Lâkin Cağaloğlu’nun tadı başkaydı, Küllük’te, Kızlarağası’nda, iki bardak çay içenler, ediplerle, şairlerle tanışır, derin mevzulara yelken açarlardı.

Gelgelelim ne edip ne de şair olan biri vardı ki ünlülerden fazla iz bırakırdı. Şüphesiz eser verecek bilgi ve donanımdaydı ama yazmazdı, belki de yazdıklarını saklardı. Evinde 30 bini aşkın kitabı vardı ve alayının da muhteviyatından haberdardı. Sürekli dinler, lüzum olmadıkça konuşmazdı. Eğer bir yanlışlık yer edecekse takır takır belge sayar, kapanışı yapardı.
Aslında Mahmutpaşa’da mendil çorap pazarlayan bir işportacı parçasıydı. Tezgahının bir yanını Büyük Doğu mecmualarıyla donatır, incik boncuk kovalayan kadınlara bile “dava” anlatırdı. Takdir edersiniz ki bu zor olmalıydı, saman pazarında inci mercan satılmazdı. Dergileri ekseri gelene gidene dağıtır, parasını cebinden verip hesabı kapatırdı.


Ziyafet saati
İkindi ile akşam arası mutlaka Türk Ocağı’na uğrardı. Gider teklifsizce musluk başına geçer, yanında getirdiği domatesleri peynirleri yıkardı. Gençlere birer simit, ya da dumanı tüten çıtır ekmek dağıtır, katıkları gazete kağıtları üzerinde servis yapardı. Her uzatandan sigara alır ve içsin içmesin herkese sigara tutardı. Kendisi Bafra’dan caymaz, elinde biriken Maltepe ve Samsunları talebelere sunardı.
Avurtları çökük, yüz çizgileri derin, boyun damarları belirgin ve bağrı daima açıktı. Seven sevdiğine benzermiş derler, siması Necip Fazıl’ı andırırdı. Mekâna yeni takılan gençlerle tanışır, kaynaşırdı. Bir fırsatını buldu mu kenara çeker ve “paraya ihtiyaçları olup olmadığını” sorardı. Düşünün kalabalık ailesiyle eğreti bir gecekonduya sığınan garip çorapçı, yenleri cepleri aşınmış ceketine, su çeken potinlerine bakmaz, talebelere burs vermeye kalkardı. Üstadın ifadesiyle “Hilmi kamyon gibi yük çeker, uçaktan hızlı uçardı…”

Hilmi Baba “hayatımda dört devre var: İkbal, idbar, ikmal ve icmal” dese de gençler onu bir başka kelimeyle hatırlarlardı: “İkram”
Hilmi Oflaz askere bile üç bavul kitapla gider, kışlayı kütüphane yapar. Önceleri Çengelköy’de bir köşkte otururlar, vaziyetleri iyidir, kira gelirleri, Düzce’de tütün tarlaları filan… Ancak Hilmi Baba servetini artırmakla uğraşmaz, habire dağıtır, dua almaya bakar. Nitekim köşk de uçar, kafasını Kuleli’deki gecekonduya zor sokar.
Bazen hemşehrileri gelip nasihate kalkarlar: “Bak Hilmi yaşlanıyorsun kenara bir şeyler koy, şu yaşa geldin, elinde neyin var?”
-Dostlarım, kitaplarım ve sigaram!
Servet olursa olur, olmazsa da olmaz. Ama dostluk ve muhabbet parayla tartılmaz. Hilmi Baba bahçesinde beslediği tavuklara bile birer ad takar ve bunların alayını Büyük Doğu mecmuasına abone yapar. Üstad satışımız arttı sanıp sevinsin yeter, son kuruşunu bile dergiye yollar. Dini ve milli eserler basan yayınevleri ona “üç beş kuruş kazansın diye” konsinye kitap bırakırlar. İyi de Hilmi Baba gençleri gördü mü dayanamaz, meccane dağıtır, borç boyunu aşar.

