve fen sayesinde kuvvetini muhafaza edebilmektedir. Hâlbuki Adana toprakları henüz genç, dinç, her türlü feyze hazır ve amadedir. Mısır toprakları vesaiti fenniyeden istifade edebilmek sayesinde ancak bire on veriyor, hâlbuki Adana alelade ve basit hallerde bire on daima vermektedir, itina edildiği takdirde bire yirmi, otuz verebilir. Adana’nın Mısır’a müreccah hâvassı yalnız bunlardan ibaret değildir. Bizim vilâyetimiz denizli, körfezli, limanlı, ovalı, dağlı, tepeli, güneşli, yağmurlu, sıcaklı, serinli muhtelif iklimlerin heyeti umumiyesinden mürekkep bir mecmuadır. Bu mecmua içinde hububata ait hâvasdan başka, Mısır bu vilâyetin ormanlarında yetişen keresteden mahrum bulunmaktadır. Bu vilâyetin ağnam ve hayvanatından Mısır mahrumdur. Meyvelerin her nevi Mısır’da yetişmez. Bu itibarla da Adana’mız Mısır’a müreccahtır.

Arkadaşlar, buraya kadar Adana ile Mısır arasında hep göğüslerimizi kabartacak, bizi şükür ve iftihara sevk edecek mukayeseler yaptım. Bir de elem verecek makûs mukayeseler de var, onları da söyleyeyim. Biliyorsunuz ki, Mısır’ın hayatı Nil’dir ve Nil’in, membaı hayat oluşu ile tesisat-ı fenniye sayesindedir. Adana’yı da üç büyük nehir irva ediyor. Fakat bu nehirler ilim ve fennin o tesisatından mahrum olduğu için tuğyanlar da fayda yerine zarar veriyor. Gayri muntazam cereyanlar yüzünden münakalât münkati, hâsıl olan bataklıklar yüzünden ovalar sıtmalıdır. Bu hastalıklar yüzünden halk çalışmağa gayri muktedir kalıyor ve vilâyetin nüfusu tenakusa mahkûm oluyor. Demin dedim ki, Adana vilâyetinin yalnız ova ve nehirler arası bile Mısır’dan fazladır. Hâlbuki bir de her iki kıtanın nüfusunu düşününüz. Adana’daki 400 bin nüfusa mukabil Mısır’da on beş milyon nüfus var. Bunun dokuz milyonu Adana ovasından daha küçük olan Mısır deltasında bulunuyor. Demek ki, deltanın nüfusu Adana ovasından yirmi misli fazladır. Ve demek ki, bu feyizli vilâyetin ovaları daha yirmi misli nüfusu müreffeh, mesut, zengin etmeğe kâfidir. Bu nüfusu bugünkü şeraiti tabiiye ve müşkile içinde az zamanda temine imkân yoktur. Tezyid-i nüfusa ait bütün tedbirlerimizi ittihaz etmekle beraber bu tedabir ne kadar geniş ve kuvvetli olursa olsun, bu nüfus boşluğunu telâfiye kâfi değildir. Bu boşluǧu ancak makine ile telâfi edeceğiz.

Arkadaşlar, Adana vilâyeti bir devleti başlı başına idareye kâfi bir servet membaıdır. Harbi Umumiden evvel Mısır yedi buçuk milyon kantar pamuk istihsal ediyordu. Bu pamuk 35 milyon altın lira getirirdi. Vüsati, kuvve-i inbatiyesi itibariyle Mısır’dan aşağı kalmayan Adana’nın bu miktarda pamuk istihsaline hiçbir mani yoktur. Adana senevi 35 milyonu yalnız pamukla pekâlâ temin edebilir. Biz bunların inşallah hepsini temin edeceğiz. Yalnız bunun için bir şeye ihtiyaç vardır: İktisadiyatımızda istiklâli tam. Güzel vatanımızı fakre, memleketi harabeye sürükleyen esbab-ı muhtelife içinde en kuvvetli ve en ehemmiyetlisi iktisadiyatımızda istiklâlden mahrumiyetimizdir. Şayan-ı şükr ve mahmedettir ki, bu istiklâli bugün fiilen istihsal etmiş bir mevkide bulunuyoruz. Ancak fiilen sahip olduğumuz bu istiklâli düşmanlarımıza şeklen ve resmen de tasdik ettirmek lâzımedendir. Devletin ve milletin son hedefi işte bu noktayı temine matuftur. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde muvaffakiyet hasıl olacaktır. Bu nokta o kadar hayatî ki, onu behemehâl elde edeceğiz.

Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu mesailde alâyişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar. Lâkin iktisadî esaretle bizi felce uğratıyorlardı, öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim

bazı haklarımızı tanımış gibi vasiyet alırlar, hakikatte iktisatta elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan rical memnundu. Çünkü zahiren azametli bir istiklâl temin etmişlerdi. Fakat hakikati halde milleti manen hufrei meskenete atmışlardır. Bunlar iktisadî mahkûmiyeti gayri müdrik bedbaht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz hayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır. Bilhassa Adana’nın münevver halkı, bu hakayiki çok iyi idrâk etmekte bulunuyor. Arkadaşlar, şimdiye kadar büyük muzafferiyetler kazandık. O zaferleri hayat için, saadet için, milletin refahı için kâfi sandık; bu suretle gafletten gaflete düştük. Hâlbuki zafer ve fütuhattan sonra derhal sanat ve iktisadiyat sahasında seri hatvelerle yürümek lâzımdı.

