Bugün (01.01.2014), bâzı gazete ve TV’ lerde “Jet Umre” başlıklı bir iddiâ yayımlandı. Can sıkıcı bir durum. Ancak, haberin içeriğinde bâzı çelişkiler var. Ayrıca, haberin veriliş tarzı ve kurgusu da, hukûk ve ahlâk ilkeleri ile bağdaşmıyor. İtham edilen şahıs(lar) ihsas ettirilmeye çalışılmış. Ancak, bu durum, olayla ilgisi bulunmayan insanların da zan altında kalmasına zemin hazırlıyor. Bir hukûk devletinde, basın ve fikir hürriyetinin ölçülü, dikkatli, hukûk ve ahlâk ilkeleri çerçevesinde kullanılması gerekir.

Tâbii, meselenin bir de diğer tarafı var. Yukarıdaki haberin duyurulmasının ardından, bâzı yayın organlarınca, cevap niteliğinde haber ve yorumlar yapılmaya başlandı. Okuduğumuz kadarıyla, bir zât-ı muhterem, “kendisinin hedef alındığını” ileri sürerek, bir takım açıklamalar yapmış, bu minvâlde sosyal medya aracılığıyla bir de uçak bileti küpürü yayımlamış.

Üzüldüğümüz nokta, konumları itibâriyle sâde vatandaşa her bakımdan timsál olması gereken bir kısım insanların, kendi başlarını sıkıntıya sokacak konularda dahi, çok zaman özensiz davranması. Nitekim, konu olayda, ithamlara cevap mâhiyetinde kamuoyuna sunulan “belge”, zihinleri daha fazla karıştırmaktan, daha doğrusu “açıklamaları yapan” şahıs üzerindeki istifhamları artırmaktan başka bir işe yaramadı. Zîrâ, ilgili haberde “iki ay önce yapılan” bir Umre ziyâretinden bahsedilmişken, kanıt olarak gösterilen bilet küpürü Aralık/2013 ayının son haftasına âit. Üstelik, biletin kime âit olduğu ve seyahatin gerçekleşip gerçekleşmediği de bilinmiyor.

Ancak, bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta, bir takım insanların, ithamların ve savunmanın doğruluğu konusunda ciddî kuşkular uyandıran eksiklikler ve çelişkiler mevcutken, taraflardan birisini savunmak konusunda gösterdikleri kararlılık ve aceleciliktir. Oysa ki, kamuoyu için asıl olan “gerçeğin ortaya çıkması” değil midir?

Benzer olaylarda da gördüğümüz şudur: pek çok insanımız, maalesef önce safını belirliyor, sonra da tezlerini savunmak için ─gerekirse─ gerçeğin tahrif edilmesine bile katlanıyor.

Acı olan şu ki, “kitle adamı” için hakikatin bir önemi bulunmuyor. İlkelerin, O’nun dünyasında bir ehemmiyeti yok. Bu yüzden, kendi tarafının kazanması için “her şeyi, ama her şeyi” yapmaya hazır ve nâzır. Bu durum, toplumun ortak ideâller ve değerler etrafında buluşmasına mâni olurken, toplumdaki bölünmeyi de keskinleştiriyor. Böyle ortamlarda, sorunların demokratik teâmüller ve hukûk nizâmı çerçevesinde çözülmesi de güçleşiyor.

Nitekim, siyâsetçilerin ve yüksek kademedeki kamu görevlilerinin bulaştığı yolsuzluk iddiâları, zaman zaman ─gelişmiş olarak kabûl edilen─ ülkelerde de gündeme geliyor. Ancak, hemen belirtelim, oralarda, bu iddialar umûmiyetle “gerçek” çıkıyor. Çünkü, hukûk istemi, mâsum insanları haksız isnadlardan koruyacak şekilde yapılandırılmış ve bu vazifesini lâyıkıyla yerine getiriyor. Bir insana ─makamı/mevkii, toplumdaki konumu ne olursa olsun─ haksız yere suç isnad edildiği anlaşıldığında, bunu yapanlar ve yardım edenler ağır bir şekilde cezâlandırılıyorlar.

