Türkiye Selçukluları devrinin üstâd tarihçisi büyük mütefekkir ve aziz insan Prof. Dr. Osman TURAN merhum daha yakından ve daha çok tanınması gereken kıymetli şahsiyetlerimizin en ön safında bulunmaktadır( ).

1- Ailesi, doğumu, evliliği ve irtihali:
Tam adı Osman Ferit olan Osman TURAN, Şahzene Hanım ile Hasan Efendi’nin oğlu olarak Bayburt’un Çatıksu (Aydıntepe-BAYBURT, eski ismiyle Vahşen- Hart) köyünde 1914 Haziran’ında dünyaya geldi( ). Aile Trabzon’un fethinden sonra Van taraflarından bölgeye iskân edilen Kurdoğulları aşiretine mensuptu. Halk arasında sülâle Koronoğulları adıyla tanınıyordu. Ailenin, Trabzon’da şimdi Çaykara adı verilen Kadahor’a bağlı Soğanlı (Hopşera-i Süflâ) köyündeki mahallesine de Koronos mahallesi denilmekteydi.( ) Hemen hemen bütün erkek fertleri yazları oturdukları Çatıksu’da doğmuştu. Bu köyde aynı zamanda tarlaları ve bir değirmenleri bulunuyordu. Aile, kışı Çaykara’daki köylerinde, yazları Çatıksu’da geçiriyordu. Osman TURAN dört kardeşin üçüncüsüydü. Sırasıyla ablası Nokta ile ağabeyi Mehmet Nâzım (1907- 20 Ekim 1975), küçük kardeşi Hediye Kır ailesinin diğer çocuklarıydı( ).
Osman TURAN, 1 Kasım 1956’da Emine Satıâ Hanımla evlendi.( ) Çocuğu olmayan Osman TURAN, 17 Ocak 1978’de altmış dört yaşında İstanbul’da âhirete göçtü.( )

2- Tahsil Hayatı:
İlk mektebi, köyden üç km. kadar uzaklıktaki Çaykara’da sabah-akşam gidip gelmek suretiyle okuyan Osman TURAN’ın öğretmeni komşu Akdoğan köyünden Hatipoğulları’ndan Esat OKUR ve yardımcısı bir din dersleri hocası Hocaoğlu Muhammed Efendi idi. Muhammed Efendi aynı zamanda Kuran-ı Kerim dersleri verir, talebelere hurmalıkta cemaat halinde öğle namazı kıldırırdı. Osman TURAN’ın ilk mektep arkadaşları arasında sıra arkadaşı Cemal UYGUN (1914), Ali BALCI, Cevat Osman CELEPOĞLU, Süleyman ve İsmail GÜRSOY kardeşler ve Hâfız Mehmet KUMKUMOĞLU bulunmaktadır.( ) Çaykara’da olmadığı için orta mektebi Bayburt’ta okuyan Osman TURAN’ın buradaki hâmisi ve velisi eski alay müftülerinden Hacı Ali Rıza Efendi olmuştu. 1928’de inşa edilen bu orta mektep hâlen vakıflara devredilmiş durumdadır.( ) 
Trabzon Lisesi’nde de iki seneyi okuyan Osman TURAN, tecessüsü, çalışkanlığı ve kuvvetli hâfızasıyla dikkati çekmiş, sınıf arkadaşları tarafından ayaklı kütüphane lâkabıyla çağrılmaya başlanmıştı. Ağabeyi Mehmet Nâzım’ın Ankara’da Makine Kimya’da marangoz olarak çalışmaya başlaması üzerine onunla beraber Ankara’ya gelmiş,( ) lise son sınıfı Ankara’da Erkek Lisesi’nde okuyarak edebiyat şubesinden 28 Ağustos 1935’te mezun olmuş ve bir bakıma üniversiteye giriş imtihanı olarak da kabul edilebilecek olgunluk imtihanlarını da başarıyla vermişti.( ) Lise arkadaşları arasında Trabzon’da Hayrettin ERKMEN ve ilk mektep öğretmeni Rıza KURŞUNOĞLU (1916- Temmuz 1995), Ankara’da Emin BİLGİÇ bulunmaktadır.( ) Trabzon’daki iki sene boyunca Hardomasoğlu’nun Tabakhane Köprüsü’ne yakın handan bozma binasının bir odasında iki arkadaşıyla birlikte kalmıştı.( ) 
Büyük heyecanlarla ve gayretlerle kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin( ) ilk talebelerinden( ) olan Osman TURAN Ulus’ta Evkaf Apartmanı’nda( ) tedrisata (9 Ocak 1936) başlayan fakültenin Orta Çağ Tarihi Kürsüsü’ndeki talebeliğiyle tarihçilik yoluna girmiş ve bu yolculuğu, siyasî hayatına ve daha sonra genç denecek bir çağda fakültesine yeniden hoca olarak kabul edilmemesine rağmen, tam kırk iki sene devam etmiştir.
