14 Mayıs 1950 Seçimleri – Coşkuyla  Başlayıp Hüsranla  Sonuçlanan  Bir Siyasi  Hareketin  Hikâyesi | Nuri GÜRGÜR        

14 Mayıs 1950’de yapılan milletvekili seçimleri siyasi tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir; 27 yıllık CHP iktidarının devrilmesi, DP’nin iktidara gelmesi yani iktidarın  halkın oylarıyla değişmesi sadece kendi tarihimiz açısından değil tüm Türk ve İslâm dünyası için de bir “ilk”tir, demokrasinin zaferidir. Bunun ülkemizde gerçekleşmiş olması rastlantı değildir. Çünkü halkın iradesine dayanan anayasal düzen ve hukuk devleti konularında, 1876’daki Kanun-i Esasi ilanıyla başlayan 2.Meşrûtiyet döneminde hayata geçirilen, 1921 Esas Teşkilat Kanununda ve 1924 Anayasası’nda egemenliğin millete ait olduğunun vurgulanması gibi uzun yıllara dayalı bir tecrübemiz vardı; bu birikimin etkisiyle toplumun çok partili hayata intibakı zor olmadı.

Esas Teşkilat Kanunu’nda Meclis Hükümet Sistemi benimsenmişti; 24 Anayasası da TBMM’nin öne çıkarıldığı “Kuvvetler Birliği” esasına göre düzenlenmişti. Çünkü Millî Mücadele şartları da cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Türkiye’nin sosyo-ekonomik imkânları da bunu gerekli kılıyordu. Vakit geçirmeden gerekli yasaları çıkararak acilen uygulamaya koymak zorundaydık. Mustafa Kemal de konuşmalarında bu şartları işaret ederek kuvvetler birliğini savunuyordu. Meclis çoğunluğu O’nun isteğine uyarak bu sistemi benimsedi.

Anayasadaki yazılıma göre Meclis en yetkili karar organı görünse bile, aslında karizmatik ve otoriter kişiliği, üstün liderlik nitelikleri, teşkilatçılığıyla hem Millî Mücadele hem de Cumhuriyet dönemlerinde esas yetkili ve söz sahibi Mustafa Kemal idi; milletvekili aday listeleri, Başbakan ve Bakanlar O’nun tercihlerine göre belirleniyordu, yani yasama ve yürütme organları fiilen kendisine bağlıydı.

Atatürk cumhuriyetin tek partili oluşundan rahatsızdı; kısa bir zamanda demokratik döneme geçilmesini arzu ediyordu. Bu maksatla 1931 yılı yaz aylarında çok güvendiği arkadaşı Fethi Okyar’dan Meclis’te muhalefet işlevi yapacak yeni bir parti kurmasını istedi. Yanına kurucu olarak aralarında kardeşi Makbule hanım ve yakın arkadaşı Nuri Conker’in de olduğu belli sayıda milletvekilini de verdi. Fakat ilk günden itibaren halkın çoğunluğunun CHP iktidarına çok tepkili olduğunu gösteren olaylar yaşanmaya başladı. Bu gerilimin hızla tırmanarak siyasi karmaşaya yol açmasından, istikrarın bozulmasından korkuldu. Fethi Okyar üç ay bile dolmadan Atatürk’ün bilgisi dahilinde partisini fesh ettiğini açıkladı. Atatürk sonraki yıllarda hastalığının artması ve Avrupa’da savaş ihtimalinin belirmesinden dolayı yeni bir girişim yapma imkânını bulamadı.

Vefatından sonra bu makama seçilen İsmet İnönü’nün yapısı farklıydı.  Karizmatik bir kişiliğinin olmadığını görmezlikten gelerek Atatürk’e özeniyordu; devletin resmî yazışmalarında ve ders kitaplarında “millî şef” diye tanımlanıyor, basılan paraların ve altınların üzerinde artık O’nun resimleri yer alıyor, adı yapılan tesislere veriliyordu.

Dünyayı kana bulayan 2.Cihan Savaşı’na müttefiklerin bütün ısrarına rağmen katılmamış olmamız İnönü’nün en büyük başarısıdır. Fakat savaşa katılmasak da halkımız olumsuz etkilerini çok ağır şekilde yaşadı. Bütçemizin önemli kısmı Millî Savunmaya ayrıldığından yatırımlar, sosyal yardımlar tümüyle durdu; zaten ortaçağ şartlarında üretim yapan, nüfusumuzun yüzde 80’nini oluşturan köylü büsbütün yoksullaştı, işsizlik baş edilmez hale geldi. Halkın çoğu temel gıda mallarına ulaşamayıp açlıkla karşı karşıya yaşamaya çalışırken parti yöneticileri, devlet memurları bu sıkıntılardan nispeten daha az etkileniyordu.