Garip kuşun yuvasını Allah yapar derler ya, Hilmi Baba bir gün yolda Mehmed Niyazi’nin ağabeyi Ziya Özdemir’i görür. Adamcağız “Hacca gidiyorum hakkını helal et” demeye kalmaz “ben de geliyorum” der arabasına atlar. O nasıl Kabe-i Muazzama ve Server-i Kâinat aşkıysa parasız, pulsuz “ve pasaportsuz” üç ülke geçer nurlu seyahati gailesiz tamamlar. Bizimki elini kolunu sallayarak geçerken sınır muhafızları tutulur kalır, adeta lâl olurlar.

Mahallenin çocukları onu görür görmez etrafına toplanırlar, zira Hilmi Babanın cebinde şeker, çerez eksik olmaz. Bayramlardada kandillerde paketler sardırır, yetim başı okşar.

Gıybet yasak!
Dedikodu bilmez, boş konuşmaz. Birinin aleyhinde atılıp tutulmaya başlandı mı mevzuyu değiştirir, bulunduğu yerde asla gıybet yaptırmaz. Öyle ya da böyle bu davaya hizmeti geçen birine toz kondurmaz. Eski bir mebus, birlikte vazife yaptığı arkadaşları aleyhine verip veriştirince “beyefendi söylemediklerinize saygımız sonsuz, ancak söylediklerinize katılamayacağız” der adamı fena bozar.
Yine günün birinde (adını vermeyeyim şimdi) ünlü bir profesör İslam âlimlerini küçümseyerek “bence”li, “bana göre”li cümleler kurar. Hilmi Baba kibarca ikaz ederse de Prof’umuz, üstüne basa basa “ben de âlimim” der “en az Ebû Hanife kadar ilmim var!…”
Hilmi Baba adamın yüzüne bakar, bakar “öyleyse yaşasın cehaletim” der, çeker kapıyı çıkar.
Bu derviş gönüllü insan 7 yıl kadar evvel bir bahar günü özlediklerine kavuştu, ekmeğini yedik Fatiha borcumuz var. Hani yemeyenler de okusalar…

Aziz dostum!
N. Fazıl’ın Toptaşı’nda çile doldurduğu günler (1960’lar)… Hilmi Baba tezgâhını satar, tam iki sene mapushane karşısında dikilir, bir hizmetim dokunur mu diye fırsat kollar. Üstadı görebilir mi? Eh işte, ara sıra, hayal meyal. Kendi ifadesi ile “bazen bulutlar dağılır, parmaklıklar arasından güneş doğar” o kadar.
Aradan yıllar geçer, N. Fazıl’ın dizi konferanslardan biri için Bursa’ya gelir. Şerefine Çelik Palas’ta yemek verilir, iş adamları, mebuslar, bürokratlar…
Çıkışta sokak kalabalıklaşır, ki tezahurat yapan gençler arasında yaşlıca bir adam vardır… Üstad derhal yanına gider ve elini omzuna koyar. Onu “fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas, krallara diklenecek kadar gözü kara, aslanların önüne çıplak atlayacak kadar cesur” cümleleriyle tanıttıktan sonra “aziz dostum, işportacı Hilmi” der, noktayı koyar…

Merhum Necip Fazıl’ın iki mısralık şiirlerinden biri şöyledir: “Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı/Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı!”

O, bu şiiri yazarken kimi veya kimleri düşünmüştür bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki Hilmi Oflaz “Ölümsüz Şarkı”nın dudaktan dudağa geçmesi için varlığını feda etmiş, ‘evi, barkı’ rafa koymuş çok önemli bir insandır. Hilmi Oflaz derken, evinde otuz tane kitabı olmayan binlerce üniversite mezunu insanın bulunduğu bir ortamda evini 30 bini aşkın kitapla doldurmuş bir şahsiyetten bahsettiğimizi unutmayalım. Batı’da, Batı kültürü için hayatını vermiş böyle bir insan olsa belki adına kitaplar yazılırdı. Ancak bizdeki kültür atmosferi “anti-yerli” bir çerçeveye sahip olduğu için burada görünür ve tanınır olmak, aydınların kalitesi veya tutarlılığına değil kendi topraklarına yabancılaşmasına bağlıdır. Önemli; ancak “değerli” olmayan birçok insanı çok rahat tanıyabilirken, hem önemli hem de değerli birçok insan tarihin ve mezarlıkların tozlu köşelerine terk edilmiş durumdadır.