Osman TURAN’ın fakültedeki en büyük talihi kürsü başkanı M. Fuat KÖPRÜLÜ tarafından farkedilmesi ve âdeta hocasından daha talebelik sıralarında bir asistan muamelesi görmesi olmuştu.( ) Kendisi de buna lâyık bir talebe sıfatıyla yaşadığı müddet zarfında sahasının rakipsiz ve en büyük üstâdı olarak tanınmıştır.( ) Bölümündeki seminer kitaplığının idaresi de uhdesine verilmişti. Bu arada (1938) Fransızcasını ilerletmek için yine masrafları Kültür Bakanlığı tarafından ödenmek suretiyle Fransa’ya gönderildi.( ) Fakültede gözleri kan çanağına dönecek derecede okuyarak talebelik senelerini geçirmişti.( ) Bu fakülteye çok değer veren Atatürk zaman zaman ziyarete geliyor ve fakültenin gelişmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyordu.( ) Bu arada talebeler 1937’de Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan İkinci Türk Tarih Kongresi’ne (20-25 Eylül 1937) de dinleyici sıfatıyla götürülmüşlerdi.( )
İlk talebeler 28 Mart 1940’da mezun olmuşlardı.( ) Mezuniyetinden iki ay sonraki (14.06.1940) kendi beyanına göre Osman TURAN, Fransızca ve Farsça biliyordu. Daha sonra bu lisanlara dair bilgisini ikmâl ettikten başka Arapçasını geliştirdi ve İngilizce de öğrendi. Bu dört lisandaki mehazlara dayanarak Türkiye Selçukluları’na dair araştırmalarına devam ve yapılan neşriyatı fasıla vermeden takip etmiştir.

3- Meslek Hayatı:
Osman TURAN, mezuniyetini takiben hiç vakit kaybetmeksizin hocası Fuat KÖPRÜLÜ’nün yanında, Orta Çağ Tarihi Kürsüsü’nde,( ) zamanın ifadesiyle ilmî yardımcı olarak ve otuz lira ücretle çalışmaya başladı (30.04.1940).( ) Fakülte ilk mezunlarından kabiliyetli olanlarını hemen kadrosuna katmış, aynı senenin Şubat ayından itibaren yeni yapılan muhteşem binasına taşınarak 4 Kasım 1940’da burada tedrisatına başlamıştı.( ) İlmî yardımcılardan aynı tarihte tâyini yapılanlar arasında fakültenin ilk mezunlarından Halil İNALCIK (Tarih), Cahit KINAY (Arkeoloji), Şerif BAŞTAV (Hungaroloji), Muhaddere ÖZERDİM (Sinoloji), Nimet DİNÇER-ÖZGÜÇ (Arkeoloji), Emin BİLGİÇ (Eski Çağ Dilleri), Kemal BALKAN (Sümeroloji) ve Firuzan KINAL da (Eski Çağ Dilleri) bulunmaktadırlar. Mehmet Altay KÖYMEN de aynı senenin sonunda (30 Kasım) bu isimlere katıldı.( )
Daha talebeliği esnasında araştırmalarına başlayan Osman TURAN mezuniyetinin ikinci senesinde 10 Kasım 1941 de “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” isimli araştırmasıyla doktor unvanını kazandı. Bu Fuat KÖPRÜLÜ’nün fakültede verdiği dört doktoranın birincisiydi ve yine Türkiye’de yapılmış ilk tarih doktorası idi. Bu hususun şimdiye kadar dikkati çekmediğine işaret etmek gerekir.( )
İlmî yardımcılık mevkiinde iki sene bulunan Osman TURAN, Tarih Zümresi için açılan asistanlık imtihanlarına girdi. 24 Ağustos 1942 Pazartesi günü yapılan yazılı imtihan ve mülâkat neticesinde Orta Zamanlar Tarihi asistanlığını kazandı.( ) Bu sıralar hocası Fuat KÖPRÜLÜ’nün milletvekilliğini tercih etmesi (30 Eylül 1941)( ) üzerine Orta Çağ Türk-İslâm Tarihi derslerini de vermeye başladı.( ) KÖPRÜLÜ de hayrülhalef bırakmanın huzuru içinde siyaset âleminde yoluna devam etti.
