Felsefeci, yazar ve mütercim; Klasik Alman Felsefesi Goethe ve Nietzsche hakkında derin araştırma ve kitapları olan; “Devlet Tercüme Ödülü” sahibi Senail ÖZKAN bey Eskişehir Türk Ocağında yaptığı “Doğu ve Batı Düşüncesinde Kâmil İnsan” konulu konuşmasında özetle:

İnsan ancak kendi zihin gücünü, aklını keşfettikten sonradır ki gerçek anlamda insan olmuştur.

Hz. Adem’e cennette iken sadece elma ağacından yemesi yasaklanmış. Yılan, Hz. Havva’ya bu ağacın meyvesinden yerseniz Tanrı gibi olacaksınız, her şeyi bileceksiniz diyor. İnsanın macerası böyle başlıyor. Tanrı gibi olma, onun gibi anlama ve her şeyi bilme hırsı düşüşüne, cennetten kovulmasına sebep olmuş; ancak insan bugün hâlâ Tanrı gibi olma peşindedir. Modern insanın dramı budur; Tanrı gibi olmak, hatta tanrı olmak isterken, insan olamamak.

Bilgi insanı ilahlaştırıyor. Bilgi sayesinde insan ulûhiyetin farkına varıyor; ruhen Tanrı menşe’li olduğunu keşfediyor. Kısaca söylemek gerekirse insan sadece dünyanın ve tabiatın sırlarını keşfetmekle kalmıyor, bilakis kendi yaratılış tarihinin sırlarını da elde etmeye başlıyor.

Yaratılış tarihi gerçek bir dünya tarihidir ama aynı zamanda bir kültür tarihidir. Dolayısıyla insanın inkişaf tarihidir. Başka bir ifadeyle insanın gelişme tarihi bizatihi kendine dönüş tarihidir. İnsan ancak bu süreçte nasıl insan olduğunu, nasıl insanlaştığını daha iyi anlama imkânına sahiptir. İnsanlık tarihi, insanın kendini keşfiyle başlar. Düşünce tarihi de, kültür tarihi de insanın bizatihi kendini tanıma tarihidir. İnsan ancak kendi zihin gücünü, aklını keşfettikten sonradır ki gerçek anlamda insan olmuştur. Aklını kullanmaya başlayan insan tabiatı da kullanmaya, tabiatı ve dünyayı anlamaya başlar; dünya ile birleşir, dünya barışının nasıl mümkün olacağına dair düşünceler geliştirir.

Görüldüğü üzere kendini keşfeden insan, kendine bir ufuk edinmeye, hatta kendi ufkunu belirlemeye ihtiyaç duyar.  Tanrılar gibi olmak, Tanrının gücüne ulaşmak için yasak elmayı dişleyen insan, elde ettiği bilgiyle bunun mümkün olmadığını anlar ve kendi sınırlarına geri döner.

İnsanı belirleyen de, insan yapan da kendi ufkudur; kendi ufku insanın zihin gücüdür, kendi sınırlarıdır. Kendi ufkunu keşfetmeden insanın tabiatı keşfetmesi, biyolojik varlığının ötesine geçmesi kabil değildir. İnsan dünyada kendi ufku, dünya tasavvuru kadar yer işgal eder. Bununla birlikte hayatın tahditlerine ve tehditlerine başkaldırmayan insan varoluş ufkunu genişletemez. Kültür dediğimiz hadise, insanın sınırlarını keşfiyle birlikte varoluşun önündeki engellerin aşılması cehtidir.

Kiegegaard: Meleklerin hürriyetleri olmadığı için günahları da yoktur. Günahları olmadığı için tarihleri de yoktur. Çünkü günahsızın tarihi de olmaz.

 Mevlana Celaleddin Rûmi’nin idealindeki gerçek “er” (merd-i mümin)’i, modern insanın krizlerini yaşamaz; çünkü Mevlana’nın yücelttiği “er” (merdi-i mümin) “kulluk” makamındadır ve yaratandan aldığı kudretle dünyayı mamur etmeye memur olduğunun şuurundadır. Mevlana’nın “merd-i mümin” kavramını, İbn’ Arabi’nin insân-ı kâmil teorilerinin etkisi altında kalarak geliştirdiğini düşünemeyiz. Düşünemeyiz, çünkü insân-ı kâmil kavramı, onun mensur (nesir) ve manzum (şiir) eserlerinde bir kez bile geçmez. Oysa ideal ”er” (insan) arayışı tasavvuf kadar eskidir. Hatta kadim kaynaklar, Arapça bir kelimeden,  “asil delikanlı” anlamına gelen fetâ’dan bahsederler. Bu “feta” kavramı en güzel şekliyle, Hz. Peygamberin yeğeni ve damadı Hz. Ali’de tecelli eder. Lâ feta illâ Ali, Ali’den başka yiğit yoktur.

İşte bu feta kavramı, daha sonraları (farsça) merd veya Türk dilinin kullanıldığı bölgelerde er, eren olarak idealize edilmiştir. Tabii bu kavramı tedavüle sokan Hz. Mevlana’dır. Diogenes’in fenerle aradığı adam işte bu “er” kişidir.  O yüzden Mevlânâ üç defa bu hikâyeye atıf yapmakta ve şöyle demektedir

Dün bizim üstad şehri kandille dolaşıp duruyordu:

“Hayaletler! Hayvanlar! Oysa yalnız bir er kişiye hasretim!”

Demek oluyor ki Mevlana, hayatı boyunca bu “er kişi”yi arayıp durmuş. O’nun anlayışına göre “merd-i mümin”, pazuları kuvvetli insan değildir; er kişi, iradesi ceylan boynuzun daha sağlam, faal ve dinamik insandır, çalışkan ve yaratan insandır; bir ân’ı diğerine müsavi olmayan çalışkan, ahlâklı ve işini yapan, dünyayı imar eden insan…

Mevlana’nın anladığı “merd-i mümin” kemale ermiş değil, bilakis sürekli gelişen, tekamül eden, kemâle doğru, yani gerçek manada insan olmaya, “abduhu”, Allah’ın kulu olmaya doğru koşan, bunun için gayret sarfeden insandır. Mevlana nazarında insan, “merd-i mümin” olmaya aday olan, halen olmakta olan insandır.

Mevlana, bütün varlıkların, varlık sahnesine çıktıktan sonra sürekli tekamül ettiklerini ve insan olarak da hâlen tekamül etmeye devam ettiğini Mesnevisi’nde dile getirmektedir. Alman klasik şairlerinden Friedrich Rückert, Mevlana’nın bu görüşünü o derece benimsemiş ve etkisinde kalmıştır ki Mevlana’nın bu şiirini Almancaya tercüme etmekten kendini alamamıştır. Ben de bu şiiri Türkçeye tercüme etmeden kendimi alamadım:

Ben cemadattandım.. öldüm, biten, boy atıp gelişen nebat oldum.

Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.

Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum.

Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?

Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de,

Melekler âlemine geçip kol kanat çırpayım.

Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak,

Melek sıfatını da terk etmek gerek.

“Her şey fânidir, helâk olur gider,

Ancak O’nun zât’ı, hakikatidir bâki.”

Bir kere daha melekken kurban olayım da

O vehme gelmeyen yok mu, işte o olayım.