3 Mayıs 1944’te Ankara’da yaşanan olaylar; sebepleri, sonuçları ve etkileri açısından Türk milliyetçiliği tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü olaylar sadece Adliye Binası ve Anafartalar Caddesi’yle sınırlı kalmadı. “Millî Şef” sıfatıyla bütün yürütme yetkilerini elinde bulunduran, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, olayların arkasında, bunları düzenleyen tehlikeli bir grubun bulunduğuna kesin olarak inanıyordu. Bu gruptakilerin vatanseverlik görüntüsü altında “Irkçı-Turancı” görüşleri yaymaya çalıştıklarını, bunun millî güvenliğimizi ve dış ilişkilerimizi tehdit anlamına geldiğini öne sürerek yetkililere, faillerinin derhâl ortaya çıkarılması talimatını verdi; çeşitli mesleklerden onlarca aydın ve üniversite öğrencisi gözaltına alınıp soruşturma başlatıldı.

İnönü ve hükûmet yetkilileri, bu olayların baş sorumlusunun Nihal Atsız olduğuna inanıyorlardı. Atsız Beğ, Özel Boğaziçi Lisesinde öğretmendi. 1930’dan sonra çok sınırlı maddi imkânlarına rağmen çıkardığı dergilerle varoluş sebebi saydığı Türk milliyetçiliğine mistik bir heyecan içerisinde hizmet ediyordu. Genç yaşından itibaren bu uğurda çeşitli baskılarla karşılaşmıştı. Dönemin tarih konusunda resmî tezlerindeki yanlışları eleştirdiğinden, önce üniversiteden uzaklaştırılmış; daha sonra öğretmenlikten kovulmuş, çıkardığı dergiler kapatılmış, ezilip sindirilmeye çalışılmıştı. Ama ne yapılırsa yapılsın çizgisinden en ufak sapma olmadan inandığı değerlere, Türk milliyetçiliği ülküsüne, Türkçülük düşüncesine hizmetini sürdürüyordu. Yüksek karakterli, şahsiyetli, inançlarından ödün vermeyen örnek bir ülkücü ve dava adamı olmasının yanı sıra çok yönlü bir fikir adamı ve çok sayıda okuyucusu olan, okunan bir yazardı. Türkçeyi konuşurken de yazarken de mükemmel kullanırdı. Şairdi, çok güzel şiirleri vardı. Türk tarihi ve kültürü üzerinde yaptığı araştırmalardan kaynaklanan tespitleri ve birçok görüşü tarihçiler arasında kabul görüyor, benimseniyordu.

İkinci Cihan Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde, Türk milliyetçiliği çizgisinde yayımlanan bir derginin olmayışına üzülüyor; bu eksikliği gidermek amacıyla bazı girişimler de yapıyordu. Sonuçta epeyce uğraşarak Bakanlar Kurulu’ndan gerekli müsaadeyi aldı ve 1 Ekim 1943’te Orhun dergisini on yıl aradan sonra yeniden çıkarmaya başladı. Dergi’nin Mart sayısında, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı “açık mektup”, kamuoyunda geniş yankı buldu. Atsız Beğ, mektubunda birkaç örnek vererek komünistlerin ülke genelinde yoğun şekilde çalıştıklarını, devlet kadrolarına yerleştiklerini anlatıyor; zaman geçirmeden önlem alınmasını istiyordu. Bu arada Saraçoğlu’nun 1942 yılında Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasındaki “Türk’üz, Türkçüyüz, Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, kan meselesi olduğu kadar vicdan ve kültür meselesidir.” cümlelerine de yer vererek bu ifadenin gereğinin yapılmasını hatırlatıyordu. Dergi âdeta kapışıldı, bütün sayıları kısa sürede satıldı.