Gerçekten de çok çalışkan olan Osman TURAN, doktorasından iki sene sonra (22.01.1943) Orta Zaman Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar (32 s.) isimli doçentlik çalışmasını fakülteye teslim etmişti. Bu tezini tedkik eden Abdülkadir İNAN takdire değer bulmuş (14.10.1943) ve aynı şekilde Akdes Nimet KURAT aynı yolda rapor (8.10.1943) yazmıştı. Bu meyanda Vasiliev’in L’Empire Byzantin isimli kitabından bir kısım ile Fransızca’dan imtihan edilmiş ve “okuyup anlamaya ve anlatmaya muktedir olduğu” görülmüştü (17.11.1943).( )
27 Kasım 1943 Cumartesi günü saat 10’da Akdes Nimet KURAT, Necati LUGAL ve Enver Ziya KARAL’dan kurulan heyet önünde tezinin müdafaasını yapan Osman TURAN 3 Aralıkta deneme dersini yine aynı heyet huzurunda, yine aynı saatte başarı ile verdi. Dersin mevzuu Göktürk Devleti idi. Bu ayın sonunda (28.12.1943) doçentlik kadrosuna tayin edildiğinde yirmi dokuz yaşını henüz ikmâl etmişti. Artık şahsiyeti ve mesleki ehliyetiyle kıymetini herkesin kabûl ve tasdik hususunda bir tereddüt göstermediği genç bir ilim adamıydı.( ) Halil İNALCIK’la beraber aynı gün doçent olmuşlardı.( )
II. Dünya Harbi’nin kaderinin müttefikler ve Sovyetler lehine değiştiği 1944 senesinden itibaren sol zihniyetli insanların ve ilim adamlarının faaliyetlerinin( ) ve tabiî buna karşı milliyetçilerin gösterdiği tepkilerin arttığı bir vasatta, o zaman üniversitelerin bağlı olduğu Maarif Vekâleti’nin 4 Nisan 1944 tarihli tamimi üzerine fakültenin Kemalizmin umdelerine bağlılığını bildiren cevabını imzalayanlar arasında bulunan Osman TURAN,( ) Turancılık Dâvâsının muhakemesi için Ankara’ya gelen Nihal ATSIZ’ı odasında misafir etmesi (28 Nisan 1944) üzerine( ) Milli Eğitim Bakanlığı emrine, yani açığa alınıyordu. Bu sırada Sakarya Caddesi girişinde sol köşede bulunan Ali Nazmi Pasajı’nın üst katında bir numaralı dairede oturuyordu.( ) Açıkta geçen günlerden (4 Mayıs – 30 Kasım 1944) sonra Vekil Hasan Ali YÜCEL’in imzasıyla, ama gerçekte kıymetini takdir eden CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket ESENDAL ile genç ve nüfuzlu partililerden Prof. Dr. Tahsin BANGUOĞLU’nun tavassutuyla dönebilmiştir.( )
Osman TURAN askerliğini yapmak için Ankara Yedek Subay Okulu Levazım bölüğüne katılmış, askerlik (17.11.1946 – 31.10.1947) hizmeti esnasında kürsünün diğer hocası A. N. KURAT da daha önce yurt dışına gittiğinden( ) dersler aksamış, bu sebeple kendisinin askerlik esnasında da derslerine devam edebilmesi için alâkalı makamlara Dekan Enver Ziya KARAL tarafından müracaat yapılmış ise de bir netice alınamamıştır.
Askerlik dönüşü tekrar derslerine başlayan (31.10.1947) Osman TURAN Profesörler Kurulu’nun kararıyla (25.04.1948) Paris’te toplanan (21.07.1948) Şarkiyat Kongresi’ne katılmak için hareket (19.07.1948) ederek kürsüsünden ayrıldı. Bu arada kendisine aynı kararla “bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak üzere” İngiltere’de bir sene kalma izni verilmişti. Bu sırada fakültede sol faaliyetlere karşı yazdığı Gafletten Uyanalım (Ankara 1948 32s.) risalesinden dolayı Behice BORAN’ın açtığı hakaret davası üzerine iki ay hapis cezasına çarptırılmış ise de cezası tecil edilmişti.( ) İngiltere’de kalma izni 14.06.1949 tarihli yeni bir kararla bir sene daha uzatıldı. Bir taraftan İngilizce öğreniyor, diğer taraftan da araştırmalarına bütün mesaisiyle devam ediyordu. Bu arada Türk Tarih Kurumu tarafından 26 Mart 1949’da aslî üyeliğe seçilmişti.( )
1950 Mart’ında yine araştırmaları için Fransa’ya geçti. 19 Temmuz – 30 Ağustos 1950 tarihleri arasında UNESCO tarafından Belçika’da tertip edilen “Okul kitaplarının bilhassa tarih kitaplarının ıslahı” seminerine, rektörlüğün isteği üzerine, katıldıktan sonra Türkiye’ye ve kürsüsüne döndü.( )
Dönüşünden bir sene sonra Profesörler Kurulu’nun 5 Mart 1951 tarihli toplantısında onaltı reyle Orta Çağ Türk İslâm Tarihi Profesörlüğüne seçildi. Eserlerini tedkik ve değerlendirmek için 24 ve 27 Nisan günleri toplanan heyet Necati LUGAL, Zeki Velidi TOGAN, Mükrimin Halil YİNANÇ, Şinasi ALTUNDAĞ ve Bekir Sıtkı BAYKAL’dan müteşekkildi. İkinci toplantı neticesinde kaleme alınan rapor methiyelerle doluydu. İfade edildiğine göre otuz yedi yaşındaki profesör namzedinin o zamana kadar kaleme aldığı eserleri “Anadolu Selçukluları Tarihinin birçok karanlık sayfalarını aydınlatmış” bulunuyordu.