Bilirsiniz, Ruslar İsveç’in mahkûmuydu. Büyük Petro çok kanlı mücadelâttan sonra Rus istiklâlini temin etti. Fakat istiklâli kurtarır kurtarmaz derhal memleketin içinde ziraat ve sanatı asırların icabatına göre yürütmeğe tevessül etti. Bizler de selâmeti hakikiyeye ermek istiyorsak, çok kan dökerek, kazandığımız muzafferiyetlerden sonra çok fedakârlık yaparak ziraat, ticaret, sanat sahasında emniyetli adımlarla yürümeğe bakalım”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa burada kağnı ile otomobile, yelken gemisiyle vapura rekabet edilemeyeceğini, memleketimizdeki ulaştırma vasıtalarının ilkel mahiyette olduğunu, medeniyette nasıl geri kaldığımızı, bu yüzünden Amerikan buğdayı ile rekabet edemediğimizi, milletin kendi sahillerindeki vatandaşlarını besleyememesindeki acılığı anlattıktan ve yalnız kendimizi bilmek değil etrafımızdaki komşuları, milletleri ve onların hangi vasıtalara sahip olduğunu da bilmek lâzım geldiğini ve bugün İslâm âleminin ne halde bulunduğunu izah ettikten sonra, sözlerine şöyle devam etmişlerdir :

“ Arkadaşlar,

Milletimizin içinde bulunduğu bu gafletin sebebi aslisi nedir? Bu millet kî asırların gafleti içinde en nihayet gözünü açtığı zaman, kendini âdem mezarının kenarında bulmuştu. Bir an ve bir adım daha, artık ebediyen gözünü açmamağa mahkûm kalacaktı. Bundan sonra inşallah milletin intibah gözleri bir daha kapanmayacak, artık bundan sonra o gözler nurlu, şuleli ve dikkatli kalacaktır. Fakat bunun böyle olmasını temin için eski halin sebebi aslisini aramak ve bir daha tekerrürüne meydan bırakmamak lâzımdır.

Bizi mezara götüren o sebebi asli nedir? Bunu hiç şüphesiz mahiyet-i idaremizde aramalıdır. Demin arkadaşımız Ramazan Ağa çok güzel izah etti: “Ben hiç mektep, medrese görmedim, cahilim kusura

bakmayın”, dedi. Keşke mektep, medrese görmeyenlerin hepsi Ağa hazretleri gibi olsaydı. Çünkü kendileri çok âlimce ve daha hakikî malûmat sahibidir, ümmi olan Ramazan Ağa, cahil olmadığını demin müsahabemiz esnasında pek güzel ispat etti. Ezcümle demiştir ki :

“Eski Osmanlı hükümeti sopaya malikti. Biz çalışırız, mahsulâtımızı elimizden alırlar. Yine karşımızda sopayı görürdük. Dinleyecek makam yoktu. İşitirdik birtakım insanların sarayları, cariyeleri varmış, onların başında sultan varmış, meğer bizim bütün mal ve mülkümüz onlarınmış. Bizi her şeyden mahrum eden meğer o saraylar, o sultanlarmış”.

Evet arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca bu milleti gaflette bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fütuhatta hiçbir emeli millîsi, arzuyu vicdanisi ve menfaati yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlâtları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların, saraylardaki debdebe ve dârâtı temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakre, harabiye, nihayet ölümün kıyısına götürdü, işte bu tarzı idareye padişahlık idaresi denir. Arkadaşlar, bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük. Bugün eski idareden büsbütün ayrı yeni bir Türkiye devleti var. Bunu idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’dir. Kemal-i cesaretle diyebiliriz ki, bugün bir halk hükümetimiz vardır. Bu halkın mukadderatı artık ebediyen bu halkın elindedir. Vakıa bugün bu hükümetin bütün prensiplerini, bütün usullerini bu yeni idarenin icabatına göre tatbik edemedik. Lâkin insafla düşünmeli, yeni idarenin hayatı kaç seneliktir ve nasıl bir zamanda doğdu ve nasıl şeraitle büyüdü? Arkadaşlar, bir hükümet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, hükümetten gaye nedir? Bunu düşünmek lâzımdır. Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin mahfuziyeti, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükümet iyi, edemeyen fenadır. Eski Osmanlı hükümeti bu iki gayeyi temin etmiş midir? Bu suale kemali kat’iyetle verilecek cevap menfidir. O hükümet bir defa milleti muhafaza edemediği gibi, daima ve daima kırdırmıştır. Bilir misiniz, yalnız son kırk beş seneden beri Yemen’de mahvolan askerilerimiz ve dönmeyen evlâtlarımızın adedi bir buçuk milyona kâribdir? Balkanları, Suriye’yi, şurayı, burayı düşününüz.

Birçok yerlerde bekçilik yapmak için öldürülen hadsiz, hesapsız evlâtlarımızı düşününüz. O hükümetin bu milleti nasıl doğrattığını anlarsınız. O hükümet birinci gayesini yapamadı. Bari ikinciyi yaptı mı, bari kalanlar mesut ve zengin midir? Bunu hiç düşünmeğe mahal yok. Maatteessüf memleket baştan nihayete kadar harâbezardır. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir fakr-u sefalet içindedir.

İşte eski tarz-ı hükümet milleti bu halde bıraktı. Çiftçi arkadaşlar, herkes sizler gibi vicdanlı, saf ve nezih kalpli olsaydılar onlara eski hükümetin fenalığını anlatmağı zait addederdim. Fakat kendisini malûmatlı zanneden birtakım akılsız ahmaklar, vicdansız hainler var. Bunlar benim fena olarak izah ettiğimi, size iyi olarak anlatacaklardır, Onlara verilecek cevabın ne olması lâzım geldiğini sizlere terk ediyorum.

