Abdulkadir İlgen

İki binli yılların sonuydu sanırım, Azmi (Özcan) Hocayla beraber bir vesileyle Sakarya’ya gitmiştik. O gün orada hatırladığım kadarıyla Mehmet Genç ve onunla beraber oraya gelen Ahmet Cihan, Fehmi Yılmaz ve tanımadığım başkaları vardı. Ahmet Cihan ismini Kırgızistan’da görev yaptığı Kommersiyalık Enstitüden dolayı duymuştum. Orada vicahen de tanışmış olduk.

O gün orada tanıştığım kişilerden sadece biriyle sanki önceden de tanışıyormuşuz gibi sıcak bir ilişki oluştu. Bu sıcakkanlı adam İhsan Ayal’dan başkası değildi. Diğerleriyle o günden sonra da hiçbir ilişkim olmadı ama İhsan’la arkadaşlığımız artarak devam etti.

Benim tuhaf yanlarımdan biri de tanıştığım insanlarla ilgili olarak içimdeki bir mekanizmanın gayri ihtiyari biçimde o kimse hakkında dur durak bilmeksizin analiz yapmaya başlaması ve onu içimde şu veya bu şekilde biriktirmesidir. İhsan’la tanışmamda da benzeri bir süreç yaşandı. İlgi duymadığım kişiler hakkında ise aynı mekanizma zerre miktar alaka duymadığı için belleğim otomatik olarak kapanır. Orada da aynısı oldu ve aklımda sadece İhsan Ayal kaldı.

Kendisi zannedersem 1968 Çaykara doğumlu. Çaykara zaten dağlık bir bölge. İhsanların köyü ise daha yukarılarda, sınırları Bayburt taraflarına kadar giden Kemer dağlarına kadar uzanan bir yer, Kuşmer Yaylası. Köyleri de Çaykara merkez ilçenin en büyük köyü olan Şahinkaya olan Şur köyü. Yukarılarda bütün görkemiyle uzanan Kuşmer yaylası. Trabzon’un Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan’a bakan bu tarafı, kendisini Trabzon’un diğer yörelerinden ayırır ve ona başka bir karakter verir.

Gerçi Karadeniz sahil yolu açıldıktan sonra bu yol eski önemini önemli ölçüde kaybetse bile Erzurum’da bulunan Çaykara Caddesi, hâlâ bu taraflarla Bayburt üzerinden kurulan Erzurum ilişkisinin hatıralarını taşır.

Babası klasik medrese tahsilinin bütün aşamalarından geçmiş bir hafız-ı Kur’an ve aynı zamanda medrese hocası. O devirlerde medrese tahsili zorlu ve ciddi azim gerektiren işlerden biri olduğu için her yiğidin harcı değil. O da öyle. Bir dilim ekmek ve bir kaşık çorbaya talimle bu işi hitama erdiren nadir âdemlerden biri.

Bu tip sıkı bir medrese eğitimi görmüş adamlarda her şeyi kitaba göre yorumlayan skolastiğin izleri görülür. Suboçer Hafız Fikri Efendi de (Ayal) bunlardan biri. O da kendini “mutlak hakikate” ulaşmış gören eski medrese geleneğine sıkı sıkıya bağlı olanlardan biri olmalı. O yüzden de kendisine bilgi olarak yeni diye ne getirilirse getirilsin, geleneğin kaynağına duyduğu güvenden dolayı muhtemelen ihtiyat ve küçümseme ile bakıyor olmalıdır. Bu, İhsan’ın babası hakkında anlattıklarından ve içinden geldiği gelenekten anlaşılıyor.

Bazen bu tür davranışlar “enaniyet” ve “inatçı bir taassup” gibi görünse de medresenin içinden çıkan bu tavrın bir benzerine “Bilimci” skolastiklerle “Marksist” skolastiklerde de rastlanabilir. Orada da davranışlara katı bir “bilimci” yaklaşım ve “ideolojik” bir taassup eşlik eder. Dikkatli bir göz her ne kadar terbiye edilmiş olsa da İhsan Ayal üzerinde de babası kadar olmasa bile bu tavrın izlerini görebilir.

Gerçi o bilmeye karşı daima şiddetli bir açlık duyarak klasik medrese tavrının dışındaki bir dünyaya merak salmıştır salmasına, ama bilinçdışındaki gölge varlık da hiçbir zaman peşini bırakamamıştır. Tavırlarında bu ikisi arasındaki gerilimin izleri görülebilir.