Altı yıldır süren savaşın sonu yaklaşırken CHP Meclis Grubu’nda bazı milletvekilleri   çekilen sıkıntıların sorumlusu olarak gördükleri parti yönetimini ve Hükümeti eleştirmeye başladılar. Bu sırada dış ilişkilerimizde çok önemli bir gelişme oldu; Stalin süresi biten Türkiye -Sovyetler Birliği Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşmasını yenilemeyeceğini bildirdi. Yeni bir anlaşma yapmak için Boğazların Sovyetlerin kontrolüne geçmesini, Kars, Ardahan ve Artvin’in kendilerine verilmesini istiyordu. Kızılordu Alman askerlerini kovalarken bütün Doğu Avrupa’yı ele geçirmiş, Sovyetler Birliği ABD’nin yanında küresel bir güç haline gelmişti. Türkiye, bu yeni dünya düzeninde bir tercih yapmak zorundaydı; ya ABD’nin liderliğindeki demokrasi cephesinde yer alacak, yahut Sovyetlerin hakimiyeti altına girecekti. Doğal olarak demokrasi cephesini tercih ettik. Savaşın bitmesine bir ay kala Almanya’ya savaş ilan ederek öngörülen şartı yerine getirip Birleşmiş Milletler Örgütü’nde “kurucu ülke” sıfatıyla yer aldık. Fakat Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak tanımlanabilmesi için daha ileri adımlar atması, öncelikle “çok partili döneme” geçmesi gerekiyordu. CHP Grubunda eleştirel bir tavır alan Celal Bayar, Prof. Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan yeni bir parti  kurmak üzere girişimler başlattılar; partileriyle bağlarını kopararak 7 Ocak 1946 ’da Demokrat Parti’yi kurdular.

Aslında Nuri Demirağ 1945’in yaz aylarında Millî Kalkınma Partisi adıyla bir parti kurmuştu ama bu girişim tutmadı, isimden ibaret kaldı. Oysa DP kuruluşundan itibaren başta büyük şehirler olmak üzere ülke genelinde çok geniş bir destek buldu. İktidar durumun farkında olduğundan seçimleri erkene aldı. DP 21 Temmuz’da yapılan seçimlere 42 ilde katılabildi; çünkü 23 ilde teşkilat kurmaya zaman bulamamıştı.

Bu seçimler öncekilerden farklı olarak tek dereceli yapıldı. Oylar açık kullanılıyor, tasnif kapalı yapılıyordu. Valinin ve kaymakamın başkanlığında iktidar yanlılarından oluşturulan sandık kurulları tümüyle CHP’nin kontrolü altındaydı. Siyasi tarihimizde “şaibeli” diye anılan Cumhuriyet döneminin bu ilk çok partili seçimlerinin yapılış tarzı ve yaşanan usulsüzlükler kamu vicdanını rahatsız etti, tepkilere yol açtı. Resmî açıklamalara göre CHP oyların yüzde 87.3’nü alarak 435 DP yüzde 11. 6’sını alarak 65 milletvekili çıkarmıştı. Ancak gerçek rakamların çok farklı olduğu bilindiğinden siyaset alanında psikolojik üstünlük DP’ye geçti. Celal Bayar’ın liderliğini yaptığı parti, Batı dünyasından gelen rüzgarları arkasına alarak, CHP’nin dağınıklığından da yararlanarak dört yıl boyunca bu avantajını başarıyla kullandı. “Yeter söz milletindir” sloganı tabanda çok benimsendi. Teşkilat kademelerinde yeni ve genç isimler, halkla doğrudan temasta olan avukat, iş adamı gibi serbest meslek mensupları vardı. Halkımız parti ile hükümetin iç içe olduğu, kamu imkânlarının partililere dağıtıldığı, jandarma zulmünün hüküm sürdüğü tek partili otokrasiden bıkmıştı. Aydınların ve basının önemli kısmı da bu partiyi destekliyordu.

DP öncelikle seçim kanununun değişmesini istiyordu. Ara seçimlere katılmadı. Talebinin yerine getirilmemesi durumunda genel seçimleri de boykot edeceğini, gerekirse “sine-i millete” dönüleceğini ilan etti. Seçimler yaklaşırken kurulan ortak komisyonda uzlaşma sağlandı; yeni seçim kanunu Meclis’te 1950’nin Nisan ayında kabul edilerek yürürlüğe girdi. Buna göre seçimler hakimlerden oluşan Yüksek Seçim Kurulu‘nun yönetim ve gözetiminde yapılacak, sandık başlarında görevli hakimler olacak, Hükümet sürece müdahale edemeyecekti. Bu düzenlemeler sayesinde Türkiye’de ileriki yıllarda siyasi ortam ne kadar gergin olursa olsun seçim sonuçlarını bütün taraflar saygıyla karşılayıp kabullendiler. Çünkü yargının tarafsız ve dürüst davranacağına güven vardı. Ancak son yıllarda yargıya yapılan siyasi müdahaleler, FETÖ’cü hakim ve savcıların faaliyetleri ve açtıkları davalar, yüksek yargı organlarındaki yapısal düzenlemeler bu güveni ciddi şekilde sarstı. YSK’nın 2018‘de İstanbul Belediyesi seçimini Kurul Başkanı’nın muhalefetine rağmen hukuki bir gerekçeye dayanmaksızın yenileme kararı son derece yanlıştı.