Profesörlüğe tayin kararnâmesi 16 Haziran 1951’de 24441 sayılı yazı ile yüksek tasdikten çıkmıştı. Bu tasdikte görülen üç imza Celal BAYAR, Adnan MENDERES ve Tevfik İLERİ, yâni Osman TURAN’ın üç sene sonra beraber siyaset yapacağı isimlerdi.( )
Bu sıralarda sadece Selçuklu tarihine dair araştırmalarıyla değil, gazetelerdeki yazılarıyla da dikkati çekiyor; 6 ve 7 Ocak 1952′ de Zafer’de “İlahiyat Fakültesi ve Meseleleri” başlıklı yazısının tenkit hudutlarını aştığı rektörlük tarafından (07.02.1952) ifade ve ikaz ediliyordu. Bu arada Ekim 1952’de Tahran’da yapılacak İbni Sina’yı anma toplantısına katılmasına rektörlük tarafından (5.7.1952) karar verildi. Bu arada kasım ayında İngilizceden imtihana girmiş ise de kazanamamıştır.( ) Ancak neşriyatı takip edebilecek seviyede bu lisanı bildiği muhakkaktı.

4- Siyasî Hayatı ve Son Seneleri:
1954 seçimleri genç ve çalışkan ilim adamını da siyaset meydanına çekti. Hemşehrilerinin ısrarı ve Başbakanın da Milli Eğitim Bakanlığı sözü vermesi üzerine Trabzon’dan mebus seçildi (5 Mayıs 1954) ve 14 Mayıs da kürsüsünden ayrıldı.( ) Hocası Fuat KÖPRÜLÜ talebesinin bu hareketini tasvip etmemişse de mâni olmaya da çalışmamıştı.( ) 1957 seçimlerinde (29 Ekim) bir kere daha Trabzon’dan mebus seçilen( ) Osman TURAN’ın siyasî hayatı 27 Mayıs ihtilâliyle kesildi.( ) Onaltı buçuk ay hapiste kaldıktan sonra beraat eden( ) Osman TURAN’ın bundan sonraki mücadelesi fakültedeki vazifesine dönmek uğrunda oldu ve emekliye ayrılıncaya kadar devam etti. Bu arada kendisine yarım maaş tutarındaki açık maaşı 1 Haziran 1960’dan itibaren verilmeye başlanmıştı.
Hapisten çıktıktan sonra bu yolda yazdığı 2.12.1961 ve 20.6.1962 tarihli istidalarına ilk defa Dekan Mustafa AKDAĞ tarafından 29.6.1962 tarih ve 1798 sayılı yazı ile kürsüye dönmesinin mümkün olmadığı bildirildi.( ) Bu arada yeniden siyaset meydanına doğru âdeta sürüklenerek 1964 kongresinde AP’nin teşkilattan sorumlu Başkan Yardımcılığına getirildi. Süleyman Demirel bu başkanlığa Sadettin Bilgiç’in seçilmesini istememişti.( ) 12.10.1965’de yapılan seçimlerde bu partiden Trabzon mebusu olarak yeniden meclise girdi.( )
Mebusluğunun yanı sıra bir taraftan hiç fâsıla vermediği araştırmalarına devam ederken diğer taraftan da gazetelerdeki yazıları ve bilhassa Yeni İstanbul’daki başmakaleleri ile fikirlerini ve görüşlerini siyasetin kabûl edemeyeceği bir açıklık ve dürüstlükle ifade eden Osman TURAN önce Merkez İdare Heyeti’nin 12.8.1967 tarihli yazısıyla ve ihraç talebiyle Haysiyet Divanı’na sevk edildi. Divandan gecikmeden ihraç kararı çıktı. Sadece bir rey aleyhte çıkmış, on bir rey ihracın lehinde iken dört rey de çekimser kalmıştı. Parti liderini “hiçbir ikaz ve telkine aldırmayan” biri olarak gazete yazılarıyla ilân etmek cesaretini gösteren bir mebusun mevcudiyetini kâbûl etmek zaten nasıl mümkün olabilirdi.( ) Siyasetin ezelî ve ebedî kanunu hükmünü bir kere daha icra ediyor, Yahya Kemal’in deyişiyle( ) “devletliler uslu ve uysal bendeler arıyordu”.