Gündelik Hayatın İçinden

Ben İstanbul günlerimin çoğu kesitlerini İhsan’ın yanında, onun evinde geçirdim desem yalan olmaz. O dönemlerde kendisi mücerretti. Fakat öyle olsa bile gündelik pratiğinde bu kadar düzenli ve prensip sahibi az sayıda insanla karşılaştığımı söylemem gerekir. Üsküdar’da yekpare kitap ve intizam olan bu evde kahvaltıdan yemeklere kadar her şey birinci kalite ve tam bir ölçü üzerineydi.

Gündelik hayatında da tuttuğu yoldan zerre tereddüdü olmayan bu adamın kanaatleri de kesin ve şaşmazdı. Ben mizaç gereği mutlak doğru, iyi ve güzelin bilinemez olduğuna inanan birisi olduğum için bu tarz davranışları tercih etmesem de İhsan’ın doğrularını hiçbir zaman sorgulamadım.

Bu da nihayet bir mizaç meselesiydi ve bana göre bir sakıncası da yoktu. Çünkü her disiplin sonuçta belli bir prensibe bağlılığı getirdiği için sonuçta ahlaki bir duruşu da beraberinde getiriyordu. Her ne kadar bu ahlaki duruş İstanbul etkisiyle belli biçimlerde yumuşamışsa da karaktere asli hüviyetini veren şey değişmemişti.

Mesela çay 17 dakika beklemeden içilmezdi ve ben de bunu ondan öğrendikten sonra buna harfiyen riayet etmiştim. Temizlik, hijyen ve gündelik işlerin hallinde inanılmaz biçimde yetenekli olan bu adam her nedense bu yeteneği nakde çevirme konusunda o kadar yetenekli değildi.

Evine gelip gidenler arasında şimdilerde YÖK başkanı da olan Erol Özvar’dan İhsan Fazlıoğlu’na kadar birçok insan vardı. Kendisi Mustafa Çalık ve Türkiye Günlüğü çevreleriyle de yakinen ilişkili biriydi. Çok zaman ikisi de dominant karakterde olan bu iki mizacın nasıl uyuştuğunu merak etsem de sonunda bu ikisinin ortak noktasının bir tür “katalizör” nitelikli mizaç noktasında kesiştiğine hükmettim. Çalık seviyesinde olmasa bile bu ikincisi de kendi ölçüsünde katalizör sayılabilecek bir mizaca sahipti.

Bu mizacın etkisiyle olacak değme editörlere taş çıkartacak kadar sağ yaftası altında toplanan kalburüstü ne kadar yazar çizer varsa çoğunu yakından takip eder ve temas kurardı. Fakat burada da bu yetenek ve becerisini yayın dünyasının önemli bir bileşeni olarak sürdüremedi.

Kendisi editör değildi ama kayıt dışı olarak da olsa bu camianın içindeydi. Aslında ne içinde ne dışında denilebilecek bir tarafı vardı. Memuriyeti de öyleydi. Orada da ne içinde ne dışında denilebilecek bir tavırla işini yürütüyor ve fakat taşıdığı unvanla bu unvanı taşıyan kişilik arasındaki uyumsuzluk yüzünden bir türlü huzura kavuşamıyordu.

Serazat, enteresan bir kişilik olan bu adam, o kadar disiplinli bireysel pratiğine rağmen her nedense yaptığı işi tam olarak sevmiş biri sayılmaz. Bu tür adamların talihsizliği “yarım adam” olmalarında saklıdır. Eski İstanbul’da örneklerine rastlanabilecek bir tür akıl dükkânı nevinden küçük dükkânlar olur. Eş dost gelir sohbet, muhabbet eder, içini döker, müşkilini halleder, çayını içer ama beş kuruş bırakmadan gider ya, İhsan da bir nevi böyle bir adamdı.

Etrafında bir sürü adam vardı ve o bunların çoğunun sırdaşı, esrar-ı mahremi idi ama herkes evine, köşesine çekilip kendi işine koyulup kendi istikametinde mesafe alırken İhsan yine orada, kendi köşesinde kendi yalnızlığını yaşıyordu. Muhtemelen kendisi de bu rolü benimsemiş, belki de farkında olmadan bundan besleniyor da olabilirdi. Bunu bilemiyorum. İhtimal kendisi de bilmiyordur.

Bütün bunlar İhsan’ın kendisinin de bir türlü cevabını bulamadığı iç çelişkileriydi. Müthiş bir organizasyon yeteneği olan bu adam, taşıdığı bütün enerji toplamına rağmen içindeki dünya kadar teşebbüsü yarım bırakmış birisi gibi görüntü veriyor, bunun hüznünü yaşıyordu. Devam ettirse, imkân bulsa, girdiği yolu sonuna kadar götürebilse ve kendi kişiliğinde devam ettirdiği ısrarı başladığı gibi bitirse, muazzam çıktılar üretebilecek bu yetenek ne yazık ki yarım kalmış bir teşebbüs gibi görünüyor.