1950’deki seçim kanununda seçimlerin “çoğunluk” sistemine göre yapılması kabul edilmişti.  Bunu CHP istiyordu.  Çünkü oylarında nispi bir azalma olsa bile çoğunluğu alacağından emindi. Oysa Prof. Ali Fuat Başgil gibi saygın bilim insanları bu sistemin adaletsizliklere yol açacağını, bunun siyasi istikrarı  bozacağını, demokrasinin zarar göreceğini anlatarak nispi temsil sisteminin uygulanmasını savunuyorlardı. DP‘nin görüşü de bu yöndeydi. Fakat Meclis‘te CHP büyük çoğunluğa sahip olduğundan onun isteğine uyuldu. Diğer yandan iktidarın da muhalefetin de gündeminde Kuvvetler Birliği esasına göre yapılan Anayasayı  değiştirmek, AYM kurmak gibi konular yoktu.

Türkiye’de 150 yıldır hukuka  bağlı ve milletin iradesine saygılı  bir kamu düzeni, devlet yapısı kurulmasına çalışılıyor. Bazen bu hedefe ulaşılır gibi olsa da  süreç  siyaset dışı müdahalelerle çok  geçmeden defalarca kesintiye uğradı.   Her modern toplumda yaşanılabilen siyasal ve sosyal tartışmalar, görüş ve düşünce farklılıkları bizde kutuplaşmalara yol açıyor. Çünkü demokrasi girişimleri 150 yıl boyunca tabandan yükselen taleplerle değil yukarılarda verilen kararlarla yürütülmeye çalışıldı. İktidara gelip   gücü eline geçirenler bu imkânı mümkün olduğunca uzun süre kullanmak istiyorlar. Dolayısıyla, adil ve tarafsız bir yargı organının gözetiminde, hukuku egemen kılacak, denge-fren işlevi yapacak kurumlar inşa etmek maksadıyla çalışmayı gereksiz buluyorlar. Böylece liyakatın değil, siyasi sadakat ve itaatin geçerli olduğu yapılanmalar oluşuyor; iktidarlar çok defa siyasi gücünü tahkim etmeyi, popülist uygulamalarla taraftarlarını çoğaltmayı, tercih ediyorlar. Bu durum demokrasi kültürünün gelişmesini, hukuka bağlı devlet ve kurumların   oluşmasını engelliyor.

CHP ve DP, çok  partili döneme geçilirken, özellikle  14 Mayıs seçimleri arifesinde samimiyetle  arzu etselerdi,  çok sağlam hukuki alt yapısı ve kurumları  bulunan, kuvvetler ayrılığının benimsendiği, tarafsız ve bağımsız yargının olduğu, seçimlerin  nispi sistemle yapıldığı örnek demokratik bir düzen kurabilirlerdi. Fakat iki tarafın da esas hedefi iktidara geçmek olduğundan bu tarihi imkân maalesef heder edildi.

14 Mayıs’ta yapılan seçimlerde CHP yüzde 40 oy almasına rağmen 69 milletvekili çıkarabildi. DP yüzde 53.3 oranında oy alarak 408 milletvekili çıkardı. Oysa nispi temsil sistemi uygunsa DP 250, CHP 190 civarında milletvekili çıkaracak, Meclis‘te nispi bir denge oluşacak, iktidar dilediği gibi icraat yapamayacaktı. Benzer tablo 54 seçimlerinde de tekrarlandı. Hatta 57 seçimlerinde muhalefet partilerinin oy toplamı DP’ninkinden daha fazla olmasına rağmen çoğunluk sisteminden dolayı iktidar değişmedi. Meclis’teki bu adaletsiz tablo siyasi tansiyonu hızla yükseltti. Kuvvetler  Birliği’ne göre yapılan Anayasa, yasama organına kesin üstünlük sağlıyor, AYM gibi hukuki denetleme işlevi yapacak bir organ olmadığından Meclis’e dilediği gibi kanun yapma imkânı tanıyordu. Başbakan Menderes 1955’te Meclis Grubu’nda Hükümete yönelik yoğun eleştiriler üzerine  “siz dileğiniz kanunu çıkarabilir, hatta hilafeti bile getirebilirsiniz” derken bunu  hilafet teklifi anlamında değil, Meclis çoğunluğunun yetkilerini  belirtmek amacıyla ifade ediyordu. Ancak çoğunluğun kontrolsüz gücü sonuçta 27 Mayıs darbesinin yapılmasına zemin hazırladı. Siyasi hayatımızın üzerini kaplayan, toplumu kutuplaştıran kin ve nefret duygularının etkisiyle Yassıada‘da hukuk yerine rövanşist anlayışı benimseyen, devrilen iktidarın yöneticilerine cellatlık  işlevi yapmaya özenen hakim ve savcılardan  özel mahkeme oluşturuldu. Bu heyet tarafından verilen ve bir grup MBK üyesinin onayladığı idam kararları, bir Başbakan ve iki Bakanın idam edilmeleri hukuki bir faciadır ve siyasi tarihimize sürülen kara bir lekedir. Bu konuyu ve on yıllık DP dönemini ayrı bir yazı konusu yapmaya çalışacağım.