Mebusluğunun bu devresinden sonra (10.10.1965 – 12.10.1969) Osman TURAN 1969 seçimlerine MHP’nin namzeti olarak yine Trabzon’dan katılmış ise de kazanamamış ve kürsüsüne dönmek için bir defa daha hukuk mücadelesine başlamıştı. 20 Ekim 1969 tarihli istidası ile Orta Çağ Türk – İslâm Tarihi Profesörlüğüne tayinini istemiş ise de boş kadro bulunmadığı gerekçesiyle red cevabı verildi (26.11.1969). Bundan sonra verdiği ikinci istidası da (26.02.1970) tıpkı diğerleri gibi, müsbet bir netice vermemişti. Osman TURAN’a göre maaş bir hizmet karşılığıydı ve bunun için de aldığı maaşı hak etmesi için, Kürsüsü’ne dönmeliydi. Bu arada Genel Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Şinasi ALTUNDAĞ’ın (1906 – 22 Şubat 1970) ölümü üzerine bir profesörlük kadrosu boşalmıştı. Ancak Profesörler Kurulu bu kadronun Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne aktarılmasına karşı çıkmış (29.4.1970) ve yine kürsüde kadro olmadığı gerekçesiyle, fakülte bu ilk mezununu ve dünya çapında kıymeti kabûl ve tescil edilen ilim adamını kürsüden uzak tutma ve fakülteye sokmama mücadelesini bir kere daha kazanarak rektörlüğe bu yolda bir cevap (13.5.1970) göndermişti.
Bunun üzerine on sekiz sene önce ayrıldığı ve on seneden beri yaptığı ısrarlı mücadelesine rağmen bir türlü yeniden dönemediği fakültesinden en son Nisan 1972 maaşını alan Osman TURAN, 1 Mayıs 1972’de emekliye ayrıldı ve son senelerini İstanbul’da, talebeliğinden beri bir gün bile ayrılmadığı kitapları( ) ve elinden hiç bırakmadığı sigarasının dumanları arasında,( ) artık benzerleri bir daha asla yazılamayacak olan son eserlerini hazırlamakla geçirdi.
Osman TURAN’ın hayat hikâyesinde, kürsüsünden uzak tutulmasından sonra ikinci büyük felâket olarak 26 Mart 1949’dan beri bir üyesi olduğu Türk Tarih Kurumu’ndan uzaklaştırılması zikredilebilir (1974).( ) Ancak bu hâdise de, ilkinde olduğu gibi, kendisi için değil, muhatabı olan kurumu idare edenler için bir felâket, fecaat, hâtta daha açık ve yerinde bir ifadeyle, bir rezalet olarak tarihe geçmiştir.

5- İlim Hayatı:
Osman TURAN, siyaset fâsılasına rağmen, bütün hayatını okumaya ve yazmaya, yani sadece ilme vakfeden, bunun dışında başka hiçbir heyecanı ve hedefi olmayan, zekâsıyla öğrenme heyecanını birleştirebilen az sayıdaki dikkate değer tarihçilerin en başında yer almaktadır. Bütün ömründe okuyan ve yazan bir ilim adamı olarak sadece 27 Mayıs’tan sonraki on altı buçuk aylık hapishane hayatında okuma imkânı bulamamış, askerlik devresinde bile kitaplarından ayrılmamıştır.
