Nuri GÜRGÜR

Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir anayasa yapılmasını istiyor; bu husustaki düşüncesini Irak’tan dönüşünde uçakta gazetecilere bir kere daha ifade etti:  “Dünyada birçok alanda değişimden söz ediliyor… Buna ayak uydurmak için de Türkiye’nin eskinin darbeci ruhunu özünde barındıran anayasa metninden kurtulup yenilikçi ve özgürlükçü bir anayasaya kavuşmasının zamanı gelmiştir. Bu konuda CHP’nin de böyle bir değişime destek vereceği düşüncesi ve inancındayım.” Öyle görünüyor ki bu konu önümüzdeki günlerde ülke gündeminin ilk sıralarında yer alacak ve çok tartışılacaktır.

Türkiye’de ekonomik sıkıntıların yanı sıra hukuk devleti, demokrasi ve bağımsız yargı gibi temel konularda çok ciddi sorunların bulunduğu ortada; bunlar sadece yeni bir anayasa yapmakla elbette halledilemezler; fakat bu sorunların varlığına ve çözümlenmeleri gerektiğine gerçekten inanılıyorsa teşhisi doğru koymak gerekiyor. Bu yapılmadığı sürece siyasi hesaplarla bazı adımların atılması,  art arda yargı paketleri ve benzeri düzenlemeler yapılması zaman kaybından başka bir sonuç vermez.

82 Anayasası’nın darbe döneminde hazırlanmış olmasının dışında günah keçisi haline getirmeyi hak edecek ciddi bir kusuru var mı? 177 maddeden oluşan bu anayasanın 172 maddesi farklı dönemlerde 22 defa değiştirildi. En büyük değişimler AK Parti döneminde, AB ile ilişkilerin çok sıcak olduğu ilk yıllarda yapıldı. AİHM kararlarının kendi mevzuatımızın üstünde sayılacağı anayasa hükmü haline getirildi; bireysel başvuru hakkının kullanılmasının önü açıldı. Öte yandan 2017’de yürütmenin en yetkili, hatta tek organ haline geldiği kuvvetler birliğine dayalı Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle 82 Anayasası resmen ilan edilmese de fiilen değiştirilmiş oldu.

Yeni bir anayasa girişimi yapılacaksa, evvela particilik kaygıları bir kenara bırakılarak, beş yıldır uygulanmakta olan bu sistemin rakamlara dayalı objektif bir bilançosu çıkarılmalıdır. Yasama organının yani Meclisin yetkilerinin büyük kısmı yürütme organına, cumhurbaşkanlığına devredildi, çıkartılan KHK’lerle bunun yasal zemini tahkim edildi. Böylece yasama organının alanı büyük ölçüde daraltıldı.   Meclis’in bütçeyi hazırlama yetkisinin bile olmaması, vekillerin Bakanlara soru soramaması, güvenoyu işlevinin olmaması v.b. sebeplerle BMM bir nevi danışma organı konumuna gelmiş durumda. Yargıda da benzer sıkıntılar yaşanıyor. Hâkimlerin özgürce karar vermesinin ana unsuru durumundaki “coğrafi teminat”  onlardan ısrarla esirgeniyor, yargı paketlerinde adı bile anılmıyor.

Klâsik Başkanlık sisteminin en mükemmel örneği olarak gösterilen ABD ‘de Kongre’nin de Başkanın da, başka bir ifadeyle yasamanın da yürütmenin de, yargının da yetkileri ABD’nin kuruluşundan itibaren “kuvvetler ayrılığı”na dayalı olarak belirlenmiştir; dolayısıyla devlet sadece Beyaz Saray’dan yönetilmez, Başkan birçok önemli konuda Senato ve Temsilciler Meclisi’ni ikna etmek, onaylarını almak zorundadır. Benzer durum yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa’da da vardır. Başkan Macron ülkeyi tek başına değil Başbakan ve Meclisi ile birlikte yönetir. Oysa adları cumhuriyet olan bazı Afrika ve Güney Amerika ile Orta Doğu ülkelerindeyse durum farklıdır;  Bu ülkelerde “kuvvetler birliği” katı şekilde uygulanır, yetkiler Başkan yahut hanedan tarafından kullanılır.