Yardımseverliğiyle, fedakârlığıyla, maddî hırslardan kopuk; sürekli başkalarını düşünen feragatiyle modern düşünce ve anlayış kalıplarına meydan okuyan Hilmi Oflaz, maalesef layıkıyla tanınmamıştır. Eğer Hilmi Oflaz gibi bu fani dünyaya “gönüller yapmaya gelen” samimiyet abideleri yeterince tanınsaydı, Türkiye’de kimisi yoklar âleminde var olan, kimisi de büyüdükçe küçülen, merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle “meselesiz, gerçeksiz yarı-aydınlara” itibar edilmez bunların hepsi birer birer sîgaya çekilirdi.

Necip Fazıl, Hilmi Oflaz ile beraber kendisini dinlemeye gelen gençlere: “Hilmi’yi cevheriyle tanıyor musunuz? Hilmi uçaktan hızlı gider, kamyondan çok yük taşır!” der. “Dahiler ve Deliler” adlı romanını “Dostluk ve vefa abidesi Hilmi Oflaz’ın aziz hatırasına” diyerek ithaf eden Mehmed Niyazi Özdemir, onu, “Serâpâ samimi bir insandı. Gerçekten de aziz bir dost idi. Sevdiğini tam severdi. İkiyüzlülük, hulûs çekmek, çalım nedir bilmezdi. Dostlarından esirgeyeceği hiçbir şey yoktu. Kırk yıl yanında bulundum; “Allah” diyen bir kulun aleyhinde konuştuğunu duymadım. Milli meselelerde hizmeti geçmiş bir kimsenin aleyhine katiyen kimseyi konuşturmazdı. Paralı, parasız zamanı olmuştur; ne varlığın gururunu yaşadı, ne de yokluğun ıstırabını çekti. Şahsi hiçbir sevincine, üzüntüsüne şahit olmadım; sevinç ve üzüntüleri dostları milleti ve ümmeti içindi.” cümleleriyle anlatıyor.

Gazeteci Yusuf Ziya Cömert ise Hilmi Oflaz’ı bir aşk adamı olarak vasfediyor ve şöyle diyor: “Hilmi Abi’nin her halinde gözle görülür bir şey olarak ‘aşk’ vardı. Simsiyah gözlerinde, dudaklarında, boyun damarlarında, sesinde, sözünde, öfkesinde, sevincinde, özleminde, vefasında yaşayan bir şeydi aşk. Çok âşık gördüm. Fakat Hilmi Abi’den daha büyük aşık tanımadım.”

Hilmi Oflaz “Söztut”!

Ailesi aslen Trabzonlu, ancak kendisi Düzce doğumlu (1926). Ortaokul mezunu. Askere gidişi de oldukça ilginç. İstanbul/Hadımköy’e askere giderken kitaplarını ve gazetelerini de valizle götürüyor. Komutanlarıyla görüşüp, onlar için izin istiyor. “Okumazsam yapamam.” diyor. Okumak öyle önemli bir şey daha o yıllarda onun için. Terhis olurken de kitap hacmi üç valize çıkmış bir halde yine biriktirdiği dergi ve gazetelerle ayrılıyor Peygamber Ocağı’ndan…

Halasıyla birlikte geliyor İstanbul’a. Zaten halasının kızıyla da daha sonra evleniyor. Halası Çengelköy’de Rasathane yakınlarında bir köşk alınca orada oturuyorlar. Durumları o zaman gayet iyi. Babasının Düzce’de tütün tarlalaları var, oldukça varlıklı bir aileye mensup. Ancak ailevi ve ekonomik şartların değişmesiyle yokluk günlerinin sökün etmesi fazla uzun sürmüyor. Aile büyükleriyle yaşadığı tartışmalardan sonra soyadına bir “Söztut” kelimesi ilave ediyor. Kızı Betül Özdemir, bunu anlatırken, “Kimse bilmez Hilmi Oflaz’ın asıl adının Hilmi Oflaz Söztut olduğunu. Bu ifadeyi hem kendisine hem de akrabalarına hitaben sözünde durmanın önemini belirtmek için koydurmuştur. Kütükte de öyledir.” diyor.