Trabzon Lisesi’ndeki talebeliğinden hayatının son demlerine kadar kendisini hatırlayanların hemen zikretme ihtiyacı duydukları müthiş bir çalışma tiryakiliği ile dikkati çeken Osman TURAN, siyasî hayatına rağmen tarih araştırmalarına hiç fasıla vermemiştir. Fakülte senelerinde Evkaf Apartmanı’nın dördüncü katında bulunan erkekler yatakhanesinde akşamları yatağa girerken de kitabını elinden bırakmaz; başı yastığa, kitabı elinden yere düşünceye kadar okumaya devam ederdi.( ) O, bu çalışkanlığı sayesinde hocası Fuat KÖPRÜLÜ’nün gerçekten de çok kıt olan takdir ve teveccühünü kazanmıştı. Daha talebeliği esnasında hocası tarafından bir asistan muamelesi görmekteydi. Nitekim Orta Çağ Tarihi seminer kütüphanesi hocası tarafından kendi idaresine tevdi edilmişti ve bütün zamanı bu mekânda geçiyordu. Onun için, dünya bu kütüphaneden ve kitapların kapakları arasında bulunan sayfalardan ve harf dizilerinden ibaretti. O günlerinin şahidi olan sınıf arkadaşı ve dostu Şerif BAŞTAV’ın bu hususta yazdıkları dikkate değer:( )
“Osman TURAN ile ben, Fuat KÖPRÜLÜ’nün Orta Çağ tarihinde beraberdik. Bütün günleri okumakla geçen ve sıcak seminerlerden çıkmayan Osman TURAN’ın gözleri çok okumaktan kan çanağına dönmüştü. O zaman henüz oluşmakta olan Tarih Semineri Kitaplığına Osman TURAN sahip çıkıyordu ve herkesin rahatça kitap okuyabilmesi artık onun iradesine bağlı idi. Kitapları âdeta herkesten kıskanırdı. Kitaplar yüzünden Osman TURAN ile aramızda çıkan ihtilaf, KÖPRÜLÜ’ye kadar intikal etmişti. Fakat, o eğitim yılı sonunda benim Hungaroloji’ye geçmem ile bu kavga son buldu” 
Bir başka sınıf arkadaşı olan meslektaşı Mehmet Altay KÖYMEN de bu günlerinin yakın şahidi olarak benzer cümleler yazmaktadır.( )
“Atatürk tarafından 1935 yılında kurulmuş olan Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi imtihanlarını kolaylıkla kazandı. Ulus’taki Evkaf Apartmanı’nda faaliyete geçen fakültenin Orta Çağ Tarihi Kürsüsü’nün başında buraya Atatürk tarafından getirilen dünyaca tanınmış büyük alim Ord. Prof. Dr. Fuat KÖPRÜLÜ bulunuyordu. Bu apartmanın Orta Çağ Tarihi Kürsüsü’ne tahsis edilmiş olan zemin katındaki loşça bir salona girenler, orta boylu büyük başlı iri ela gözlü bir gencin, uzun bir masanın başında, gece-gündüz çalıştığını görürlerdi. Bu genç burada hayatını ve eserlerini söz konusu ettiğimiz Osman TURAN’dan başkası değildi.”
O, daha fakülteden mezun olmadan, çevresini rahatsız edecek derecede müthiş bir çalışma devresi geçirmiş, sadece okumakla kalmamış, okuduklarını hazmetmiş, kazandığı bilgileri üstâd bir tarihçi, hâtta bir tarih felsefecisi hüviyetiyle tahlil ve terkip edebilecek bir meleke ve maharet kazanmıştı. Hemen ifade etmek gerekir ki sadece yirminci asırdakiler arasında değil, bütün Türk tarihçileri arasında, hocası Fuat KÖPRÜLÜ gibi mütefekkir tarihçi vasfına en çok lâyık olanlardan biri de Osman TURAN’dır ( ).
Her şeyden önce mesleğinin aşığı, hâtta kara sevdalısıydı. Çalışkanlığını semereli kılan çok kuvvetli bir hâfızaya ve zekâya, sağlam ve riyazî bir mantığa sahipti.( ) Bu bakımdan yazdığı bütün kitapları ve yazıları bu meziyetlerinin ve kabiliyetlerinin birer şâhidi hükmündedir. Bilhassa tenkitleri ve kalem münakaşaları bu bakımdan okuyana heyecan verecek kadar ve genç tarihçilere örnek gösterilecek derecede mükemmel örneklerdi.