Bir yanda hukuk devleti olarak tanımlanan yani anayasal sistemlerini “kuvvetler ayrılığı“  İlkesine göre düzenlemiş bulunan, yargının tarafsız ve bağımsız olduğu, yönetimde şeffaflığın, denetim ve dengenin sağlandığı ülkeler;

diğer yanda, yetkilerin bir elde toplandığı, tek kişinin karar verdiği meclislerin şekil olarak kaldığı otokratik ülkeler…

Bu iki kesimdeki ülkelerin ekonomik, teknolojik güçleri, bilimsel seviyeleri, insanların millî gelirden aldıkları paylar v.b. kriterler kıyaslandığında sistemlerden hangisinin daha doğru, başarılı ve yararlı olduğunu tartışmaya gerek kalmadan ortaya çıkar. Aslında uzağa gitmeye gerek yok, kendi ülkemizin son yirmi beş yılındaki rakamlarına bakarak bir sonuç çıkarabiliriz. Türkiye’de fert başına düşen millî gelir 2001 krizinin ardından 2008’e kadar her yıl artarak 2.300 dolardan 12 bin yedi yüz dolara nasıl yükseldi, 2023’te 25 bin dolara çıkması hedeflenirken neden on bin dolara saplanıp kalındı. 2001’de Kemal Derviş ve ekibinin hazırladığı yapısal reformlara uyulduğundan dolayı bütün göstergelerin olumlu seyrederken 2008’den sonra tablo neden tersine dönmeye başladı; yüzde altılara kadar inen enflasyonun yüzde yetmişlere tırmanmasıyla, dış borçların, faizlerin,  bütçe açığının, benzer oranlarda artmasıyla, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, ihale yasası, AYM kararlarının tanınmaması gibi sorunların aynı dönemde yaşanması tesadüf olabilir mi? Rusya’da Putin “tek adam” konumunda;  fakat Merkez Bankası Başkanının işine karışmıyor.  Dolayısıyla para politikaları Kremlin’den gelen talimatla değil MB Başkanı ve ekibi tarafından yönetiliyor. Rusya dört yıldır savaş halinde olmasına, yoğun ekonomik ambargolara maruz kalmasına rağmen hala ayakta duruyor. Putin bunun sırrını geçen hafta şöyle açıkladı “MB Başkanının işine karışırsak bazı komşu ülkeler gibi büyük enflasyon sorunları yaşarız .“

Türkiye’nin acil ihtiyacı mevcut anayasayı değiştirmek değil, kuvvetler birliği ilkesine göre düzenlenen, bütün yetkileri tek kişinin üstlendiği, Cumhurbaşkanlığı sistemini değiştirmektir. Ekonomide beş yıl ısrarla sürdürülen, “heterodoks“ diye adlandırılan politikaların U dönüşü yapılarak değiştirilmesi, dış politikada benzerinin yapılması gerekir. S-400 ve F-35’ler skandalı ve benzeri yanlışlar neden yaşandı? Bunları her biri, devlet yönetiminin,  rasyonel esaslara, devletin tarihi ve kültürel tecrübesini, devlet aklı denilen birikimini temsil eden “kurumsal yapılarla“ istişareye dayanılarak yürütülmesi gerektiğini ortaya koyan birer “ders”tir. Bu yüzyılın “Türk yüzyılı“  olması gerçekten isteniyorsa, siyasi taktikten öte anlamı olmayan girişimlerle vakit geçirmeden, bu büyük hedefe uyan adımlar cesaretle atılmalıdır. 28 Nisan 2024