Abdulkadir İLGEN

Sazımın teli gönlümün telidir. Ne ki saz bile türlü türlüdür. Sanatın doğası böyledir de ondandır bu. Sazında iki tel bulunan, nasıl çok telli sazı anlayamazsa, düşük kültür de yüksek kültürü anlayamaz. Bu çok sesli müzik için de geçerlidir. Her bir enstrüman bir teldir nasıl olsa. Ve her bir telin ayrı bir tınısı vardır.

Benim gençlik yıllarımdan bir arkadaşım vardı. Çok güzel saz çalardı kendisi. Sonradan akademiye geçti. Tanıyanlarınız da vardır, Cengiz! Cengiz Aktaş’tan bahsediyorum. Bir hazan mevsiminde, kalbimin durduğu bir travma sonrası ziyaretime gelmişti. Yanında sazı da vardı. Onu da getirmişti benim için, yarama merhem olsun diye.

-Bu kafada dedi, bin tane parça var. Fakat her nedense şu dil problemini bir türlü halledemedi.

Haksız da değildi aslında. Sonra aldı eline sazı, benim için ve bana dair çaldı. O akşamı hiç unutmam. Bütün bir gelenek akıyordu sazından. Türküler biz demekti. Bizim bütün hikâyemiz orada saklıydı. Ondan anlamayan hiçbir şey anlayamazdı bizden. Türk Romanı yoktur derler. Türk romanı vardır ve o Türk Müziğidir. İçimden,

-Şu kadar yıldır yazıp çiziyorum dedim. Aklın dili geliştikçe sanatın dili çoraklaşıyor. Keşke ben de o sesi duyabilsem. Duyup da onu kelimelere aktarabilsem. Hakikatte o bile bir sanat faaliyetiydi. Bir tür ressamlık. Ondan mahrumum diye hayıflandım.

O akşam orada hoşça vakit geçirdik. Eskilere daldık. O anlattı ben dinledim. Ben anlattım o dinledi. Çocukluk yıllarımıza, ilk gençlik yıllarımıza döndük. Okuldayken ben ona her gün “Gel Cengiz, şu bilek güreşini tekrar yapalım” dermişim. Öyle söyledi. Her seferinde de beni yenermiş. Güçlü kuvvetliydi Cengiz.

Yazmak da öyledir. O da bir sanat faaliyeti, bir tür ressamlıktır. Hayatın içinden çiçekler dermek gibi bir şeydir yazmak. Sahte çiçekler değil, kendi doğallığı içinde ve kendi ortamında yakalayabilmek ve o haliyle resmetmektir tabiatı. Orada doğal halleriyle çer çöp de vardır bir ağaç yıkıntısı da börtü böcek de.

Hayat da zaten bu haliyle güzel değil midir? Bilim steril ortamı, sanat doğal ortamı sever. Biri katı bir disiplini, diğeri ise serazat bir ruhu, kuralsızlığı gerektirir. Biri usûlle öğrenmek, diğeri varlığı sürekli yorumlamak ve tasarımlamak cehdidir. Biri kendiliğinden akan hayatın kendisini, diğeri belli bir yöntemle öğrenilen bilgiyi verir.

Gökalp belli bir zaruretten dolayı bunları birbirinden kesin hatlarla ayırmayı denemiş ve sisteminin merkezine bu kriteri koymuştu. Ben, her ne kadar doğası birbirine yabancı olsa da yüksek kültürün gücünü bu ikisinin ahenginden aldığına inanırım.

Sanatsız bilim olmayacağı gibi bilimsiz sanat da olmaz diyenlerdenim. Zaten bilim denen şeyin kendisi de bir tür tasarım, mitik bir uyarlama ve sanat değildir de nedir ki? O da bir sanattır; çok telli, çok sesli bir sanat.