Fransa Senatosu işgal yılları boyunca Ermenistan’ın bile tanımadığı sözde Dağlık Karabağ Devleti’ni tanıyan karar tasarısını onayladı. Karar bir aleyhte 30 çekimser oya karşı 305 oyla kabul edildi. Kararda Fransa’nın Ermenilere insani yardımda bulunması ve Dağlık Karabağ’da işlenen “savaş suçları”na ilişkin uluslararası soruşturma açılması için girişim yapması, Ermenilere ait dini ve kültürel varlıkların korunması ve burada yerlerinden edilenlerin evlerine dönmesine yardımcı olunması gibi istekler de yer alıyor.

Fransa gibi, uluslararası alanda aktörlük iddiası taşıyan, kapasitesine ve gücüne bakmadan bu niyetini son dönemlerde Suriye’de, Doğu Akdeniz, Libya ve Kafkasya’da sergilemeye, NATO’ya ayar vermeye çalışan, AB’nin liderliği için Almanya ile çekişen bir devletin Senatosunda, bu kadar akıl dışı, duygusal ve amiyane bir kararın, 330 gibi büyük bir çoğunlukla kabul edilmesi her bakımdan vahim ve düşündürücü bir olaydır. Hukuken tam bir skandaldır.

Her vesileyle hukuk devleti olmakla övünen bu ülkenin parlamentosunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğu, Ermenistan’ın işgale son vermesi gerektiğini belirten kararları yok sayılıyor. Beş daimi üyesinden biri olduğu BMGK’nin bu konudaki kararlarının, buranın uluslararası hukuka göre Azerbaycan’a aidiyetinin resmen tescili anlamına geldiği de düşünülmüyor. Senatörlerden hiç biri “veto hakkımız bulunmasına rağmen söz konusu kararlara itiraz etmeyip imzalamıştık. Bu karara yıllarca sesimiz çıkmadı, bugün tersine bir karar alırsak kendimizle çelişmiş oluruz; bunun meşru ve ahlaki bir dayanağı olmaz” diyecek medeni cesareti gösteremiyor. Şimdiye kadar Sarkozy ve Macron gibi cumhurbaşkanlarının en hafifinden “akıl tutulması” diye yorumlanabilecek tuhaf çıkışlarına şahit olmuştuk. Fakat bu karar Fransa’daki zihniyet sorununun kişisel bir mesele olmadığını, toplumsal bir travma yaşadıklarını gösteriyor. Dolasıyla bu hastalıklı halin etkisiyle altında imzaları olan uluslararası anlaşmaları hukuki kuralları, ahlaki ilkeleri bir yana bırakarak yanlış adımlar atabiliyorlar. Ekonomik sıkıntıları Kovid-19 salgınıyla daha da artan, sağlık sorunlarının altında ezilme noktasına gelen, sokak gösterileriyle bunalan, ırkçılığın, İslam karşıtlığının zirveye tırmandığı Fransa’da, popülizm siyasetçilerin ortak paydası haline gelmiş durumda.

Fransa Senatosu, Ermenilerin 28 yıl önce Karabağ’ı işgal ederken neler yaptıklarını, Hocalı’da 700’e yakın Türk’ü vahşice katlettiklerini, yaptıklarının tam bir “soykırım” ve “savaş suçu” olduğunu, bölgeden evlerini bırakıp kaçmak zorunda kalan bir milyondan fazla Azerbaycan Türkü’nün Bakü varoşlarında yıllardır çok zor şartlarda yaşamaya çalıştığını, bu insanlık faciasına tüm Batılı ülkeler gibi kendilerinin de duyarsız ve ilgisiz kaldığını hatırlamak bile istemiyor. Çünkü İslamofobi, ırkçılık, Türk ve Müslüman düşmanlığı halen hem siyasetçilerin hem de toplumun çoğunluğunun iliklerine kadar nüfuz etmiş durumda. Gerçekleri yok sayarak görüşlerine haklılık kazandırdıklarına inanırken aslında ahlaken küçülüyorlar.

Hala kendilerini 19. ve 20. yüzyıl başlarındaki gibi dünyaya nizam verecek güçteki İtilaf Devletlerinden biri gibi görüyorlar. Sömürgecilik yaptıkları dönemdeki gibi, Afrika ülkelerinde, Lübnan ve Cezayir’de yaptıklarını tekrarlayacaklarını sanıyorlar, Macron yeni bir Napolyon Bonapart olma hevesinde. İhtiraslarına en büyük engel olarak Türkiye’yi görüyor. Suriye’de PKK/YPG’yi, D.Akdeniz’de Yunanistan ve GKRK’ni, Libya’da Hafter’i olanca gücüyle destekliyor. NATO ülkelerini ve özellikle Almanya ve ABD’ni sürekli aleyhimize kışkırtıyor.