Kızı Betül Hanım, yakın arkadaşları olarak Düzceli Reşat Şen ve Akyazılı Mehmet Niyazi Özdemir beyleri sayıyor. Hilmi Oflaz, tiyatro gösterileri ve konferanslar vesilesiyle Necip Fazıl’la Anadolu’ya açıldığında 5-6 ay gelmediği oluyor. Betül Hanım, “Biz çocukluğumuzda babamızı göremezdik. Ahmet ağabeyim anlatıyor, Üstad eve gelmiş. Anneme, Hilmi’yi merak etme. Benim azatlı kölemdir. Bir ihtiyacın olursa beni ara. demiş.”

Oflaz’ın 5 çocuğu var. Yaşar hanım en büyükleri. Diğerleri ise Ahmet, Arif, Melike ve Betül. 1987’de eşi Ayşe Oflaz Söztut vefat eder.

Betül Hanım, amansız hastalığı sırasında kitaplarından binlercesinin ziyan olduğunu ifade ediyor: “Hasta yatağında kitaplarla dolu evini son bir kez daha görmek istemişti; ama nasip olmadı. Cebindekini son kuruşuna kadar karşısındakine vermek isteyen, ‘yok’ demeyi bilmeyen, yoksa bile bulmak için kendini helak eden biriydi, ‘yok’ kelimesinden nefret ederdi.”

Kese kağıtlarına envai çeşit çerez doldurur, eve gelene kadar kimi gördüyse ikram eder, çocuklara da torbanın dibinde artık ne kaldıysa onlar verilir. Tavuklarının hep adı vardır: Küpeli, Çilli, Karakız. Bir dönem Büyük Doğu dergisine abone yapılmış, adlarına dergi alınmıştır! Kedileri hâlâ o evde ve bahçede yaşıyor. Oğlu Ahmet Bey ilgileniyor. Nesil nesil kediler hâlâ o kapının köşesinden ayrılmamış.

Söz ustasıydı

Onu tanıyanlar hiç umulmadık anlarda ağzından dökülen şairane ifadeleri, verdiği şaşırtıcı cevapları anmadan edemiyorlar. Bir sohbet esnasında eleştiride ileri gittiğini düşündüğü dostuna “Devlet selamette, hükümetler rezalette; milletin bir kısmı gaflette, bir kısmı hayrette, bir kısmı gayrette; ama devlet selamette.” derken her şeye rağmen günün seline kapılmayan etrafına umut aşılayan bir ruhî coşkunluğu sergiliyordu. Eski bir milletvekilinin önemli hizmetleri bulunan bir devlet adamımız hakkında söylediği sert sözler karşısında: “Beyefendi, söylemediklerinize saygımız sonsuz; ancak söylediklerinize iştirak edemeyeceğiz.” deyişi de ayrı bir söz ustalığı numunesidir. Yine bir sohbette son yüzyıl içinde yerli düşüncenin devamlılığı adına büyük emek sarf etmiş iki değerli münevvere haksız tenkitler gelince, bu isimlerin verdikleri mücadele uğrunda çektikleri sıkıntıları hatırlatırcasına “Belalar bizim olsun, safâlar sizin olsun. Rabb’imizden gelen belayı biz çiçek gibi göğsümüzde taşır, mutluluğu onda bulmaya çalışırız.

Ama size safâ değil de, bela gelirse manda pisliği gibi dağılırsınız.” diyor. Evlenmek için münasip birini arayan yakından tanıdığı üniversiteli gence, bir arkadaşının kızını tavsiye ederken kendine has edasıyla söylediği şu cümle sevenleri tarafından unutulmuyor: “Bir Allah’ı, bir de seni tanır…”

Ya, Ötüken Yayınevi’nden Necip Fazıl’ın Adana’da vereceği konferansta satmak üzere, konsinye usulü 100’er tane aldığı, Necip Fazıl’ın ‘Reis Bey’ ve Vecdi Bürün’ün ‘Nasıl Öldüler’ adlı kitaplarını, gelen dinleyicilere bedava dağıttığı sırada yayınevinin ortaklarından Özer Revanoğlu’nun “Ne yapıyorsun Hilmi Ağabey?” sorusuna, gayet soğukkanlılıkla, “Dağıt Revanoğlu, sen de dağıt, yayılsın!..” deyişine ne demeli..