Şimdiki şekl-i hükümetimiz, bizim için en iyi ve en muvafık olanıdır. Henüz üç buçuk dört yaşında olan bu hükümetin, bu müddet zarfında yaptığını vahidi kıyası olarak alınız ve aynı vahitle bundan sonrayı da tetkik edin. Bu tarzı hükümetin dört senede ne yaptığını düşününce, bundan sonra da ne yapılabileceğini anlarız. Dört senelik kısa bir zaman içinde mevcudiyet-i milliyemizi, şerefimizi, şahsiyetimizi kurtardık. Bütün dünyaya karşı yalnız bugünkü mevcudiyetimizi muhafaza ile kalmadık, asırların omuzlarımıza yüklettiǧi seyyiatı da temizledik ve onların faili olmadığımızı cihanı beşeriyete fiilen ispat ettik. Vakıa bu tarzı hükümet, bu kısa müddet içinde milleti müreffeh ve mesut yapamadı. Bin türlü mihnet ve meşakkatler içinde ilk adımlarını atan bu tarzı hükümetin semeratını henüz maddî bir halde görmüş değiliz. Lâkin yapılan şeyler bize, yapılacak şeyleri de pek güzel gösteriyor. Hepimiz vicdanlarımızda en kuvvetli kanaatler ve emniyetlerle biliyoruz ki, milletimiz behemehal zengin, müreffeh ve mesut olacaktır. Hükümetimizin tarz ve mahiyeti bu gayeyi temine kâfidir, kâfildir ve kudreti iyidir”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa bundan sonra milli iradeden, milletin hâkimiyetini artık kimseye vermeyeceğinden, hâkimiyetin bir millet için hayat, namus ve her şey olduğundan, artık milletin namus ve hayatını başkasına tevdi edemeyeceğinden, bu milletin elinden hâkimiyetini almak isteyen hainleri artık başarılı olmalarına imkân olmadığını belirterek, sözlerine şöyle devam etmiştir;

“Gerek bu gece burada ve gerek dünden beri her yerde, muhterem hemşerilerim Adanalıların hakkımda gösterdikleri çok kıymetli, çok hararetli ve samimî takdirat ve teveccühattan bütün mevcudiyetimle mütehassis ve minnettarım.

Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiç bir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muzafferiyetler bârizse, inkılâbat calibi dikkatse her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa bundan sonra milletteki dayanışma, fikir, his ve azim birliğinden, bu üç şeydeki birlikte başarıya ulaştığımızdan, milletin dayanışması sayesinde Yunan ordularının denize döküldüğünden ve bundan sonraki mücadelede de bu dayanışmayı, daha ziyade kuvvetlendirmeğe ihtiyacımız olduğundan bahsederek sözlerine şöyle devam etmişlerdir;

“Üç dört sene evvel mebde-i teşebbüsatımda, kuvvetli sözler söylemiştim. Bu milletin derece-i kabiliyetini yakından ve içinden görmek itibariyle kuvvetli sözler söylemiştim. O zaman onları hiffet telâkki eden hafif dimağlı kimseler vardı. Fakat sırf milletimizin ruhundaki büyük kabiliyete güvenerek vukuundan evvel söylediğim o sözlerin, hakayik ve fiiliyat ile maddeten teeyyüt ettiǧini görmekle bahtiyarım. Hiçbir sözümde milletime karşı ric’at vaziyetinde kalmadım. Onları söylerken bir hayalperest gibi, hayal terennüm eden bir şair gibi deǧil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi. Yine aynı anasıra güvenerek siz muhterem çiftçilere kat’iyetle söylüyorum ki, âtiye ait söylediklerim de kolaylıkla kabili husuldür ve husul bulacaktır. Yeter ki birbirimize olan emniyet ve itimat münselip olmasın. İyi biliniz ki, bu emniyet ve itimadı ihlâle sâi olanlar vardır. Sizi İğfal ve izlâl etmek isteyenlere açıkça sorunuz. Biliniz ki o iğfalkârlar açık sözden kaçınırlar. Onlar kulaktan kulağa söylemeği tercih ederler. Siz onlara “fısıldama istemiyoruz” deyiniz. O hainlerin fısıltısı kısılsın, millet her şeyi açıkça öğrensin ve açıkça sorsun”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa burada savaş ve barış hakkındaki kanaatlerini açıkladıktan sonra sözlerine devam etmiştir:

“Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı deǧilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin, hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.

İnşallah iyi ve şerefli bir sulh yapacağız. Sulhun imzasıyla önümüzde bir çalışma devri açılacak. O zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi vazife-i tarihiyesini ikmal etmiş olacağı için, tabiatıyla yeni

intihabat yapılacaktır. Muhterem çiftçiler, yeni intihabı çok mühim bir vatan meselesi olarak telâkki ediniz. Çünkü bundan sonra içtima edecek olan meclisin memlekete, millete yapmağa mecbur olduğu vazifeler çok güç, çok ağır, çok mühimdir, içinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ferasetine, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları intihap ediniz. Ancak bu sayede meclis sizin arzularınızı ifaya, lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır. Bana gelince millet beni tekrar intihap ederse, bu yeni meclise dâhil olurum. O zaman vazifemi emniyetle yapabilmek için, bir Halk Fırkası teşkili emelindeyim. Fırkanın programını zaman-ı lâzımında bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerler olursa onları da bana bildirirsiniz. Ben de tashih ederim. İstiyorum ki, o program şahsî olmasın, bütün milletin programı olsun”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa sonra siyasî duruma geçerek düşündüklerini anlatmışlar ve sözlerine şöyle devam etmişlerdir:

“Devletlere verdiğimiz son mukabil cevabı biliyorsunuz. Basit, meşru, hayatî olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi harbe sevk ederlerse, sakın telâş etmeyiniz. Emin olunuz ki o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şerait temin edeceğiz. Ordularımız da her tarafta maddi ve mânevi teminatı istihsale kâfi bir kudrettedir”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, çiftçilere teşekkür ederek daha müsait zamanlarda kendileriyle etraflıca görüşeceğini belirterek, iki saat on beş dakika devam eden konuşmasına şu cümle ile son vermiştir; “Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babasısınız, hepimizin efendisisiniz”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana’da kaldığı sırada, Adana Türk Ocağı tarafından tertip edilen müsamereyi izlemiştir. Gösteriyi, kendisi için ayrılan özel bir locada, Latife Hanım ve Fahrettin (Altay) Paşa ile birlikte seyreden Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana’nın Kurtuluş Bayramında temsil edilen canlı tabloların gösterildiği müsamereyi çok beğenmiş ve uzun uzun alkışlamıştır. Daha sonra Türk Ocağı yetkililerine, bir daha müsamereye davet ederlerse kendisine loca ayrılmamasını, halktan biri olarak, halk arasında oturmak istediğini söylemiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Adana Türk Ocağı Hatıra Defterine şunları yazmıştır;

Adana Türk Ocaǧı, Türklük nurunun feyyaz menba’ı olsun! Bu ocağın ateşi çok, pek çok kadimdir. Onu, asırlarca söndürmeye çalışmaktan hâli kalmadılar. Fakat, buna her teşebbüs edenin ocağı söndü. Çünkü o müteşebbisler, düşünmüyorlardı ki, Adana Türk Ocağı en asil Türk ocaklarının kızgın ateşleriyle daima tenmiye olunmuştur.

Ocağın bu günkü nurlu alevi her kalbi aydınlatıyor. Ben, bugün bu alevin sıcak temasında derin sevinç ve saadet hislen duydum.

15 Mart 1339 [1923] Perşembe M. Kemal

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eşi Latife Hanım da hatıra defterine şu satırları yazmıştır;

“Bu zengin topraklara, böyle münevver gençlere malik olan Türk Adana’nın Ocağı daima tütsün.

15 Mart 1339(1923)Latife Mustafa Kemal

MERSİN TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 17 Mart 1923 tarihinde Adana’dan Mersin’e geçerek, Hükümet Konağını ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni ziyaret etmiştir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti merkez binasının alt katındaki Gençler Birliği’nde kendisini bekleyen gençlerle samimi bir şekilde sohbet etmiştir. Gazi ile Gençler Birliği Başkanı İhsan Cemal Bey arasında şöyle bir konuşma geçmiştir;

“Gazi—Gençler Birliğini neden kurdunuz?

İhsan Cemal—Gençliği siyasi gaye ve hedeflerden uzaklaştırmak, terbiyevî ve içtimai sahalar üzerinde daha esaslı şekilde birleşip çalışmalarını temin için.

Gazi—Peki burada güzel bir kütüphane, bilardo sahası, müzik kolu kurmuşsunuz, bunlar Türk Ocağı’nda yok mu?

İhsan Cemal—Var efendim, fakat oraya türlü formalitelerden geçtikten sonra girmek mümkün oluyor, sonra orası bizi tatminden uzak.

Gazi—Niçin uzak, bu ikiliğe sebep ne?

İhsan Cemal—Türk Ocakları meşrutiyet devrinin kurduğu müesseselerdir, vazifesini yapmış ve şimdiki duraklama devrine girmiştir. Bugünün gençliğine ma’kes olmaz, gençliğe yepyeni bir hüviyette ocaklar lazımdır”186.

Konuşmanın sonunda, Birliğin bağlı bulunduğu bir merkezin olmadığını öğrenen Gazi, “Umumi merkezi olan bir cemiyete, mesela Türk Ocağı’na bağlanamaz mısınız?”, diye sormuştur. Gençlerin, toplu halde, “Çok iyi olur, derhal bağlanacağız”, şeklindeki cevabına çok sevinen Gazi Mustafa Kemal Paşa, çok iyi çalışmalarını tavsiye ederek yanındaki bir yetkiliye, bin lira bağış yapılması emretmiştir. Hemen toplanan Gençler Birliği üyeleri, Birliği feshederek Türk Ocakları’na katılmış, Dr. Reşit Galip Bey’i de başkan seçmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Mersin Türk Ocağı’nı ziyareti hakkında, gazeteci İsmail Habib Sevük şu bilgileri vermektedir; “Hem ajans mümessili hem de seyahat intibalarını not etmekle mükellef olduğumdan, irade mucibince hep yanında bulunuyordum. Diğer yanın da refikası vardı. Gazi’nin tek sükûnet bulacağı yer Türk Ocağı olabilirdi. Latife Hanımla bu ciheti fısıldaştık. Fakat Türk Ocağı’na girince de (Gazi’nin) canı sıkıldı. O kılıç gibi nazarlarla ‘bu eşya buranın değil, bunlar şuradan buradan ariyet getirilmiş, hepsi yerlerini yadırgıyor’ dedi ve Kılıç Ali’ye dönerek emir verdi; ‘Söyleyin buraya bin lira versinler”.