Atsız Beğ, aslında Dergi’nin kapatılmasını bekliyordu; bu olmayınca Nisan sayısında bir mektup daha yazdı. Bu defa çok sayıda isme yer veriyor; komünistlerin özellikle üniversiteleri, okulları ve Maarif Bakanlığını hedef aldıklarını, Bakan Hasan Ali Yücel’in bu girişimlere göz yumduğunu, istifa etmesi gerektiğini ifade ediyordu.

Dergi’nin bu sayısı beş bin basılmıştı, ancak kısa sürede tükendiğinden yeniden basıldı ve satıldı. 25 kuruş fiyatı olan Dergi, 25 liradan alıcı buluyordu. Üçüncü baskısı da yapılabilirdi ama buna zaman kalmadı. Sıkıyönetim Komutanlığı, 6 Nisan’da Dergi’yi kapattı.

Atsız Beğ ertesi gün, çalıştığı okula gittiğinde işine son verildiğini öğrenir. Artık onun için zor bir dönem başlamıştır. Mektupta adı geçenlerden Sabahattin Ali; Hükûmet’in yayın organı Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay ve Hasan Ali Yücel‘in kışkırtması üzerine hakaret davası açar. 26 Nisan’da Ankara Adliyesindeki ilk duruşmada büyük izdiham yaşanır. Milliyetçi gençler, Atsız’a destek için gelmiş; salonu ve koridorları doldurmuşlardır. Atsız’ın çıkışları, Türk toplumundaki millî duyguları, Sovyet-Rus emperyalizminin ideolojik silahı olan komünizme duyulan tepkileri görünür hâle getirmiştir; coşku ve heyecan yüksektir.

3 Mayıs’taki duruşmaya izleyici alınmaz ve karar açıklanır. Nihal Atsız’a verilen 6 ay hapis cezası 4 aya indirilmiş, infazı ertelenmiştir. Adliye çevresinde toplanan binlerce üniversite öğrencisi, karara büyük tepki göstererek Ulus Meydanı’nda toplanır. Komünizm aleyhinde sloganlar atılır, Hükûmet istifaya çağrılır. Topluluk, emniyet güçlerinin sert müdahalesiyle dağıtılırken 165 genç tutuklanır. Hakkında erteleme kararı olmasına rağmen Nihal Atsız da gözaltına alınır. Ardından bir iki gün içerisinde onunla bir şekilde ilişkisi bulunan elliden fazla milliyetçi aydın, farklı şehirlerde yakalanıp İstanbul’a getirilir; nezarete alınıp sorgulanırlar.

Sorgulama tarzı ve nezaret ortamı, yargılama ve soruşturma tarihimiz açısından bir faciadır, yüz karasıdır; henüz haklarında tutuklama kararı bile verilmemiş olan insanlara “tabutluk” adı verilen, bir kişinin zor sığdığı, sıcak, daracık hücrede, tepelerinde 150 mumluk ampul yakılarak aç ve susuz, günlerce işkence yapılır. Konuldukları suyu akmayan, pislik içerisindeki hücrelerde de benzer ortam vardır. Reha Oğuz Türkkan, bu yüzden bir gözünü kaybeder; bazıları hastalanır. Bu derece sert ve insanlık dışı uygulamanın sebebi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tavrıdır. 19 Mayıs’ta bayram dolayısıyla stadyumda yaptığı konuşma, aslında bir taraftan ilgililere talimat diğer taraftan Sovyetler Birliği’ne verilen mesaj niteliğindedir.

İnönü şöyle diyordu: “Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhâl düşman yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bu bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız.” Konuşmasında dış politikaya da değiniyor ve “Millî Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde tek dostumuz Sovyetlerdi. Türkiye’nin ülke sınırları dışındaki Türkleri birleştirmek gibi amacı yoktur.”

