“Atatürk ve Türk dili” Konulu bu haftaki sohbetimizde İstanbul Kültür Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahit TÜRK yer aldı. Sayın TÜRK yoğun bir ilgiyle takip edilen konuşmasında özetle:

Dil, pek çok tanımı yapılan bir kavramdır ancak kişi ve ulus hayatındaki işlevleri düşünüldüğünde dil için “Bir ulusun ana yurdu, ana dilidir” demek hiç de abartılı olmaz. Çünkü tek tek bireylerin de bütün olarak ulusun da bütün geçmişi dili içerisinde saklıdır. Ulusun yaşadığı hayat koşulları, varlığını sürdürdüğü yurtlar, ilişkide olduğu toplumlar, zaman içinde yaşanan acılar, sevinçler, güzellikler, çirkinlikler, hayata karşı davranış kalıpları, insan ilişkileri ve daha başka insanı insan ya da ulusu ulus yapan pek çok şey dil içinde saklıdır. Dil, bütün bu özellikleri dolayısıyla ulusların sıkıntılı zamanlarında sarıldıkları kurtarıcı, beslendikleri kaynak olur. Ulusların varlık mücadelesi yapmak zorunda kaldığı zamanlarda ana dili bilinci, bu mücadelenin öncüleri ve ulusun aydınları tarafından en üst noktaya çıkarılmaya, ulusun mücadele azminin ulusun bütün geçmişini, kimliğini içinde barındıran bu kaynaktan beslenmesine çalışılır. Dil, yer yer bayrak işlevi görür. Bağımsız olmayan yani benim diyecekleri, gönülleriyle benimseyecekleri bir bayrağı olmayan toplumlar, dillerine bayrak muamelesi yaparlar, bu tür toplumların şairleri dilleriyle ilgili pek çok şiir yazarlar. Bu anlamda Türkiye Türkçesinde çok az şiir yazılmasının ancak Türk lehçelerinin hemen hepsinde pek çok şiir olmasının nedenini dili bayraklaştırma düşüncesiyle açıklayabiliriz.

Bugünkü bilgilerle Türkçenin ilk yazılı belgeleri olan Orhun anıt-yazıtlarında dille, Türkçeyle ilgili diyebileceğimiz şu cümle dikkat çeker: “Tabgaçkı begler Tabgaç atın tutupan Tabgaç kaganka körmiş.” (Çin’deki Türk beyleri Çinli adları alarak Çin kağanına bağlanmış.). Cümlede geçen “bey” sözünü, bugünkü anlayışa göre “aydın” olarak düşünebiliriz. Bilge Kağan, bu cümlesiyle Çin’deki Türk aydınlarının Türklüklerini yitirdiklerin söylüyor. Türk tarihi buna benzer pek çok örnek barındırır ancak pek çok da aksi örnek de vardır. Özellikle büyük dönüşümler yaşandığı çağlarda aydınların değişimlere direndiği ve dili, dolayısıyla da Türklüğü yaşatma çabaları gösterdikleri görülür.

Türk devlet zincirinin Köktürklerden sonraki halkası olan Uygurların bugünkü Doğu Türkistan’daki dönemleri, büyük dönüşümlere sahne olur. Öncelikle toplum hayatını derinden etkileyen büyük değişim, bozkır kuşağından ayrılıp tarım kuşağına yerleşmek olmuştur. Bunun dışında pek çok din değişikliği, değişik alfabelerin Türkçenin yazımında kullanılması gibi ulus hayatı için değiştirici nitelikte durumlar görülür ancak aydınlar devreye girer ve büyük bir çeviri faaliyetiyle karşılaşılır, Böylece Türkçe yüzlerce eser ortaya konur, bölgede bir yazı ve kâğıt uygarlığı gelişir. Bu uygarlık, Türklerin ve çevrelerindeki başka bazı ulusların daha sonraki hayatlarına büyük etki yapar. Buna çok açık bir örnek olmak üzere on birinci yüzyılın üç büyük Türk devletinden Gazneli ve Selçuklu’da Türkçe herhangi bir eserin olmaması ancak Uygurların Müslüman olmuş devamı durumundaki Karahanlılar içinden Balasagunlu Yusuf (Kutadgu Bilig), Kâşgarlı Mahmut (Dîvânü Lügâti’t-Türk), Yesili Hoca Ahmet (Divan-ı Hikmet) gibi kişilerin çıkması herhalde tesadüfle açıklanabilecek bir durum değildir. Burada adı geçen eserler ve bunlarla yakın zamanda yazılmış olan başta Kur’an Çevirisi olmak üzere başka bazı eserlerin yazılmalarının ana amaçlarından birinin Türk kimliğinin Fars ve Arap kültürü içinde yok olmasının engellenmesi olduğunu düşünmek gerekir. Bu dönemde İslam dininin benimsenmesiyle de büyük bir dönüşüm yaşandı ve Türkler yepyeni bir uygarlık çevresine girdiler. Bir yanda güçlü Fars uygarlığı, öte yanda yeni girilen din dolayısıyla etkili olan Arapça, Türkçe ve Türkler için tehdit olarak algılandı ve Kâşgarlı Mahmut, Türkçenin sözlüğünü yazarak, Balasagunlu Yusuf ise Türk düşüncesinin geçmişinin de son derece etkili olduğu eserini yazıp geçmişle bağı güçlendirerek, Yesili Hoca Ahmet de din içerikli şiirlerinde kullandığı yalın Türkçe ile Türk tekkesinin dilini belirleyerek Türkçenin ve Türk kimliğinin varlığını sürdürmesinde etkili oldular.