Daha sonra, Türk Ocağı şubesinin Millet Bahçesi’nde düzenlediği açık hava toplantısına katılan Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisi ve eşi Latife Hanım için hazırlanmış olan, orta yerde birkaç basamakla çıkılabilecek yaldızlı iki koltuğu görünce, “Bu ne maskaralık” diyerek, tahta sandalyelerin birini alıp rasgele oturmuştur. Gazi Mustafa Paşa’ya hitaben, Ocak Başkanı ve Hükümet Doktoru Reşit Galip Bey tarafından bir konuşma yapılmıştır. Reşit Galip’in “Günün manasını belirten ve politik havayı sezen, yürekten doğan samimi ve düzgün, ateşli hitabesi”, Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı çok memnun etmiş, konuşmaya cevaben şunları ifade etmiştir;

“Aziz Kardeşlerim,

Genç ve çok değerli doktorumuz Reşit Bey’in sözleri bence iki görüş açısından ele alınabilir. Birincisi, doğrudan doğruya kalbinin, vicdanının ve saygı değer Mersin halkının vicdanının, benim kalbimdeki duyguları açıklayan ifadeleridir. Buna teşekkürle yetineceğim. Gerçekten saygıdeğer doktorun dediği gibi, benim için dünyada en büyük varlık ve ödül milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Yüce Allah beni bunda başarılı kılmışsa, şükür ve Allah’a şükran duygularımı belirtirim. Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletin hizmetkârı olmakla, gurur duyacağım.

Saygıdeğer Mersin halkı,

Bugün hakkımda gösterdiğiniz içten ve coşkulu gösterilerden size teşekkür ederim. Ayrıca itiraf etmek mecburiyetindeyim ki, bölgeye geldiğim günden bu ana kadar duygularımın, memnuniyetimin derecesini biliyorum, içim rahat ve güven içinde bulunuyorum ki, her taraftaki kardeşlerim gibi burada da bana sevgi ve özen gösteren kardeşler var.

Mersinliler!

Memleketiniz, Türkiye’nin çok önemli bir bölgesinde bulunuyor, burası çok önemli bir ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün dünya ve Türkiye’nin en önemli bağlantı noktasıdır. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz.  Memleketinize sahip olabilmek için çektiğiniz acılar,

azaplar, yokluklar büyük olmuştur. Bunu sizler takdir edersiniz. Hepimiz arzu edelim ki, acı günler bir daha gelmesin. Buna, buraya gerçekten layık olmak gerekir.

Muharebe meydanlarında, kıymetli evlâtlarımızın süngü ve silâhlarının zaferi yeterli değildir. Bu zaferler ve başarılar çok büyüktür. Ancak gerçek refah ve mutluluğa sahip olabilmek için asıl bundan sonra çalışmak gerekir. Sizin için zafer ve ilerleme alanı iktisadi hayattadır, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin gerçek sahibi olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız.

Bu gerçeklerle dolu sözlerimle önemli bir noktayı da açıklıyorum. Gönül arzu eder ki; burada bir saat, bir gün değil, uzun süre kalayım, daha özel söyleşiler yapalım. Fakat şimdilik buna imkân yoktur. Sözümü bitirmek zorundayım. Son söz olmak üzere, bu memleketin gerçek sahibi olunuz, diyeceğim. Burada geçirdiğim saatler benim için çok değerli olmuştur. Derin sevgilerimle hepinize veda ediyorum; Allaha ısmarladık arkadaşlar…”

          

TARSUS TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

17 Mart 1923 günü Tarsus’a geçen Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk Ocağı’nı ziyaret etmiş, burada gençlerle uzun süre sohbet etmiştir. Gazi, Uzun yıllar Tekel binası olarak hizmet veren ve işgal yıllarında Fransızlar tarafından rahibe mektebi olarak kullanılan Türk Ocağı binasında, Tarsuslu gençlere hitaben şu konuşmayı yapmıştır;

“Tarsus gençlerini taktirle selamlarım!

Devletin hayatı da bireylerin hayatı gibi üç dönem geçirebilir. Eski Osmanlı hayat dönemlerinin üçünü yaşadıktan sonra yokluğa karıştı. Onun yerine yeni Türk Devleti geçti. Yeni Türkiye Devleti bütün Türklük karakterini, yani onun dinç, kararlı, erdemli dünyalarını kendisinde toplamıştır. Gençler biz size geçmişten, geçmişin boş inançlarından, geçmişin kalıntılarından arınmış bir yeniden doğuş getirdik. Olaylardan, olayların gerekliliğinden beliren bu doğuş, sizin pek değerli katılımınızla, aydın çabalarınızla çıktı. Bu doğuşu büyütüp, geliştirmek bizlerden sizlere yönelir. Bu görevde başarı kazanacağınıza gördüğüm kanıtlar ışığında pek çok güçlerle inananlardanım.

Saygıdeğer Gençler, hayat uğraştır. Bundan ötürü hayatta yalnız iki şey vardır; yenmek, yenilmek. Size, Türk gençliğine bıraktığım ve

Verdiğimiz vicdan armağanı yalnız ve her zaman yenmektir ve inançlıyım her zaman yeneceksiniz.

Ulusun yükseltilmesinin şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda asla kararsız olmayın. Ulusu o yükseliş yerine ulaştırırken, önümüzdeki engellere hep beraber karşı koyacağız. Bunun için her türlü gücünüze, bilginize başvuracak, fakat sonunda kayıtsız şartsız o amaca ulaşacağız.