Alman savaş gemisinin 22 Kasım’da uluslararası sularda seyreden Türk bayrağı taşıyan, Türk toprağı konumundaki yük gemisine yaptığı hukuk dışı müdahalede, 16 saat süren işgal ve aramada Fransa’nın yaptığı tahriklerin büyük payı vardır. Yakın zamana kadar D.Akdeniz ve Libya’da dengeli bir rol oynamaya, arabuluculuk yapmaya çalışan AB’nin daha sert politikalar izlemesini frenleyen Angela Merkel de artık Macron’un etkisiyle tutumunu değiştirmiş görünüyor. Türk bayraklı gemiye yapılan saldırı, AB’nin İrini Operasyonu adı kullanılarak icra edilse de, Almanya’nın bu korsanca eylemi Fransa ve Yunanistan ile mutabık kalarak yaptığı ortada. Kısa süre önce hem Başbakan Merkel hem de Almanya Dışişleri Bakanı, A.B.’nin Türkiye’ye karşı D.Akdeniz’de daha sert politika izlemesi ve ortak hareket edilmesi anlamında açıklamalar yapmışlardı. Almanya, Fransa ve Yunanistan 10 Aralık‘ta yapılacak AB ülkeleri liderleri toplantısı arifesinde Libya’ya BM’in uygulanmasını istediği silah ambargosu kararına aykırı davrandığını düşündükleri Türkiye’yi “suç üstü” yakalayarak toplantıya sunacakları kararın gerekçesini hazırlamak istediler ama AB’den yapılan açıklamada gemide sadece gıda ve ilaç taşındığı itiraf edildi; Merkel-Makron kumpası tutmadı.. Türkiye uluslararası kuruluşlar nezdinde bu konuda rahatlıkla kullanabileceği hukuki bir koz sağladı. Vakit geçirmeden gerekli hukuki hazırlıkları yaparak 10 Aralık toplantısından önce uluslararası hukuka aykırı olan bu korsanca eylemi gündeme getirmeliyiz. Hem devlet olarak, hem de geminin sahibi şirket ve zorbalığa maruz kalan gemi personelinin tazminat isteme hakkı doğmuştur. Ayrıca bir NATO üyesinin toprağına saldırı anlamı taşıyan bir sorun doğmuştur. NATO ittifakı çerçevesinde bunun da hesabı sorulmalıdır.

Fransa Minsk Üçlüsü üç ülkeden biri olmasına rağmen, Dağlık Karabağ savaşında seyirci durumunda kalmasını hazmedemiyor. MSB Bakanı Hulusi Akar’ın dediği gibi Senatosu’nun bu kararı “Fransa’nın çözümün değil sorunun bir parçası” ve taraf olduğunu gösterdi. Savaş sırasında bu ülkedeki Ermeni diasporasından çok çok sayıda gönüllü Karabağ’a giderek çatışmalara katılmış, toplanan ve devletin de katkı yaptığı para ve malzemeler Erivan’a gönderilmişti. Şimdi Macron kendince siyasi bir atak başlatmaya kalkışıyor. Dağlık Karabağ Cumhuriyeti diye ne hukuken ne de fiilen olmayan bir siyasi yapıyı tanıdığını ilan ederek Ermenistan’a kılavuzluk yapmak istiyor. Erivan yönetimi de benzer bir karar alırsa, bir süre sonra başlayacak barış görüşmelerinde Dağlık Karabağ’da bağımsız bir devletin bulunduğu iddiasını masaya taşıyarak pazarlık konusu yapacağını, böylelikle bölgede etkili bir konuma gelebileceğini düşünüyor. Ayrıca halen çok yönlü büyük bir karmaşa yaşanan, yalnızlaşan Ermenistan’a el uzatarak zaten mevcut olan dostluk bağlarını daha da güçlendiriyor. Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini Erivan kanalıyla kırmayı planlıyor.

A.B. liderleri zirvesinden çıkması muhtemel bizimle ilgili kararların içeriğinin ne olacağı bilinmese de Doğu Akdeniz ve Libya konularında çıkarlarımıza aykırı bazı taleplerle karşı karşıya kalabiliriz. Hukuk devleti ve yargı konularında yapabilecekleri eleştirilerle birlikte çıkacak kararlar, Avrupa Birliği ülkeleriyle ilişkilerimizi çok daha da sorunlu hale getirebilir. Benzer bir durum Ocak ayı ortalarında yönetimi devralacak olan Joe Biden yönetimindeki ABD ile de söz konusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bunların farkında olduğundan hem Washington’a hem A.B.’ne Türkiye’nin yönünün Batı olduğu, başka bir ittifak arayışı içerisinde olmadığımız anlamına gelen çok sıcak mesajlar verdi. Ayrıca İbrahim Kalın’ı Brüksel’e göndererek üst düzey temaslar yaptı. Ekonomi ve hukuk konularında reform hazırlıkları başlatıldı. Ancak ekonomi, hukuk ve yargı konularında önemli sorunlarımızın bulunduğunun kabulü anlamına gelen bu girişimlerin Nisan ayından evvel Meclis’e gelmesi beklenmiyor. Ayrıca içeriklerinin ne olacağı, ne ölçüde tartışılacağı da belirsiz. Oysa Türkiye’nin hukuk devleti, bağımsız, tarafsız, kaliteli yargı, kamu harcamalarının denetlenir ve bilinir hale gelmesi, kapalı devre ihale sisteminin son bulması, dış politikada bölge ülkeleriyle gereksiz gerginliklere yol açan hissi ve hamasi yaklaşımlar yerine karşılıklı çıkarlara dayalı yeni bir döneme geçilmesi bazı adımların kararlı bir şekilde, gecikilmeden atılmasını zaruri kılıyor. Bu sorunlar, iç siyaset ve seçim hesaplarının ön planda tutulmasından dolayı kısa sürede aşılmadığı sürece yükümüz hızla ağırlaşacaktır.