Benim en üzüldüğüm şeylerden biri de budur: bu tip vb. adamlarda görmeye alışık olmadığımız natamam süreçler. Ve en hazin olanı, hitama ermeyen teşebbüslerdir. İhsan üzerinde bunun derin tesirlerini gördüm. O, bu tarz şeyleri pek de telaffuz etmez ve bazen elfâz-ı latife, bazen de cerbezeyle zevahiri kurtarma yoluna gitse de çoğu kez içinde bulunduğu çıkmazın kendisini de müteessir ettiğine tanıklık ettim.

O tabii bunları söylemez ama dikkatli bir gözlemci bunların tamamını satır aralarından okuyabilir. İstanbul’daki yayın evi ve kitapçılarıyla belli yerlerdeki okur yazar takımıyla çok iyi ilişkiler kuran bu adam, babasıyla tam olarak karşı karşıya ve neredeyse hiçbir konuda anlaşamaz biri olarak görünür. Bunun nedenlerine yukarıda kısmen değindim. O tip adamların, herhangi birini beğenmesi tanım gereği neredeyse imkânsız olduğu için, bu aslında çok şaşılacak bir şey değildir.

Mehmet Genç

Mehmet Genç’le İhsan Ayal ayrılmaz bir ikili gibiydiler. İhsan, Mehmet Genç için olmazsa olmaz biriydi. Nasıl olmasın ki, leb demeden leblebiyi anlayan, elinden iş gelir, her tür organizasyonu söylemeden hisseder ve hâle göre yoluna koyar biri Mehmet Genç gibi her şeyi doğrudan doğruya söylemeye pek de istekli olmayan son derece müdebbir ve müdakkik biri için bulunmaz kaftandı.

Benim Mehmet Genç hakkındaki intibalarım, buğday tarlasında gelincik mahcubiyeti yaşayan birinden farksız değildi. Muhafazakâr çevrelerin adamıydı adamı olmasına ama arabesk bir kültürü muhafazakârlık olarak anlayan bir çevreye de o kadar yabancıydı. Fakat talihin cilvesine bakın ki, bu adam da o çevrelere mahkûm olmuş birisi, olarak o çevrelerde ikamete memur biri olmaya hüküm giymişti.

Hocanın talihsizliği buradaydı. Kafasında klasik devre ait konaklarla modern devrin en yeni fikirlerini taşıyan bu adamın bastığı yer ne hazindir ki içinde en derin çelişkiler ve iptidailiklerin bulunduğu Türk Muhafazakârlarının içiydi. İdealleri ve fikirleriyle kendi realitesi arasında bu kadar muazzam bir fark bulunan bu adamın en büyük handikabı bu gerilimde yatıyordu.

Etrafındaki adamlar da çoğu kez bu çevrelerden gelmiş tiplerdi. Mehmet Genç gibi son derece rafine birinin etrafından o evsafa yakın tipte sosyal bilimci tipinin çıkmayışına çok da şaşmamak lazım. O da hem kendinin hem içinde bulunduğu şartların hem de etrafındaki adamların pek tabii ki farkındaydı. Farkındaydı ama o, zorunlu ikamete memur biri olarak sürgün yemişti bir kere. Karar çok yüksekten, Tanrı katından gelmişti.

İhsan, işte bu aralıkta Mehmet Genç için hem arkadaş hem onun gündelik problemlerini halleden biri hem bir özel kalem hem de bir yar-ı vefadar olarak bir fonksiyon üstlenmişti. Mehmet Genç’le İhsan’ı bir araya getiren bir diğer özellik de bu birincisinin de tıpkı İhsan gibi çoğu teşebbüsü yarım bırakmış olmasında gizlidir diye düşünürüm.

Mehmet Genç de çalıştığı ve üzerinde durduğu çoğu meseleyi ucu açık bir dosya olarak arkadan gelenlere bırakmıştır. Oysa İnalcık, şu ya da bu şekilde bu dosyaların çoğunu kitap haline getirip neşretmiş ve dosyayı kapatmış olmasına karşılık Mehmet Genç, artık her ne sebeple olursa olsun bu dosyaları arkadan gelenlere bırakmıştır.

İnalcık, bitiremediği dosyaları bile sağlığında Bilkent Üniversitesinde düzenlenen bir törenle “Halil İnalcık Centre for Ottoman Studies HICOS” isimli merkeze teslim ederken Mehmet Genç bütün dokümanlarını arkada bırakmıştı. Benim buradaki asıl amacım Mehmet Genç değil de yakın dostum İhsan Ayal olduğu için bunun üzerinde çok da durmak istemiyorum.