Gerek burada, gerek gezdiğim bütün yerlerde genç arkadaşlarımız hep sizler gibi duygulu, kararlı gözü pektir. Bu ülke bundan dolayı şimdiden geleceğin parlak ışıklarını görmekle kıvançlıdır. Bu ulus sizin gibi gençleriyle, layık olduğu çağdaş uygarlığı bulacaktır. Beni çok mutlu ettiniz. Buradaki kararlı sözlerinizle sevinçliyim. Size arkadaşlarınıza ve Tarsus halkına teşekkür borçluyum”.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Tarsus Türk Ocağı Hatıra Defterine şunları yazmıştır;

“Tarsus Türk Derneği namı altında birleşen ve Türklük harsını yükseltmek gibi kıymetli vazife ifa eden yapan Türk gençliğini takdir ederim. Temenni ederim ki, dernek bu dakikadan itibaren Tarsus’ta Türk’ün sönmez ocağının yandığını ismi ile de ilan etsin,

18/19 Mart 1339 [1923] Gazi Mustafa Kemal”

Eşi Latife Hanım da aynı Deftere şunları yazmıştır: “Güzel Tarsus’un Türk Gençliğine

Sizlerden ayrılırken en samimi muvaffakiyet temenniyatımı yine aranızda bırakıyorum.

18/19 Mart 1339 (1923) Latife Mustafa Kemal”

KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

Konya Türk Ocağı fahri başkanlığını kabul eden Gazi Mustafa Kemal Paşa, 20 Mart 1923 günü Konya’yı ziyaret etmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı tren istasyonunda karşılayan Konyalı gençler, O’nu Türk Ocağı’na davet etmişlerdir. Gazi Mustafa Kemal Paşa daveti kabul etmiş ve belediye başkanının kendisi şerefine verdiği yemekten sonra, eşi Latife Hanım ile birlikte Türk Ocağı’na gitmiştir.Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya (Berkmen) Bey tarafından kısa fakat etkili bir konuşma yapılmış, Gazi’nin yaptığı devrimler üzerinde durarak, bu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız bir takım şahısların esir ve hizmetçisi olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın tecellisine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte, Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmiştir. Cevap olarak Gazi, aşağıdaki konuşmayı yapmıştır;

“Muhterem gençler,

Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden, gösterilen muhabbet ve emniyetten dolayı değerli Ocak üyelerine özel olarak teşekkür ederim.

Arkadaşlar, hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilafında, milletin emelleri ve menfaatleri hilafında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir tarihi devrede yaratılışındaki kabiliyeti geliştirecek mesai sahasına sahip olamamıştır. Ve bu mazhar olamamak yüzünden birçok felaketlerin altında ezilmiştir. O acı felaketler, milleti ölüme kadar götürebilecek mahiyetteydi. Teşekküre değerdir ki, en son ölüm darbeleri millette en hayati uyanışları doğurmaya vesile oldu. Ancak o sayededir ki üç buçuk dört senedir milletin ahenkli mesaisi neticesindedir ki, millet

hepimizi memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan zaferlere, muvaffakiyetlere ve Allah’ın yardımlarına mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu uyanışa, bize kendimizi bulduran bu hakiki uyanıklığa daha evvel sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selametimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek medeniyet derecesinde, en parlak olgunluk mertebesinde, en şanlı şeref ve talihte iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki uyanışa bedel, çok derin gafletler içinde dalıp geçmişizdir. Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü zaferleri pek parlak olmakla beraber, henüz milletimizi hakiki kurtuluşa mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zaferi kazanmakta olduğu gibi aynı gayretle, aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye ulaşacağız. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan sebepleri ve etkenleri tahlil etmek, meydana çıkarmak, unutmamak lazımdır. Bu hakikatleri, millet vicdanının kulağına ulaştırmak, bu hakikatleri milletin vicdanına iyice kazımak için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lazımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan türlü sebepler arasında hakiki noktayı bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin kati sebebi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan meydana gelen cemiyetler, her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, hasta, bozuk olan bir toplumun bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslam âleminin toplumlarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan batıya kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiştir.

Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Hepinizce malumdur ki, Cenabı Peygamber ahkâm-ı hususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif kavimler vardı. İslam dinini bütün insanlığa kabul ettirmek için fisebilillah kılıç çeken Arap mücahitleri, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve örf ve ananelerine sahip birçok kavimleri Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi kavimleri az zamanda İslamiyet dairesine aldılar. Yine fennen ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün esaslarıyla kabul etmekte, hazmetmekte, müşkülata uğruyor. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor. Daima asırlık medeniyetinin kendi toplumsal bünyesinde yaşattığı alışkanlıklara, inançlara bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esaslarıyla kendinde mevcut eski esasların karıştırıldığını görüyoruz. Bu tabii kaide, İslam’ı kabul eden milletlerde de aynen tecelli eyledi. Din-i mübin-i İslam’ın çok ulvi, çok kıymetli esaslarını ve hakikatlerini bu milletler olduğu gibi almamakta inat ettiler. İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mazinin mahsulü olan hastalıklı âdetler bir zaman için kendini göstermeye ve nüfuz etmeye muktedir olamamışsa da, biraz sonra İslam’ın hakikatlerine sarılmaktan, İslam’ın esaslarına hareketlerini uydurmaktan ziyade, mazinin miraslarından olan âdetleri ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.