Pasaportsuz vizesiz hacca gitti

1971 yılında arabasıyla hacca gitmeye karar veren Mehmed Niyazi Özdemir’in ağabeyi Ziya Özdemir yola çıktıktan kısa bir süre sonra Hilmi Oflaz’ı görür. Hâl hatırdan sonra onların nereye gittiğini öğrenen Hilmi Oflaz, “Ben de geliyorum” diyerek hiç kimseye haber vermeden hac yolculuğuna dahil olur. İşin hayret verici tarafı ise şudur: Bu yolculuk sırasında Hilmi Oflaz’ın üzerinde ne pasaport ne de nüfus cüzdanı bulunmaktadır!

Hilmi Oflaz bir “Vefa Abidesi”dir. 1960’lı yıllarda Necip Fazıl cezaevine girince Mahmutpaşa’daki tezgahını satarak tam 1,5 yıl Toptaşı Cezaevi’nin kapısında beklemiş, Necip Fazıl’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Kendisine “Üstadı görebiliyor musun Hilmi Ağabey?” diye soranlara verdiği cevap yine onun emsali az bulunur şahsiyetini yansıtmaktadır: “Bazen bulutların arasından güneşin görünmesi gibi demir parmaklıkların arkasından görünüyor…”

Hilmi Oflaz, yerinde durmaz!

Yaşadığı hayatla, “Bana ne!” demeden, “menfaatim ne diye sormadan”, elinden gelen her şeyi yapmak için gösterdiği çaba ve kararlılıkla dünyanın faniliğini adeta kişiliğinde tecessüm ettirmiş olan Hilmi Oflaz, dünyevileşmeye lafzen değil ruhen karşı durmak isteyenler için muhteşem bir örnektir. Hilmi Oflaz’ın mücadelesi “kendileri için hiçbir şey istemeyenler”in, “başkaları için hiçbir şey istemeyenler”e rağmen yürüttükleri mücadeledir.

Dünyevileşme derken Hilmi Oflaz’ın ders dolu bir hatırasını nakledelim: Zenginliğiyle övünen bir tanıdığı Hilmi Oflaz’a sorar: “Neyin var?” Onun cevabı acı bir gülümseme ve şu cümlelerdir: “Dostlarım, kitaplarım bir de sigaram var. Midesiyle toprağa basan insanların edinmeyi hayal ettikleri servet, sadece bir dostumun verdiği bir şeyin yanında hiç kalır.”

Hilmi Oflaz sohbetlerde dostlarına kendisini şu sözlerle ifade eder: “Benim hayatım dört devreden ibarettir: İKBAL, İDBAR, İKMAL ve İCMAL…” O, Mahmutpaşa’daki işportacı tezgahından kazandığını millî ve manevi değerlere hizmet etme çabası içindeki gençlerle birlikte harcayan, aynı gençlere “Ekmeğim var, peynirim var, gelin!” diyerek cömertliğini sergileyen, onların sıkıntılarına çözüm bulmaya çalışan, halden anlayan, dertlere ortak olan müstesna bir insandı.

Çoraplar ve kitaplar

Mahmutpaşa’da bir tezgah düşünün ki sergisinde çoraplar, askı ipinde “Büyük Doğu” dergileriyle dolu olsun. İnsanların oraya ucuza bir şeyler almaya geldiği besbelli; fakat Hilmi Oflaz yılmıyor. Ara ara sattığı malları yerine bırakarak, elinde Büyük Doğu dergisi “Hanımlar, beyler! Sadece giyim kuşamınızı düşünmeyin, biraz da kafanızı düşünün. Şu dergilerden bir tane alın, siz okumasanız da çoluk çocuğunuz okur!..” diye bağırıyor. Fakat bütün çabasına rağmen dergiler bir türlü satılmıyor. Üstadının şevkinin kırılmamasını sağlamak için bulduğu çözüm ise insanı acı acı gülümsetiyor. Hilmi Oflaz beslediği tavuk ve horozlara isimler takarak hepsini Büyük Doğu dergisine abone yapıyor, her ay postacının getirdiği dergileri de eşe dosta dağıtıyor. Onun cömertliğinin en önemli göstergesi de bir ömür boyu bin bir çileyle biriktirdiği 30 bini aşkın kitap ve bir o kadar dergileri İSAM’a (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi) bağışlamasıdır.