Osman TURAN’ın işaret edilmesi gereken bir tarafı da Türkçeyi güzel yazma ve yanlış müdahalelerden koruma uğrunda yaptığı mücadeledir. Cevdet Paşa’dan sonra gelen tarihçiler içinde Türkçeyi hiçbir tarihçi onun kadar itinalı ve sehl-i mümteni denecek derecede güzel ve açık-seçik bir ifade ve üslûpla yazamamıştır. Gösterişsiz ve nümayişsiz olan ifade tarzı bu tarafının ve maharetinin fark edilmesine mâni olmuştur. Bu kadar rahat ve zevkle okunan bir Türkçenin başlı başına bir meziyet ve maharet olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.( ) Diğer taraftan Türkçeyi korumak uğrunda yazdığı yazılar ve gösterdiği ısrarlı gayretlerinin hikâyesi başlı başına bir çalışma mevzuu olabilecek seviyededir.( ) Gazete ve mecmualarda bu hususta yazdığı makaleler büyük bir yekûn tutmaktadır.( )
Bu vesile ile Osman TURAN’ın sadece lisan meselesinde değil, Türk cemiyetinin karşılaştığı bütün meseleler ve dertler karşısında büyük bir hassasiyet taşıdığı ve bu bakımdan çok çabuk, hatta herkesten önce tavır aldığı ve tepki gösterdiği fark ediliyor. O, cemiyetin dertleri karşısındaki tavrıyla bir siyasetçi değil, bir içtimaiyatçı şahsiyetiyle dikkati çekiyordu. Tarih sahasındaki geniş bilgisinin verdiği imkânları bir içtimaiyatçı gibi kullanmış, Türk cemiyetinin geçirdiği murakabesiz ve hızlı tahavvülleri bu hüviyetiyle değerlendirmiştir. Gazetelerde yazmasının en mühim sebebi cemiyetin meseleleri ve dertleri karşısındaki derin hassasiyetinden dolayıdır. Bu gibi yazılarında etrafı veya siyasetçileri kollayan, koruyan ve okşayan avam-firibâne Şark kurnazlığından her zaman çok uzak kalmış ve düşüncelerini çok katı ve açık-seçik bir üslûpla ifade etmişti. Bu hususta söylenebilecek en mühim gerçek içinde yaşadığı cemiyetin hayatî meseleleriyle en canlı ve hassas bağ kuran tarihçilerin başında geldiğidir. O sadece mümtaz bir ferdi olduğu Türk milletinin tarihini yazmakla iktifa etmemiş, kötü gidişin ve istikametlerin tehlikelerini anlatmak için, mâzi ile olduğu kadar, milletinin hâli ve istikbâli ile de aynı şekilde ve derecede meşgûl olmuştur. Kalemiyle milletinin her cephede ve her fırsatta hizmetinde bulunmuştur. Bu arada fakültesine kabul edilmemesinde bu tarafının da bir payı olsa gerektir. Sadece Selçuklu Tarihi ile meşgûl bir ilim adamı sıfatıyla iktifa etseydi, her halde yeniden fakülteye kabûlü bir mesele hâlini almaz; fakülteye hâkim olanlar girmemesi yolunda bu denli kararlı ve ısrarlı bir mücadeleye ihtiyaç duymazlardı. Sadece ilim değil, aynı zamanda bir fazilet abidesi olan bu âlim ve ârif insanın hayat hikâyesi Fuzulî’nin bir beytini hatırlatıyor:

Ey Fuzulî daima devran muhaliftir sana
Galiba erbab-ı istidadı devran istemez

Osman TURAN, tarihçiliğe daha talebeliği esnasında M. F. Grenard’dan yaptığı “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” (Ülkü, 1939-40) başlıklı tercümesi ve “İlig Unvanı Hakkında” (Kopuz, 1939) yazısıyla başladı ve son nefesine kadar fâsılasız devam etti. Doktora tezi (On İki Hayvanlı Türk Takvimi, Ankara, 1941. 139 s.) ve ilk yazılarından anlaşıldığı gibi ilk zamanlarda Orta Asya Tarihi üzerinde çalıştı. Doçent olduktan sonra Selçuklu Tarihi sahasına geçti ve bundan sonra bütün çalışmalarını Türkiye Selçukluları hakkında yaptı. Bu tercihte sahanın daha bol kaynaklara sahip olması ve bu vesileyle çalışma ve eser verme hususunda büyük imkânların bulunmasının kendisini cezbettiği düşünülebilir. Kendisinin sonsuz okuma ve çalışma şevki ve zevkini ancak Türkiye Selçukluları tarihinin mebzûl kaynakları tatmin edebilirdi.( )
