Bu haftaki Perşembe Sohbetimizde “Japonya: Türkler ve İslamiyet” konusuyla Ankara Üniversitesi DTCF Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Merthan Dündar bizlerle oldu. Sayın Dündar konuşmasında özetle şunları söyledi; Rus-Japon Savaşı’nın (1904-1905) ardından Asya’da söz sahibi bir güç haline gelen Japonya, o dönemin dünya dengelerinde de değişime sebep olmuştur. Tarihe Meiji Dönemi (1868-1912) olarak geçen ve 1868’de İmparator Meiji unvanıyla tahta çıkan Mutsuhito’nun başlattığı hızlı değişim süreci Japonya’nın yavaş yavaş gerçek bir imparatorluk haline geldiği dönemdir. Meiji Restorasyonu olarak adlandırılan yeniden yapılanma döneminde Batı, her yönüyle örnek alınmış ve devlet sisteminden sosyal hayata kadar pek çok alanda Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri örnek alınmıştır. Bu durum Japonya’nın ilerlemesini sağlamış sosyo- ekonomik, siyasi ve askeri atılımlar Japonya’nın bölgesinde toprak kazanımları elde etmesine yol açmıştır. Bu aşamada Japonya’da, özellikler asker ve sivil elitler arasında bir üstünlük hissinin doğduğunu ve bunun militarizmle ırkçılığa varan bir milliyetçilik fikrinin yayılmasına sebep olduğunu söylemek mümkündür. Dönemin milliyetçi Japon fikir adamlarının eserlerine bakıldığında özellikle “üstün Japon” proto-tipinin oluşum evreleri görülebilir. Asya’nın etkisiz elamanı Japonya’nın, önce 1879’da Satsuma klanına bağlı Ryukyu adalarını, Okinawa Eyaleti/bölgesi adıyla merkeze bağlaması, ardından Çin-Japon Savaşı (1894-1895) ve Rus-Japon Savaşı (1904-1905) ile büyük imtiyaz ve toprak elde etmesi bu fikrin doğmasında etkilidir. Ayrıca Meiji Dönemine kadar üstün dini akım olarak Budizm varken Meiji ile birlikte Shintoizm yeniden tırmanışa geçmiş ve ilerleyen yıllarda neredeyse İmparatorun doğrudan tanrı olarak görüldüğü, karma yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. Bu da tek, benzersiz üstün ve yaşayan bir tanrıya sahip Japon’un, Asya’daki diğer halklarının efendisi olması gerektiği şeklinde bir kabule sebep olmuştur. Büyük Asyacılık (Dai Ajia Shugi ya da İngilizce Greater Asianism) ideali, Asya’nın tüm renkli (zenci, sarı vs), daha doğrusu beyaz olmayan insanlarının Japonya’nın idaresi altında birleşmesi gerektiği fikrinin ürünü olarak gelişir. Japonya’nın bölgedeki en büyük “yerli” rakibi durumundaki Rusya, 1902’de imzalanan İngiliz-Japon işbirliği antlaşmasının da bir sonucu olarak sindirilmiş olsa da Japonya için halen bir tehlike arz etmekteydi. Bu noktada Rusya’ya bağlı olarak yaşayan farklı etnik unsurlar Japon askerleri ve yöneticileri için müttefik olarak görülmüşlerdir. Bu yaklaşım hiç şüphesiz tek taraflı kalmamış ve çoğunluğu Müslüman-Türk soylu halklardan oluşan Rusya mağduru unsurlar Japonya ile işbirliği içine girmeye hevesli olmuşlardır. Aynı durumun Çin içinde geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Bu aşamada 1917 Rus İhtilali ve sonrasındaki iç savaş dönemi boyunca İdil-Ural Bölgesinden pek çok Tatar, Başkurt, Mişer, Dipter gibi genel olarak Türk-Tatar olarak tanımlayabileceğimiz gruplar öncelikle Japon kontrolündeki Çin ve Kore’ye, daha sonra da Japonya’ya göç ederek yerleşmişlerdir. Bu toplulukların Japonya’daki varlıkları ve belki biraz da onlardan ithal edilmiş olan Turancılık ya da Pantürkçülük fikirleri, Japon kanaat ve siyasi önderleri tarafından kullanılabilecek bir propaganda malzemesi olarak değerlendirilmiştir. Bu konuda Macar ve Türk Turancılarla ilişki kurmaya başlayan Japon istihbaratının, İslâmiyet’i de aynı şekilde bir nüfuz aracı olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Bu amaçlar doğrultusunda Japonya ve Japon idaresindeki Çin, Kore gibi bölgelerdeki Türk-Tatarlarla diğer Türk soylu Müslüman muhalif unsurlar, Tokyo’daki Mahalle-i İslâmiye Cemiyeti çatısı altında organize edilmeye çalışılmışlardır. Molla Muhammed Gabdulhai Kurbangaliyev’in daha doğrusu onun aracılığı ile Japon ordusu ve istihbaratının faaliyetleri Rusya’yı içerden parçalara bölerek çökertmek amacını taşımaktadır. Tokyo, Nagoya, Kobe gibi Japon şehirlerinde Türk-Tatarlar tarafından kurulan camiler sadece buralarda yaşayan az sayıdaki Müslüman’ın ihtiyaçlarını gidermek için değil, Balkanlardan Çin’e kadar tüm dünya Müslümanlarına İslâmiyet’in yeni koruyucunun Japonya olduğunu göstermek içindir. Japonya, İslam Dünyasına yönelik faaliyetlerinde, Abdürreşit İbrahim Efendi gibi özellikle Türk dünyasında adı iyi bilinen kanaat önderlerinden de yararlanmaya çalışmış, ayrıca Hint-Malay Müslümanlarını etkilemek için de Muhammed Barakatullah gibi şahsiyetlerle işbirliği yapmıştır. Her ne kadar sahihliği tartışılabilecekse de Müslüman olan bazı Japonlar da iki dünya savaşı arası dönemde Japonya’nın Asya siyasetinde etkili roller üstlenmişlerdir. Japonya’nın belki de en büyük operasyonu Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’in torunu Şehzade Abdülkerim Efendi’yi, Doğu Türkistan’da kurulması düşünülen İslam Devleti’nin başına Halife sıfatıyla geçirmeye çalışması olmuştur.