Mehmet Genç hayattayken birçok ismin bu markaya kullanarak kendilerine sosyal bilim camiasında bir yer edinmeye çalıştığı da bir sır değildir. Ben şahsen Hocanın bulunduğu hiçbir mecliste ileri çıkıp konuşma gereği duymadım. Çünkü bu tarz girişimleri hem kendi şahsiyetime karşı işlenmiş bir cinayet hem de Hocaya karşı bir saygısızlık olarak telakki ediyordum. Bugün de aynı fikirdeyim.

İfrat derecede zeki ve ince bir diplomasiye sahip birisi olan Mehmet Genç kendi etrafında dolaşan herkesin kim olduğunu bilecek kadar basiret sahibiydi. Ne var ki o da bir tür İhsan gibi yanlış yere dükkân açmış, sattığı meta ticari bir meta olmaktan çok bir sergi malzemesi olarak kullanılmış biri gibi muamele görmüştü. Bu yüzden o da beş parasız olarak yaşamıştı.

Halinden şikayetçi miydi derseniz, görünüşte müstağni bir tavra sahip bu adamın bu durumdan hiç de şikayetçi olmadığı zannedilebilir, ama bana göre bu durumdan mustaripti. Bizde âlâ yu vâlâ ile yere göğe sığdırılamayan birçok adamın alın yazısı ne yazık ki böyle olmuştur. Kimse çıkıp da yahu hazret halin nicedir ne yer ne içersin diye sormamış ya da sormak istememiştir.

Sorulsa gereğini yapmak gerekecektir de ondan sorulmamıştır bu soru. Şark biraz da böyledir; her şeyi ritüellerde gizleyen bir mürailik. Bunu yaparken de garbın her şeyi sayı ve istatistiklere döken kuru nicelliğini takbih ederek yapar bunu.

İstanbul’da Bir Köşe

Bu adam son yıllarda ikinci baharını yaşıyor. Türkiye Günlüğünün ilk çıktığı günlerden bu yana tanıştığı Mustafa Çalık ve o muhitin adamı olan İhsan Ayal, orada da her şeyi yaptığı işe göre değil, durduğu yere göre anlam kazanan bir dünyanın tabii bir uzantısı olarak gadre uğramıştır.

Bu, şarkın dramıdır. Şu kadar yıllık modernleşme teşebbüslerimize rağmen hâlâ İran ve Bizans geleneğinden gelen o şark kurnazlığını bir türlü üzerimizden atamadık. Hâlâ alplık ve şövalyelik geleneğinin o merdane tarzını benimseyemedik. Varsa yoksa saray entrikaları ve küçük köylü kurnazlıkları hâlâ yolumuzu belirlemeye devam ediyor.

Pekâlâ, İhsan bunların neresinde derseniz, o da belli bir dönem içi kaldırmasa da bunları işin erkanından saymış olabilir. Bu sadece İhsan’ın değil, hepimizin dramıdır. Hepimiz hayatın belli dönemlerinde bütün bu tarz işleri eşyanın tabiatı ve “reel politik” olarak görüp, aksini hayalcilik ve safdillikle itham etmiş olabiliriz.

Ahlak bizde biraz da mağlupların jargonu olmuştur. Mağluplar davranışlarında ahlâkı öne çıkartırken, galipler de zaruretleri öne çıkartmışlardır. Bu da kazanılmış hiçbir hakkın alın teri ve liyakatle değil, göze girmek ve kayırmayla elde edildiği toplumlara has bir davranış tarzıdır. O yüzden de kazanılmış bir hak geri alınırken kimse bunu yadırgamaz ve veren verdiği gibi de pekâlâ alabilir de duygusunu taşır.

Burada kimse bir şey kazanmaz, sadece devletluları ihsanda bulunur. Bugün bile siyasette “ben getirdim, ben yaptım vs. vs. vs…” şeklindeki terminolojinin arkasındaki temel saik bu zihniyettir.

İhsan’dan bahsederken nerelere geldik.

Her neyse bu yazı kendisinden habersiz olarak kaleme alınan yarım kalmış bir deneme olarak kayda geçsin istedim.

İşte İhsan bu toprakların içinde var olmaya çalışan birisi olarak aramızda yaşayan bir kitap kurdu, bir garip âdem olarak İstanbul’un fethini gören Üsküdar’ı, o tarihi Üsküdar’ı, Özbekler Tekkesini ve Fethi Paşa Korusunu bekliyor.