Ağaoğlu Ahmet biyografisinde bir olay anlatılır. Paris sosyetesi E. Renan’ı dinlemek için College de France sokağında toplanmış, akın akın oraya doğru yönelmektedir. Ağaoğlu da cesaretini toplayarak oraya gitmek için sokağa yönelir. Henüz Paris’e yeni gelmiştir ve ürkektir.

École Pratique des Hautes Études’ün bu binada olduğu ve Profesör James Darmesteter’in Şehname ve Zenavesta üzerine konferans verdiğini görünce derse katılmaya karar verir. Konferans salonuna girdiğinde Darmesteter, Firdevsi’den bir şiir okumayı henüz bitirmiş, “gül” sözcüğünün kökeni, gelişmesi ve önemi üzerine uzunca bir açıklamaya başlamak üzeredir.

Paris yılları, Kitlelerin şiddeti, çoğulculuk, demokrasi, milliyetçilik, yurttaşlık, anayasa, anayasal haklar, anayasal demokrasi, kimlik, kimlikler, tarih, coğrafya vs gibi sayısız konu ve mesele o yıllarda hazretin kafasını meşgul eder. Bu konularda Paris’in en tanınmış dergilerinde yazılar kaleme alır.

Bu anlattığımız olaylar 1890’ların hemen başıdır. Konu da vardır konuk da. Ürün de vardır müşteri de. Bilmem kaçıncı yüzyılda İran edebiyatında gül kavramının etimolojisi, tarihi ve kültürel kökenleri ilgi çeker ama aynı konu bu topraklarda ilgi görmez. Sadece sosyete değildir bu konulara ilgi duymayan, üniversite, akademi de ilgi duymaz. Onlar da duyarsız, kulakları kapalıdır.

İmdi, gelelim mevzuya. Uzun süredir Nedim Abinin (Ünal), “Abdulkadir! Yazı nerede, yazı. Yaz şuraya. Şu sayfaya bir muhteva kazandıralım” diye gürleyen sesini duyuyorum. İyi hoş güzel ama tut ki yazıyı yazdın, oraya gönderdin. Pekâlâ, o yazı nerede ağırlanıyor. Dört başı mamur tertemiz bir rafta mı, bir köşede mi, yoksa neyin ne olduğu pek de belli olmayan rastgele bir yerde unutulmaya mı terk ediliyor?

En değerli olanı bir köşeye atıp israfa, çürümeye mi terk ediyoruz. Eğer böyleyse bu hem yazıya hem yazara hem de savunduğumuz değerlere saygısızlık değil mi? Bu soruları sormamın nedeni bizde buna dair içtimai bir terbiyenin henüz gelişmeyişine dair yaygın örnek ve gözlemlerdir.

Bunun istisnaları yok mu, elbette var. Daha dün TKHV Başkanı Şerafettin Abiye (Yılmaz) uğradım. Kısa bir hasbihal edip halleştik. Bütün bir ömrü gençlere ve Türk Kültürüne vermiş bu adam Ülkücü Kuruluşlar Davasının da avukatı, müstesna bir insan. Ben camia içinde sadece o ve temsil ettiği kuruluşta farklı bir tavır gördüm. Yazı ister, yazı yazdırır, peşinden de parasını gönderir. Benzer bir hassasiyeti Osman Çakır’ın rahmetli Nevzat Kösoğlu’yla yaptığı nehir söyleşide Nevzat Abide gördüm. Orhan Okay’a bir eser için teklif ettiği telif ücreti karşısında şaşıran Orhan Hoca, “Yahu Nevzat Bey” der, “sen bizi müteahhit mi yapacaksın”?

Benzer bir olayı Yağmur Tunalı yazdı. Merhum Yılmaz Öztuna kendisini bir konuşma veya konferansa çağıranlara “Ne vereceksiniz” dermiş. Bir musluk tamiri, bir conta değişimi için elini cebine atan Türk insanı, en değerli beyinleri sömürürken bırakın ücret ödemeyi, bir lütufta bulunuyormuş gibi bir de teşekkür bekliyor. Dinleme veya yayımlama lütfunda bulunduğu için bekliyor bu teşekkürü.

Bu topraklarda yazarın yazgısı bu. Oysa sembolik de olsa belli bir ücret ödense, bunun için bir bütçe tahsis edilse, bu bilinç oluşturulsa. Sonra da artık bir endüstri halini alan sosyal medya ve diğer mecralarda bu yazılardan bazı parçalar etkili bir şekilde paylaşılsa hem yazar hem yazı hem de platform bir özgünlük kazanır ve daha fazla ilgi duyar ama işler hâlâ el yordamıyla ve teberrüken âdet yerini bulsun diye yapılmaya devam ediliyor.

Medeniyet tasavvuru vs gibi büyük laflar etme yerine en başta en basit iş gücüne verdiğimiz değeri buraya, beynin gri noktalarında üretilen bilgi ve sanata da verirsek bir medeniyet inşa edebiliriz. Aksi halde dostlar alışverişte görsün kabilinden uğraşlarla hem kendimizi hem de gençleri aldatmış oluruz.

Bir sitem gibi gözükse de bu ilk yazı böyle olsun. Olsun da belki başta Türk Ocakları Genel Merkezi ve diğerleri bu tarz şeyleri dikkate alır da daha seviyeli şeyler ortaya çıkar.