Türkler büyük dönüşümlerden birini de yurt değişikliği dolayısıyla Anadolu’da yaşadılar ve burada da on dördüncü yüzyıl başlarından itibaren Oğuz Türkçesini yazı dili ve edebî dil durumuna getirerek yine varlıklarını sürdürmeyi sağladılar.

Bir başka büyük dönüşüm, Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı’ya yönelişle başladı. Çöküşe giden devleti kurtarma düşüncesiyle Batı’ya yönelen devlet ve aydınlar; orada yeni kavramlarla karşılaştılar ve bir süre bunları anlamaya çalıştılar, daha sonra ise orada olup da kendi ülkelerinde olmayan ancak topluma yararlı olacağını düşündükleri çağa uygun okullar, gazete gibi kurum ve organları ülkeye taşımaya başladılar. Dünyada yaşanan uluslaşma sürecine paralel olarak on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Dünya’da Türklük Bilimi alanındaki büyük gelişmeler, Türk aydınlarını da etkilemeye, onlarda bir milliyet bilinci oluşmasına yol açmaya başladı. Bu bilincin önemli beslenme kaynaklarından başlıcası ise Türkçe oldu. Namık Kemal, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Hüseyinzade Ali Bey, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve daha pek çok insan yirminci yüzyıl başlarında aydınlar ve toplum içinde etkili bir Türkçülük akımının başlamasını sağladılar.

Millî Kurtuluş Savaşımızın başarıya ulaşması ve Cumhuriyet’in kurulmasıyla yeni bir büyük dönüşüm başladı ve bu dönemde Türkçe, tarihte ilk defa bu önemde bir devlet meselesi olarak ele alındı.

Kurtuluş mücadelesi sürerken bile birtakım aydınların halk ağzından söz derleme faaliyetinin olması, konunun ne ifade ettiğini göstermek bakımından önemlidir. Cumhuriyet’in ilanından sonra konuyla ilgili kurulan ilk kurum; 1924 yılında İstanbul Üniversitesine bağlı olarak kurulan Türkiyat Enstitüsü olmuştu. 1926 yılında Bakü’de toplanan 1. Türkoloji Kurultayı’nda Türkiye Fuat Köprülü, Hüseyinzade Ali Turan ve Macar bilgin Mesaroş Yula tarafından temsil edildi. 1 Kasım 1928 tarihinde Bakü Kurultayı’nda alınan karara uygun olarak “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” benimsendi ve alfabe değişikliği yapıldı. Bu yıllarda alfabe değişikliği hazırlıklarını yapmak üzere bir Dil Encümeni kuruldu.

Cumhuriyetten sonra 1931 yılında Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu), 1932 yılında Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu. 1932 yılında İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında 1. Türk Dili Kurultayı toplandı ve dokuz gün süren bu kurultayı, bütün devlet erkânıyla birlikte Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, bütün oturumlara katılarak baştan sona dinledi, notlar aldı. Kurultay bildirileri radyodan yayımlandığı gibi kentlerin meydanlarına konulan hoparlörler ile bütün ülkede dinlenmesi sağlandı. Halk ağzından söz derleme faaliyeti bir düzene bağlandı ve bu iş için illerde valilerin, ilçelerde kaymakamların başkanlığında heyetler oluşturulup kısa sürede 100 000 Türkçe söz derlendi. Tarihi metinlerin taranmasına başlandı ve unutulan Türkçe sözlerden oluşan Tarama Sözlüğü oluşturuldu. Çuvaş, Yakut (Saha), Kırgız gibi Türk lehçelerinin sözlüklerinin çevrilmesi işi, bilginlere ısmarlandı ve bunun sonucunda adı geçen sözlükler dile kazandırıldı. Cumhuriyet döneminde yapılan önemli işlerden biri de özleştirme çalışmaları ve bilim dallarında Türkçe terimlerin türetilmesi konusudur.

Türk tarihinde Türkçe ile, dil ile Atatürk kadar ilgilenen yoktur. Mustafa Kemal, devlet katına çıkartmış Türkçeyi. O günkü şartlarda Milli bir mesele olarak düşünmüştür Türkçeyi.  O günün şartlarında da Türk Dili ve Edebiyatı alanında Fuat Köprülü, Abdülkadir İnan vb. dışında Üniversite disiplininde yetişmiş biri yoktur. İşte bu yokluk içinde Atatürk’ün yaptıkları ayrı bir değer kazanıyor. Türk, Türkçe ile Türk’tür; Alman, Almanca ile Alman’dır. Bilhassa yabancı bir yerde Türkçe konuşan birini görünce bir yakınlık hissedersiniz. Dil insanları bir potada yoğurur. Ana dilimiz bizi biz yapar.

Çok sayıda sorulan Soru ve cevaplardan sonra Ocak Başkanımız Prof. Dr. Nedim ÜNAL konuşmacıya ŞÜKRAN BERATI takdim etti.