Prof. Dr.Abdulkadir İLGEN
Tanpınar, “eski medeniyetimiz” der, “dinî bir medeniyetti. Beğendiği, benimsediği bir adama ölümünden sonra tek bir mertebe verirdi: evliyalık!”
Bugün artık o iklimin çok uzağındayız. Varsa yoksa rakamlar, istatistik değerler, büyüme, kalkınma, hükmetme, yönetme, yönlendirme, sindirme, tasfiye etme vs. şeklinde temadi ettirebileceğimiz iktidar ve iktidarın dünyevî araçlarıyla dolu bir dünya ve anlayış.
Bugün teknik olarak eskiyle mukayese kabul etmeyecek üstünlüklere sahibiz, sahibiz de varlığın büyüsünü kaybettik. Teknik, insanî olan ne varsa aldı ve yerine kendi kurallarını dayattı. Oysa insan ruhu zihniyle tekniği, duygularıyla ahlâk ve güzelliği yaratmıştır.
Bu, şu demekti: zihin, ruhun operatif bir hizmetkârıdır. Ve bu hizmetkâr rakam ve kavramlarla ölçer, biçer, dağıtır, toplar, tasarlar ve düşünür. Tıpkı bugün yapay zekânın yaptığı gibi o da teknik anlamda belli nesnelliklere ulaşır.
Sanat ise bundan çok daha başka bir şeydir ve o âdete yeniden yaratır. Onda duyguların hiçbir zihnî oyuna gelmeyen yepyeni tasarımları, eskilerin ihtira dediği duygusal hasılaları vardır. Mimarî ise bunun en ileri seviyesi, intihasıdır.
Orada susan taş konuşur, ruh olur kanatlanır. Göklerden inen bir kartal gibi süzülerek bizim semamıza iner. Orada öyle noktalar vardır ki, tıpkı Cebrail’in kanadı gibi o da belli bir merhaleden sonra alev alır, yanar. Akıl da öyledir. Sanatın yanında o da yanar, kül olur.
Tanpınar, işte bundan dolayı Sinan’dan bahsederken adeta kendinden geçer gibi, sözü Sinan’ın muasırı olan Bâkî’ye vererek ruhunun ilhamını konuşturur. Şöyle der:
“İlahi Sinan! Ey Susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının ahengini hepimizin imanıyla beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hilatler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yapmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin”
“Tabii, O büyük şair Bâkî, böyle benim gibi konuşmaz, sadece duaya benzer çok daha güzel şeyler söylerdi” diye de ilave eder. Burada Tanpınar bir anda bir Melamî şeyhi gibi melamet hırkasına bürünür ve ruhunun murassa bir sarayı olan bu sözleri mırıldanarak kendini tevazu toprağına gömer ve Bâkî’nin dizinin dibinde sıradan bir medrese çömezi olur.
Sinan budur da geleneğin bir devamı olan Tanpınar da onun pozitivist bir devirdeki bir devamı, o halkanın bir zinciridir. Orada Sinan adeta imkan sahasının bütün sınırlarını zorlar ve tüketirken, gelenek de bir bütün olarak Sinan ve eserinde ebedî bir hâtem olur ve hadleri belirler.
Bugün de bazıları bazılarını Sinan’a benzetebiliyor. Eskiler olsa “Eyne’s serâ, mine’s Süreyya” derler ve derinden bir Vâ esefâ!” diyerek iç çekerlerdi.
Bugünse bundan çok uzağız. Kendilerini Sinan’ın varisi sayanlar, sanat ve mimari adına hiçbir şey üretmedikleri gibi ürettikleri tek şey olan beton ve rantla Sinan’la yarıştıklarını zannediyorlar.
Unutmayalım hakiki sanat utangaçtır ve kibirden zerre barındırmaz. Hoyratlık ise, serapa kibir ve gururdan ibarettir. Onda da sanatın zerresi bulunmaz.
Varsa yoksa Kibir, övünme, üstten bakma ve insana, tabiata, komşuya, çevreye ve Tanrıya karşı saygısız bir görüntü;
Hepsi bu…