Onun bu tarz bir konuşma yapmasının esas sebebi Sovyetler’den korkmasıdır. Çünkü Türkiye, savaşa girmemekle beraber, Almanya’nın 1943 yılına kadar üstün göründüğü, Rus topraklarında ilerlediği dönemde Hitler yönetimiyle ilişkilerini sıcak tutmaya özen göstermişti; hatta bazı devlet görevlileri gözlemci olarak Alman birliklerinin yanına gönderilmişti. Stalingrad’dan sonra dengeler değişip Kızılordu Doğu Avrupa’yı istilaya başlayınca Stalin’in Türkiye’yi, özellikle Boğazlar’ı hedef almasından endişe ediliyordu. Bir grup Türkçü aydın ezilerek Stalin’e şirinlik mesajı verilmek isteniyordu.

İsmet İnönü’nün konuşması, bir işaret fişeği etkisi yaptı; sanıkların daha mahkeme önüne çıkmadan kesin suçlu sayılmasına yol açtı. Aynı suçlayıcı ifadeler bütün gazetelerde günlerce birinci haber olarak yer aldı. Sanıkların Hükûmet’i yıkmak amacıyla örgüt kurdukları iddiasıyla sürekli yorumlar yapılıyor, kamuoyu buna inandırılmaya çalışılıyordu. Tutukluların bir kısmı suçsuz bulunarak bir süre sonra tahliye edildi.

7 Eylül 1944’te, 23 sanık hakkında İstanbul 1 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde dava açıldı. Nihal Atsız, Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever, Orhan Şaik Gökyay, Dr. Fethi Tevetoğlu, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Reha Oğuz Türkkan, Nejdet Sançar, Hamza Sadi Özbek’in aralarında olduğu sanıkların yargılanması, 29 Mart 1945’e kadar sürdü. Savcı Kazım Alöç, bir hukukçudan ziyade peşin hükümlere dayalı iddianamesiyle, duruşmalardaki üslubuyla sanıkları ezmeye çalışan, hukuk tanımayan uygulamaları doğal sayan bir infaz memurunu andırıyordu. Ancak Atsız ve arkadaşları, savcının ve duruşma hâkiminin düşmanca tutumundan yılmadılar. Yapılan suçlamaların doğru olmadığını bilmenin rahatlığı içerisinde düşüncelerini mahkeme önünde de sahiplenmeye devam ettiler. İfade ve savunmalarında ırkçılıktan ne anladıklarını, Türk dünyasının hayal değil tarihî ve kültürel bir gerçek olduğunu, dolayısıyla dünya Türklüğüyle ilgili gelecek tasavvuru anlamına gelen “Turancılık”ın suç sayılamayacağını, iddianamenin hukuki dayanağının bulunmadığını, etraflı şekilde anlattılar.

Mahkeme, 29 Mart 1945’teki duruşmada kararını açıkladı. 23 sanıktan 13’ü için beraat kararı verilirken Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, Hasan Ferit Cansever’in aralarında olduğu on kişiye, üç ila on yıl arasında değişen cezalar verildi. Gereken itirazlar yapılarak karar Askerî Yargıtaya taşındı. 26 Ekim 1945’te kararı görüşen Yüksek Mahkeme, konuya iktidar çevrelerinin etkisi altında kalmadan hukuki açıdan bakarak kararı usulden ve esastan bozdu; bütün sanıkların “derhâl” tahliyesine ve davaya 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin değil, 2 Numaralı Mahkemenin bakmasına karar verdi ve ertesi gün tahliyeler yapıldı. 2 Numaralı Askerî Mahkeme, 31 Mart 1947’de Askerî Yargıtayın kararına uyarak bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Böylece tarihimize, Atsız’ın ifadesiyle Türk milliyetçiliğinin adı olan “Türkçülük”ü mahkûm etmek anlamına gelecek çirkin bir leke sürme girişimi önlenmiş oldu.