Selçuklular Tarihine dair ilk eserleri İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı “Bayburt” (C: 2, s. 365-367) maddesi ve neşrettiği Aksaraylı Kerimüddin Mahmud’un bu devrin mühim kaynaklarından Müsameretü’l-Ahbar (Ankara, 1944 61+366 s.) isimli eseri bir dönüm noktası sayılabilir. İstanbul’un fethinden önce yazılmış Tarihi Takvimler (Ankara, 1954. 104 s.) ve Türk Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar (Ankara, 1958. 202+107 s.) gibi vesika neşri mahiyetindeki kitaplarından sonra Türkiye Selçukluları hakkında tamamen telif ve terkip araştırmalarda bulunmuştur. Bu sahanın rakipsiz bir üstâdı olduğu Türk ve ecnebî bütün meslektaşları tarafından kabûl ve teslim edilmiştir.( )
Türkiye Selçukluları tarihine dair büyük bir kısmı sahasında ilk olan araştırmalarını yazılar halinde neşreden Osman TURAN, çalışmalarına 1954-1960 ve 1965-1969 devrelerinde, yani mebusluk senelerinde de devam etmiş, ancak araştırmalarını 1965’den itibaren neşretmeye başlamış( ) ve ilk büyük eseri Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti (Ankara, 1965 13+448 s.; 3. ve ilâveli baskı İstanbul, 1980, 538 s.)( ) olmuştur. Bir bakıma Türk tarihinin felsefesi sayılabilecek olan Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi (İstanbul 1969 Cilt1-2 208+346 s.) isimli eseri ile bütün tarihimizin yorumunu yapmıştır.( ) Bundan sonra yayınladığı Selçuklular Zamanında Türkiye (İstanbul 1971 752 s.) isimli en hacimli kitabı Türkiye Selçuklularının siyasî tarihi olup meslektaşları tarafından en temel ve baş eseri olarak görülmektedir.( ) Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi (İstanbul, 1973, 275 s.) ise telif olarak yazdığı son eseridir ve Doğu Anadolu hakkında benzeri bulunmayan bir müracaat kitabıdır.( ) 
Osman TURAN’ın tarih, bilhassa yakın tarih ve Türkiye’nin siyasî ve içtimaî meseleleri hakkında yazdığı makalelerden bir kısmı kitaplar haline getirilmiştir. Bunlardan Türkiye’de Mânevî Buhran- Din ve Laiklik (Ankara, 1964. 296 s.), Türkiye’de Komünizmin Kaynakları (İstanbul, 1967. 131 s.), Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları (İstanbul, 1969. 195 s.), Selçuklular ve İslâmiyet (İstanbul, 1971. 206 s.) ve Türkler Anadolu’da (İstanbul, 1973. 61 s.) isimli kitapları kendisi yaşarken basılmıştır.( ) İrtihâlinden sonra basılan Vatanda Gurbet( ) (İstanbul, 1980. 304 s.) ile Tarihi Akışı İçinde Din ve Medeniyet( ) (İstanbul 1998. 240 s.) isimli eserleri ise diğerlerinin aksine itinasız bir şekilde basılmıştır ve bir kısım yazıları kısaltılmıştır.( )
Osman TURAN’ın mecmua ve gazetelerde bulunan yazılarının tam bir tesbiti henüz yapılmamıştır. Kopuz, Ülkü, Belleten, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Studia İslamica, Revue des Etudes İslamiques, Hilâl, İslâm Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Babıâli’de Sabah gibi mecmua ve gazetelerde yazılar ve İslam Ansiklopedisi’ne Selçuklu Tarihi ile alâkalı maddeler yazmıştır.( )
Osman TURAN’ın bir başka mühim tarafı da Türk Ocağı’ndaki hizmetleridir. Açıkça ifade etmek gerekir ki o, bu hizmetleriyle Yusuf AKÇURA ile beraber hatırlanması gereken iki büyük şahsiyetten birisidir. Zamanında Ocak tam bir ilim ve irfan ocağı olmuş Türk Yurdu da, tıpkı Yusuf AKÇURA idaresindekine benzer bir şekilde, en güzel ve feyizli devrini yaşamıştır. Önce Ankara Şubesi reisi olan Osman TURAN (6 Kasım 1955), daha Umumî Merkezin Ankara’ya taşınmasıyla umumî reisliğe seçilmiş (17 Mayıs 1959), 1960’da 27 Mayıstan sonra Necati AKDER (26.6.1960) ve Hamdullah Suphi TANRIÖVER’in irtihalinden sonra yine reisliğe getirilmiş (22.7.1966) ve bu vazifesi 1973’de rahatsızlığı dolayısıyla ayrılıncaya kadar devam etmiştir.
Yerli ve ecnebî meslektaşlarının açık ifadelerine göre Osman TURAN çok uzun sayılamayacak bir ömür yaşamasına rağmen Türkiye Selçukluları Tarihinin en büyük ve rakipsiz bir mütehassısıydı. Kitap ve makale hâlinde neşrettiği eserleri bu devri öğrenmek isteyenlerin her zaman ilk ve en büyük rehberi olacaktır. Eğilip bükülmeyen tertemiz şahsiyetiyle hiç şüphesiz eserlerinden daha büyük ve aziz bir kıymetimizdir. Eserlerinden önce kendisinin tanınması daha çok gerekli ve mühimdir, tarihçiler için de bir zarurettir.