Bu yüzden İslam cemiyetine dâhil birtakım kavimler İslam oldukları halde düşüşe, sefalete, çöküşe maruz kaldılar. Mazilerinin hastalıklı veya batıl alışkanlıkları ve inançlarıyla İslamiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle İslam’ın hakikatlerinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu İslam kavimlerinin içinde bizim milletimiz olan Türkler milli ananeler ve teamül itibariyle hastalıklı şeylere sahip değillerdi. Türk toplumsal ananelerinin pek çoğu İslam’ın hakikatine uygun ve yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları bölgeler itibariyle bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çürümeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin hastalıklı âdetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten kendilerini koruyamamışlardır. Bu hal kendilerinde karışık, ilmi olmayan, insani olmayan zihniyetler doğurmaktan geri kalmamıştır. İşte düşüşümüzün belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Yine biliyorsunuz ki, İslam âlemine dâhil cemiyetler ve Hıristiyan âlemi kitleleri arasında birbirini affedilemez gören bir düşmanlık mevcuttur. İslamlar, Hıristiyanların, Hıristiyanlar İslamların ebedi düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp gözüyle baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın neticesidir ki, İslam âlemi Batı’nın her asır yepyeni bir şekil ve renk alan ilerlemelerinden uzak kalmıştı. Çünkü İslam ehli o ilerlemelere tenezzül etmeksizin, nefretle bakıyordu. Aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlığın zorlamasıyla İslam âlemi silahını  bir  an  elinden  bırakmamak  mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahla bu daimi meşguliyet, düşmanlık hissiyle Batı’nın yeniliklerine iltifat etmemek, düşüşümüzün sebeplerinden ve etkenlerinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa, aydınlarımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazarı itibara alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son kademede kalışımızın -unutmayalım- memleketimizin baştan başa bir harabe oluşunun asli sebebidir. Düşüşümüzün bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden meydana gelmektedir. Biri çoğunluğu teşkil eden avam, diğeri azınlığı teşkil eden aydınlar. Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Bu iki sınıf arasında tam zıtlık, tam muhalefet vardır. Aydınlar asli kitleyi kendi hedefine sevk etmek ister; halk ve avam kitlesi ise bu aydın sınıfa tabi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Aydın sınıf telkinle, irşatla çoğunluk kitlesini kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara başvurur. Halka tahakküme ve zor kullanmaya başlar; halkı istibdatta bulundurmaya kalkar. Artık burada asıl tahlili noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden?

Arkadaşlar,

Bunda muvaffak olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uygunluk olmak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O aydınların telkinleri, milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış mefkureler midir?

Şüphesiz hayır. Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız da vardır ki, incelemelerimize ve araştırmalarımıza zemin olarak çoğunlukla kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün cihanı, bütün diǧer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz.

Aydınlarımız, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir teori hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mesut ettiği halde diǧerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, ilerlemelerinden istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Milletimizin tarihini, ruhunu, ananelerini doğru, salim, dürüst bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avama uygunluk muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki uygunluğu temin etmek lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini çabuklaştırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade aydınlara düşen bir vazifedir.

Gençlerimiz ve aydınlarımız ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice hazmedilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitvarım ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki, ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü acı dersler, yakın senelerin en yoğun vakalar ile dolu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakaların şahidi, dolayısıyla gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakalara şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi sayabilir, onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli kabul eyleyebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek, faal, memleketin hizmetinde ve azim ve imanla donanmış olarak vazifelerini hakkıyla yapacaklarına eminim.

Arkadaşlar

Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eǧer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hizmet elliklerine kani olursa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi lazımdır.

Bunun için de mefkuremizi açıklıkla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menfaatlerimizden, hasis emellerimizden uzaklaşmaya ancak böyle canlı ve alevli mefkure sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübe sahibi ihtiyarlarıyla, İslam’ın ruhuna vâkıf hakiki değerli ulemasıyla beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.

Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün sebata, azim ve melanete, ortaya koyulan bütün birlik ve dayanışmaya rağmen yine en güzel, en isabetli, en doğru zihniyetleri ve mefkureleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün millet fertleri çok şiddetli karşılık vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı kahredici bir birlik kitlesi şeklinde tecelli emekliğimiz, en zaruri bir vicdani gerekliliktir.

Zira bu hususta fesatlık yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenaplık göstermek, terbiye eseri değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.

Arkadaşlar,

Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, hürmete değer bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız ilim ve fen sahibi bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin üzerinde bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin belirli ve olumlu bir seciyeye sahip bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye sahip olmayan fertler ve böyle fertlerden meydana gelen milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı olurlar. Şunun bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve halen mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını aydınlanmış kılan Türk Ocaklarının esas gayesi, millete böyle olumlu bir karakter vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tembellik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, bir milliyet prensibi vardır bir de bunu dağılmaya sevk eden teoriler vardır. Lakın yine bilirsiniz ki, milliyet teorisini, milliyet fikrini, milletlerdeki millet mefkuresini dağıtmaya çalışan teorilerin dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vakalar, hadiseler ve gözlemler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük ölçekte fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

Bilhassa bizim milletimiz, milliyetini bilmezden gelişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir

millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bize hakaret ettiler, hor gördüler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün fiillerimizle ve hareketlerimizle gösterelim, bilelim ki, milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. Milli mevcudiyetimize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi. (karşı duvardaki levhayı işaret ederek)

“Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, ikbalimize yan bakan her ferdi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhal devirdiğimiz gün, hakiki kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz”.