Burcu Öztürk (torunu) Hep hayatın içindeydi, bana böcekleri bile sevmeyi öğretti

Ben, onun kızı Yaşar Hanım’dan torunuyum. Son yıllarında hep birlikte olduk. Kitaplarla dolu evinde, yanında hepsi hazır dolu 5 bardak demli çayı ve harıl harıl okuduğu kitaplarıyla hatırlıyorum. 10’lu yaşlarımın başındaydım ve ‘Bu kadar kitap neden var burada, neden dedem sürekli okuyor?’, diye soruyordum kendime.

Bana hayatı, tabiatı, okumayı her şeyi sevdirdi. Böcekleri bile yakalar, üstüne boş bir yoğurt kabı örter, sonra açar yürümesini izletir, sonra yine kapatır, sonra da bırakırdı. Bahçesinde kaplumbağaları vardı. Onlarla böceklerle, taşlarla oynardık. Güzel taşları bahçenin bir köşesinde biriktirmeyi ondan öğrendim. Giderek yüksekçe bir tepe olmuştu. Başında oturur, taşları seçer konuşurduk. Toprakta yalınayak yürümeyi o öğretmiştir. Annemler “Basma ayağın pisleniyor.” derdi; ama o değişik bir insandı… İlesam’a, Türkocağı’na beraber giderdik…

Ahmet Oflaz Söztut (oğlu) Kitap deryasında büyüdük

Şimdi rahmetli olan soyadını hatırlamadığım Zihni abi vasıtasıyla Mahmutpaşa’dayken Necip Fazıl Üstad’la tanıştığını biliyorum. İstanbul’a ilk geldiğinde halasının Çengelköy’deki köşkünde kalıyorlar. Halası köşkü satıp başka bir yere geçince o da Kuleli’nin sırtlarında bir gecekondu çeviriyor. Hâlâ ben o evde kalıyorum. 7 odalı evin her yeri; ama her yeri kitap doluydu. Ortada sadece yatmak için yataklar var. Başka bir eşya yok. Biz böyle kitapların içinde büyüdük. Her an, banyodayken bile kitap okumaya çalışırdı. Onunki bir tutkuydu. “Allah bize zaman, fırsat, sıhhat vermiş, biz bu işe gönül koymuşuz. Niye okumayalım?” derdi. Çileli bir hayatı vardı; ancak bize yansıtmamaya çalışırdı. 30-40 bini aşkın kitabı bir o kadar da dergi koleksiyonu vardı. Her fikir ve düşünceden binlerce dergiyi biriktirir, mutlaka okurdu. Babamla 5 kardeş bir arada olup da yemek yediğimizi -bayramlar dışında- hatırlamam. Hep dışarılarda, konferanslar ve sohbetlerde olan, son vapurla eve gelen; ama bize karşı son derece anlayışlı, şefkatli bir insandı. Biz onun ızdırabını, heyecanını ve aşkını arkadaşlarından çok anlamış değiliz. Arkadaşları onu bizden çok daha iyi anlamıştır. O arkadaşlarına karşı çok vefalıydı, arkadaşları da ona karşı çok vefalı oldular. Mahmutpaşa’daki tezgahı kapattıktan sonra kitapçılık yapmaya çalıştı. Üstad Necip Fazıl’la birlikte Anadolu’yu karış karış dolaşıp kitap sattı. Ama nasıl? Yayınevlerinden diyelim bin tane kitap alıyor, yarısını sattıysa öbür yarısını da gençlere dağıtıveriyor. Parası hiç olmadı, zaten parayla da işi olmadı! 15 Mayıs 1998’de Kuledibi Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde vefat etti. Kitaplarını ve dergilerini kardeşi yerindeki Mehmet Niyazi Özdemir beyin tavsiyeleriyle Diyanet’e bağlı İSAM’a (İslam Araştırmaları Merkezi) bağışladık.

