Abdulkadir İLGEN

Bugün arife. Odamda biraz kitapları karıştırdım. Gökalp’in Limni ve Malta mektuplarına göz attım. Bir mümin ve bir baba kalbini gördüm orada. Çocuklarına sürekli ümit veren şarklı bir filozofun öğütleri.

Sonra çocukluk günlerime gidiyorum. Her nedense aklım o yıllar ve annem geldi. O yıllar daha çok genç. Her işe her yere yetişen bir kadın. Evde hararetli bir bayram telaşı. Arife günleri kabir ziyaretleri de önemliydi. Atalarımız mezarlıklarını şehir içine yapmış, onlarla koyun koyuna yaşamışlar.

Biz de öyleydik. Babam bir köşede, pencerenin kenarında sessiz sedasız Kur’an-ı Kerim okur sanki ölmüşlerle sessiz bir muhavereye girerdi. Sanırdık ki babasıyla, babasının babasıyla ve çok daha öncekilerle konuşur, onlarla bir şeyler paylaşırdı. Elinde Mushaf, Kur’an ayetlerinin parıltısı yüzüne yansımış bu Müslüman baba, canlı, yürüyen bir kitap olurdu bizim için.

Zaten o yıllarda her bayram öbür tarafa göçmüş olanların evleri ziyaret edeceğine inanılırdı. Biz öyle bilir, öyle inanırdık. Evlerimiz eskiler ve yenilerle dolar boşalır ve her taraf bayram sevincini yaşardı.

Aradan yıllar geçti. Sadece köylerimiz değil, ruhlarımız da boşaldı. Oysa o yıllarda pencereye bir kuş gelse, kim bilir gelen kimdir diye içimizi bir ürperti kaplar, eskilerle buluşmuş gibi olurduk. Şimdi artık o büyü bozuldu. Doğanın büyüsü bozuldu. Artık yaşanan her şey fizik, kimya ve biyolojinin formülleriyle açıklanmaya başladı.

Sahi, insanlık ilerledi de nedenlerin bütün bilgisine mi ulaştık? Yoksa bir sanrı mı bütün yaşadıklarımız? Nedir içinde yaşadığımız bu dünya? İnsan eliyle yapılmış çelik bir kafesin arkasından seyre daldığımız bu dünya ne kadar gerçek ne kadar sahici? Her gün bir başka doğan güneş gülümseyen, hayat bahşeden bir dost mu yoksa her an patlamaya hazır bir gayya, nükleer bir tehdit mi?

Ya sahildeki dalgaların dansı, onlara ne demeli? Ya topraktaki minerallerin sarıya, mora, turuncuya, laciverte çalan renkleri, kokuları ve tatları; onları nereye koyacağız? Yoksa onlar da bize öğretilen formüller kadar cansız ve ruhsuz nesneler mi?

Eğer öyleyse bizim hissettiklerimiz ne? Hepsi bir yalan mı bütün olup biten. Ya bunların arkasındaki esas Senarist, o büyük Tasarımcı, O’nu nereye koyacaksınız? Her şey ama her şeyin rengini gözlerinden aldığı O Varlık, O’na dair hissettiklerimiz de mi sahte?

Eğer öyleyse her şey sahte, her şey yalan. Gözlerimiz ve onların serabral kortekse ilettiği ve orada işlenen her şey, ama her şey sahte. Hatta henüz konuşmasını bile bilmeyen o yavruların gözlerindeki mana, ona diyeceksiniz, o da mı bir hiç, o da mı sanrı? Hayır, öyle değil, her biri bir kaynağa işaret ediyor. Kurucu, her şeyi yoktan var edici bir Kaynağa, Ezeli ve Ebedi olana işaret ediyor.

Sonra etrafa bakıyorum, aranıyorum. Bir düğündür gidiyor her tarafta. Aşk ile pervane olan bütün bir varlık her mevsim yeni formalarını kuşanarak geçit resmi yapıyor. Her tarafta bir bayram havası. Orada da eskilerle yeniler yan yana iç içe. Birlikte şarkı söylüyor, selam alıp selam veriyorlar.

Varlık denilen bu büyük orkestranın içindeki ben, kendisi de o orkestranın bir parçası olarak kendisini o senfoni içinde yeniden buluyor. Formüllerin soğuk ve yapay dünyasının dışında nefes alıp veren canlı, ruhlu bir dünyayla temasa geçiyor. Hayat meğerse bir şiir, bir senfoniymiş. Allı yeşilli bir düğün, bir bayram. Bin bir donla kendini açık eden bir yaşama sevinci.

Hiçlikten varlığa çıkan her bir zerre bir yaşama iradesi sunuyor. Ben de varım, ben de varım; beni de görün, yanıma gelin diye seslenen bir çığlık, bir haykırma. Bu duyuluyor her tarafta. Bayram geliyor, biz ona gitmesek de. O geliyor ve biz yeniden biz oluyor, herkesle her şeyle yeniden kaynaşıyor, millet oluyor; Türk oluyoruz.

Bayramınız kutlu olsun!…