Daha sonra Türk Ocağı üyelerinden Dr. Eyüb Sabri Bey, Gazi’nin yanına giderek izin istemiş ve küçük bir kağıdın içine yazmış olduğu, “Gençliği ve umdeyi takip ile yürümek azminde bulunuyoruz ve yürüyoruz. Fakat kendisinde irşat kuvveti gören bazı kimseler bu umdenin hilafında bulunacak olurlarsa buna karşı ne düşünülüyor ve ne yapılacak?”, şeklindeki sorusunu sormuş, Gazi Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamıştır:

“Bu soruyu soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada eleştireceğim. Sorulan mühimdir, açıklığa sahip değildir. Evvela soruyorum. Bu soruyu sorarken bu belirsizlik bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken muğlaklığa sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve kapalılıktan uzak olarak anlatmalıyız. Ben kendilerinin sorusunu izah edeyim: Buyurdular ki, bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir, fakat bazı insanlar vardır ki, hakikati idrak edecek kadar olgun değildir. Bu sebeple, halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka zararlı fikirler vererek, halk için fesatçı mevkiinde kalabilirler. Bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer soru böyle irat edilse idi, işte burada hazır bulunanlar içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, ve sair mesleklerden ve sınıflardan zevat var. Şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.

Her şeyden evvel şunu en temel bir hakikat olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, tekelciliği kabul etmez. Mesela ulema, mutlaka aydınlatma vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu katiyetle men eder. O halde biz diyemeyiz ki bizde özel bir sınıf vardır, diğerleri dinen aydınlanma hakkından mahrumdur. Böyle kabul edersek kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir, hoca olmak için yani dini hakikatleri halka telkin etmek için, mutlaka ilmi kisve şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimiye ilmîn araştırılmasını farz kılıyor ve her Müslim ve Müslime ümmeti aydınlatmak ile mükelleftir.

Efendiler, bir fikri daha düzeltmek islerim. Milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara karşılık ilmi kisve allında ilmin hakikatinden uzak, lüzumu kadar öğrenememiş, ilim yolunda layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.

Seyahatlerimde birçok hakiki aydın ulemamızla temas ettim. Onları en yeni ilmi terbiye almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. İslam’ın ruhuna ve hakikatine vâkıf olan ulemamızın hepsi bu olgun mertebededir. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak isabetli olmaz.

Efendiler, hakiki ulema ile dine zararlı ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emevi1er zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamberin saadet zamanlarında, Peygamberimizin irtihalinden sonra dört halife hazretlerinin zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamberin yol göstermesiyle İslam olan dört halifenin aydınlatmasıyla selamette bulunan ümmet kitlesi arasında hakiki temizlik, kalbi hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Ne vakit ki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin Vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule gelirdiler. İşte o zaman dine fesatlık, İslamlar arasına nefret girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En zorba hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde hilafet sıfatını da takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler, ihtiras ve istibdatlarını desteklemek için hep ulema sınıfına müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler, hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara boyun eğmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema

kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat gerçekte âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, hırslı ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler, işte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli dilencilere iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların düşmanı oldu.

Üç buçuk dört sene evveline kadar sağ olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hilelerden istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun serseriler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içinde böyle hainleri himaye, aşağılık hareketlerini şeriata tatbik eden, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti küçük düşüren ve aldatan âlimlerin -onlar için bu tabiri kullanmak istemem- böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima siyaset vasıtası, menfaat vasıtası, istibdat vasıtası yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi; Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı görüşlerinize arz ederim ki, böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Abbasi halifelerinin sonuncusu, biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca namlı hainler hep bu akıbete uğramışlardır. Böyle yapan halifelerin ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat etmekledir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin yalan dolanına ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmazlığımız için bu uyanışı, bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, hakiki kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz istikametle atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği hayati umdesine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin Meclis’in, kanunların, Teşkilatı Esasiye’nin mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üzerinde bir söz söyleyeyim. Farz-ı mahal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım alanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm”.

20 Mart 1923 tarihinde, hükümet dairesinde Konya esnaf ve tüccarları tarafından onuruna düzenlenen ziyafete katılan Gazi Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Türk Ocağı’nda şereflerine verilen çay ziyafetine katılmıştır. Gazi, Ocağın vaziyeti, faaliyeti, üyelerin sayısı, meslek ve sıfatları hakkında birçok sorular sorarak malumat almışlar, gençlere azami surette yardım edilmesi için Valiye, hazır bulunanlara tavsiyede bulunarak “Konyalılar çok zengindirler. Gençlerini bir parça himaye etmeleri lazımdır”, demiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından Konya Türk Ocağı’na, matbaa kurulması, gazete ve dergi çıkarılması için 3.000 lira sağlanacağı sözü verilmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Konya Türk Ocağı Defterine şunları yazmıştır; “Konya, muhtelif Türk devletleri yaşatmış öz Türk vatanıdır. Konya, asırlardan beri tüten büyük bir Türk ocağıdır; Türk harsının esaslı kaynaklarından biridir. Konya Türk Ocağı, Türklüğün hakiki bir timsali olmalıdır. Bu Ocak’tan milletin hissini, mefkûresini daima ısıtacak, nurlandıracak parlak alevler semalara yükselmelidir, çok yükselmelidir. O kadar ki, bu alev vatanın bütün ufuklarında aydınlıklar vücuda getirebilsin.

Konya’nın genç dimağları! Müteşebbis, cesur, sebatkâr evlatları! Ocağınıza sahip olunuz! Bütün engeller Ocağınızın ateşi karşısında derhal yanıp kara duman olmaya mahkûmdur.

20-21 Mart 1339 (1923) Gazi Mustafa Kemal”

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerine eşi Latife Hanım da şu satırları eklemiştir:

“Konya’nın güzide gençlerine: Sa’yinizle (çalışmalarınızla) azminizle, her biriniz vatanın ufuklarında birer tâb-dâr (parlak ışık) olursunuz. Ancak elinizi hırs ve menfaat şaibesinde çok dikkatle esirgeyiniz. Latife Mustafa Kemal