Fakat, bilhassa dikkat edilmesi gereken husus, hukûk sisteminin güçlü olduğu ülkelerde, adâletin sağlanmasında, hukûk kuralları ve hukûk sisteminin yanısıra, kamuoyu duyarlılığının çok büyük bir ehemmiyet taşımasıdır. Sözkonusu ülkelerde, bir suç isnâdına muhatap olan siyâsetçinin ve yüksek rütbeli bürokratın derhâl istifa etmesi; kezâ, siyâsî irâdenin, yapılan soruşturma ve araştırmalara ─bırakın engel olmaya çalışmayı─ en geniş şekilde yardımcı olması, işte kamuoyunun bu tür konulardaki yüksek duyarlılığından kaynaklanmaktadır. Başka bir anlatımla, anılan ülkelerde, hakkında suç isnadlarında bulunulan şahıslar, “erdemli insan” oldukları için değil, kamuoyunun baskısından çekindikleri için, derhâl bulundukları mevkilerden kendi istekleri ile ayrılmaktadırlar. Direnmeleri durumunda, hem alacakları cezânın artacağını, hem de kamuoyu baskısının, görevde kalmalarına zâten imkân bırakmayacağını, bilmektedirler.

Ülkemizde, ne yazık ki, bilhassa yolsuzluklarla ilgili hukûkî sürecin çok zaman çabuk, etkin ve tatmin edici şekilde sonuçlandırılamamasında, büyük ölçüde ahâlinin sorumluluğu bulunmaktadır. Toplum, “gerçeğin, yalnızca gerçeğin ortaya çıkarılması” konusunda, karar verici ve uygulayıcı durumundakiler üzerinde baskı oluşturacak, onları “doğru olanı yapma konusunda yönlendirecek” ölçüde talepkâr, kararlı ve ısrarcı davranamamaktadır. Toplumun kahir ekseriyeti, teşkilâtsızdır; fertler, “bir başına”dır. O yüzden, kamu vicdânını rahatsız eden gelişmeler konusunda, sözkonusu rahatsızlığı paylaşan/onaylayan bireylerden en sık duyulan sözlerden birisi “yapacak bir şey yok” yahut “elim(iz)den bir şey gelmiyor ki” olmaktadır. Başta meslekî kuruluşlar olmak üzere, toplumun farklı kesimlerini temsil ettiği iddiâsındaki gönüllü yahut “yarı resmî(!)” kuruluşlar ise, ferdî şahsiyetin teşekkülündeki zaaflar yüzünden, kısa zamanda asıl gâyelerinden uzaklaşmakta; hattâ, bâzen, dayandıkları toplum kesimini temsil etmek yerine, küçük bir “mücrim” gurubun tasallutu altına girmektedir. Sonuç itibâriyle, toplum, her türlü yönlendirmeye açık durumdadır; buna karşılık, “yönetenleri” yönlendirme, onları “hizaya getirme” kudretinden mahrumdur.

Ülkemizde 2013 yılının sonlarında gündeme gelen konular sebebiyle yabancı basında yapılan haber ve yorumlar, insanın içini sızlatıyor. Anılan haber-yorumlarda, “ülkelerin yolsuzluklar konusundaki duyarlılıkları” sıralamaya tâbi tutuluyor ve üst sıralarda “gelişmiş Batı ülkeleri” yer alırken, geri kalmışlık ve az gelişmişlik girdabından kurtulamamış ülkeler alt sıralarda bulunuyor. Türkiye, maalesef, bu sıralamada “orta sıralarda” gösteriliyor. Asırlar boyunca âleme nizam verme iddiasında olan bir millet için ne büyük bir zillet! Yalnızca şu durum bile, gelişmenin, salt maddî konularda sağlanan “büyüme” ile gerçekleştirilemeyeceğini, bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Gerçekten de, meselenin ahlâkî ve kültürel boyutu ihmâl edildiğinde, toplum, tıpkı “aklî ve zihnî gelişmesi bedenî gelişmesinin gerisinde kalan” fertlerde olduğu gibi, ahengini kaybetmekte ve, şahıs ve/veya gurup menfaatlerinin “ortak değerlerin, kıymet hükümlerinin” önüne geçtiği bir ahlâkî/kültürel yapı, toplumda bir “çürüme” meydâna getirmektedir. Bu hâlin, eğitimden sanayileşmeye kadar, her sahada büyük hamleler vücûda getirilmesi için ihtiyaç duyulan maddî-mânevi birikimin/enerjinin nasıl hebâ edilmesine yol açtığı, yaşanan olayla bir kere daha kanıtlanmış olmaktadır.

Hiç şüphe yok ki, Türk Hukûk Sisteminin -başta “yargı bağımsızlığı” ve “kuvvetler ayrılığı” konuları olmak üzere- önemli sorunları bulunmaktadır. Ancak, Türk Kamuoyu “hakikatin ortaya çıkarılması” konusunda yeterli duyarlılığa sâhip ol(a)madığı sürece, ülkemizde etkin ve âdil bir yargı sisteminin tesis edilebilmesi de fevkalâde güçtür.

Son söz: suçun sıradanlaştığı bir ülkede, adâletin sağlanması, kaf dağının ardındaki zümrüt-ü anka kuşuna ulaşmaktan çok daha zordur…