İnönü iktidarı, gençlerin millî duygularını ifadeye çalışmasından ibaret, masumane bir gösteriyi, ilk günden başlayarak Hükûmet’i yıkmayı amaçlayan “bir suç örgütünün düzenlemesi” olarak tanımladı. Cumhurbaşkanı’nın, çevresindekilerin ve gazetelerin Türkçülüğü ve bir grup milliyetçi aydını peşinen suçlu ilan etmelerinin devlet bürokrasisi ve eğitim kurumlarındaki psikolojik etkileri, yargı kararına rağmen tümüyle giderilemedi. Türk milliyetçiliğine karşı olan kozmopolit liberaller, solcular, etnikçi bölücüler ve siyasal İslamcılar her fırsatta benzer suçlamaları yapmaya, milliyetçileri kamu alanlarının dışına itelemeye çalıştılar.

Bu çabaların en somut örneği, 12 Eylül darbesi sırasında yaşandı. 587 sanıkla açılan “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nın iddianamesi, aslında 1944’te beraatle sonuçlanan ve “Irkçılık-Turanclık Davası” diye anılan davadaki iddiaların ve suçlananların sayılarının daha da genişletilmiş hâlidir. Radikal bir solcu olan Nurettin Soyer ve ekibi, kendi zihniyetlerinden bazı akademisyenler ve yazarların da yardımıyla, hem Türk milliyetçiliği fikrini temsil eden MHP ve yöneticilerini hem de 1912’de kurulan Türk Ocakları dâhil bütün sivil ve kültürel kuruluşları benzer şekilde suçlayıp mahkûm etmek istediler. Askeri cunta, üzerlerindeki üniformanın onurunu ve sorumluluğunu bir kenara bırakarak Nurettin Soyer ve ekibinin önünü açtı, Mahkemeye 220 Türk milliyetçisinin idamını isteyen, siyasi ve hukuki tarihimiz açısından yüz karası olan bu iddianameyi sunmalarına göz yumdu. Fakat Nurettin Soyer ve Pol-Der’li, insanlıktan nasibini almamış ekibin C-5 denilen işkence odasındaki bütün çabalarına rağmen ülkücü gençler çözülmedi; daha duruşmanın ilk gününde İstiklâl Marşı’nı coşkuyla haykırarak suçlamaların iftira olduğunu ilan etmiş oldular. Başta Alparslan Türkeş ile Nevzat Kösoğlu ve Sadi Somuncuoğlu olmak üzere MHP yöneticilerinin mahkemedeki ifade ve savunmaları, Türk milliyetçiliği fikrinin haklılığını gösteren tarihî belgelerdir. Yargılamanın başlamasından 6 yıl sonra verilen beraat kararları, aslında Türk milliyetçiliği fikrine ve mensuplarına kurulan komplonun iflası anlamına gelir.

1944‘te “ırkçılık-Turancılık” suçlamasıyla açılan davanın üzerinden 47 yıl geçtikten sonra küresel bir deprem yaşandı. Sovyetler Birliği dağılırken beş bağımsız Türk devleti doğdu. Türkiye ile Türk dünyası ilişkileri yeni bir yörüngeye oturdu. 2021 Mart ayı sonunda toplanan Türk Devletleri Keneşi’nde alınan kararlar, büyük devlet adamı Nursultan Nazarbayev’in Türk Birliği çağrıları, Mehmetçiğin can Azerbaycan askeriyle omuz omuza Ermeni istilacılara karşı kazandığı zafer; Ziya Gökalp’ların, Nihal Atsız ve arkadaşlarının, Türkeş ve ülkücülerin görüşlerinin, mücadelelerinin tarihin seyri içerisinde doğru ve haklı olduğunun somut belgeleridir.

Çok çetin yollardan geçildi, çok çile çekildi, bu uğurda çoğu genç yaşta iki binden fazla milliyetçi-ülkücü şehit oldu. Ama tarih gösteriyor ki, Türkçüler, ülkücüler acıyı bal eylediler ve kazandılar. Bu kutlu davaya emeği geçen; milletimize, ülkümüze hizmet edip ebedî âleme intikal edenlerimizi bir kere daha rahmetle, muhabbetle, hürmetle selamlıyorum; ruhları şâd olsun.