Her haliyle cömert bir insandı

Rahmetli günün değişik zamanlarında birdenbire zuhur eder, içeri girdiğinde sessiz olan meclis şenlenir, hareketlenirdi. Bir bir oturanlara hâl hatır sorar şakalaşırdı. Bu esnada masa üzerindeki sigara paketlerinden birer dal sigara almayı ihmal etmezdi. Sonra aldığı sigaraları lime lime olmuş ceketinin iç cebinden çıkardığı ağız tarafı tamamıyla yırtılmış Bafra paketinin içine istiflerdi. Kendisi Bafra’dan başka sigara içmezdi. Neden o sigaraları topladığına gelince, sohbetin devamında o sigaraları çıkartır, yine halihazırdaki dostlara ikram ederdi. Evet ikram kelimesi Hilmi Oflaz’ın şahsında gerçek mânâda kendini gösterirdi. Öğle üzeri İlesam’da envai çeşit bir sofraya denk gelirseniz, bilin ki o ikramı yapan kişi Oflaz’dan başkası değildir. Elinde çeşitli poşetler içerisinde zeytin, peynir, bal, reçel, dolma, börek ne bulduysa getirmiş orada bulunanlarla -tanısın tanımasın- paylaşmıştır.

Gerçi tanımadığı kimse hemen hemen yok gibiydi. Yeni tanıştırılan bir kişiyle bile öyle sıcak bir diyalog kurardı ki o kişide yılların ahbabı hissi uyandırırdı. Elimizdeki kitapları, dergileri, broşürleri uzun uzun inceler, kendi arşivinde olmayanına denk geldiğinde ise onu elde etmek için ısrarlı davranırdı. Çok büyük bir matbu arşive sahip olduğu evine gidenlerce bizzat anlatılırdı. Özellikle Necip Fazıl ile ilgili yazılmış ne varsa onda

bulmanız mümkündü. Kırışmış yüzü, zayıf bedeni, Üstadına benzeyen bıyıkları, jest ve mimikleriyle her ne kadar onun metafizik oğlu olarak tanınsa da Necip Fazıl Kısakürek’in özünde yaşayan, belki de onun ölümünden sonra ruhunu, ahlakını yaşatan bir mirasçıydı. Kibirli edebiyat dünyası ya da sanat camiası içinde elbette ki hak ettiği değeri bulamamıştır. Engin bilgisi, kültürü, mütevazılığının altında kaybolmuş gibi görünse de asla bir referans adamı olarak görülmese, ciddiye alınmasa da onu seven insanların gönlünde en az anlattıkları, naklettikleri kadar ihtişamlı bir şekilde yaşayacaktır.

(http://sozluk.sourtimes.org‘tan alınmıştır)

Alınmışsa alınmıştır!

Otobüse koştular, bindiklerinde tıknefestiler. Birkaç durak sonra bilet kontrolcüsü otobüste dolaşmaya başladı. “Bilet kontrol” deyip yürüyor, yolcular da biletlerini gösteriyorlardı. Hilmi Oflaz’da bilet olduğu düşüncesiyle Niyazi hiç endişe etmiyordu. Kontrolör bunlara yaklaştı. – Bilet kontrol, dedi ve Hilmi Oflaz’a baktı. O, gayet soğukkanlı bir şekilde cevap verdi: “Ne soruyorsun? Alınması lazım geliyorsa alınmıştır. Alınmamışsa alınmayacak demektir!” Kontrolör şaşırır gibi oldu; ne demek istediğini pek anlayamadı; yanlış bir iş yaptığını zannetti. “Afedersiniz.” diyerek uzaklaştı. (Mehmed Niyazi, Dâhîler ve Deliler s.192)

Üstadının tarifi

Bursa Çelik Palas Oteli’ne gitmişlerdi. Otelde o sırada milletvekilleri de bulunuyordu. Hilmi Oflaz sessizce Necip Fazıl’ı takip etti. Adını söylemeyince Üstad onu takdim etmenin lüzumunu duydu. Sağ eli de Hilmi Oflaz’ın omuzundaydı: “Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas; kralları önünde eğecek kadar gözü kara, irade sahibi; aslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur aziz dostum işportacı Hilmi.” (a.g.e., s.228)

Not: Dosyanın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı merhum Oflaz’ın ailesine ve yakın arkadaşı Reşat Şen Bey’e teşekkür ederiz