Deprem Amansızdır, Acımasızdır, Yanlışı Affetmez   | Nuri GÜRGÜR

Kahramanmaraş/Pazarcık merkezli, elli bine yakın vatandaşımızın hayatını kaybettiği asrın felaketi olarak nitelendirilen depremlerin üzerinden bir ay geçti; enkazın altından henüz kalkabilmiş değiliz. Devletin bütün imkanlarını kullanmasına, halkımızın ve sivil toplum kuruluşlarının yoğun çabalarına rağmen barınma/çadır ihtiyacı başta olmak üzere temel sıkıntılar sürüyor. On binlerce insanımız en azından yaşama şartları normalleşinceye kadar kalmak üzere başka şehirlere göç etmek zorunda kaldı.

Yerbilimciler 2020’deki 6.8 büyüklüğündeki Elazığ depremi üzerine Güney Anadolu fay hattının uyandığını,  her an bu hat üzerinde 7.5 büyüklüğünde bir depremin olabileceğini söylüyorlardı. AFAD’ın o dönemde yaptığı incelemelerde yerleşim yerlerindeki yapılaşmaların, gerek inşaat kalitesi gerekse yapıldıkları yerlerin, depremin yıkıcı etkisini azaltmayacağı gibi daha da büyüteceği açıkça belirtiliyordu. Depremin yerle bir ettiği Adıyaman’da 2020 yılında AFAD uzmanının saha incelemesi raporu sadece bu bölgenin değil bütün kentlerimizin depreme karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu, toplumun duyarsızlığını, denetim sorunlarını çok net yansıtmaktadır.

Raporda deprem konusunda kent nüfusunun bilinçli olmadığı, deprem tehlikesinin ciddiye alınmadığı, inşaatların yapılacağı yer seçimi konusunda kurumlar arasında iletişimin olmadığı, kontrol ve denetim mekanizmalarının düzenli şekilde çalışmadığı, yerel yönetimlerde jeofizik mühendislerinin bulunmadığı, yapı stoklarında ilgili durum tespitinin yapılmadığı, toplanma alanlarının yetersiz olduğu vurgulanıyordu.

Kısacası deprem konusunda başta kamu yönetimi olmak üzere herkes her şeyi  yıllardır biliyordu ama hızlı kentleşmenin oluşturduğu rantın çok büyük olması, depreme elverişli olmayan inşaat alanlarındaki tehlikenin (siyasi ve rantsal nedenlerle) görmezden gelinerek imara açılmasına yol açtı; inşaatlarda kalite kontrolü yapacak mekanizmaların işletilmemesi, siyasi hesaplarla çıkarılan imar barışı yasaları bu felaketlere davetiye çıkarmış oldu.

Geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında Dolmabahçe’de yapılan geniş katılımlı “Ulusal Risk Kalkanı” toplantısında konu etraflı şekilde konuşuldu. Başkan Erdoğan Cumhurbaşkanlığı bünyesinde “Afet Yönetimi Kurulu” oluşturulacağını belirterek “Gelin hep beraber Türkiye için hemen şimdi diyerek ülkemizi afetlere dirençli bir yer haline getirelim“ dedi. Toplantıda bilime önem verilmesi, bilim adamlarının katkısının önemi vurgulandı. Aslında bu kapsamda bir toplantının çok daha önce yapılması; deprem, orman yangını, sel gibi afetlere karşı gereken önlemlerin alınması, atılacak adımların konunun uzmanlarıyla -bilim adamlarıyla- iş birliği yapılarak stratejik bir uygulama planlamasının yapılması, ihtiyaç duyulan kanun ve yönetmeliklerin çıkarılması, kurumsal düzenlemelerin yele alınması gerekiyordu.

AFAD’ın kurulması çok doğru bir adımdı. Ancak kuruluşta yapılan yanlışlar sebebiyle AFAD, yeterli derecede etkili bir kurum olamadı. Özellikle Silahlı Kuvvetlerle iş birliği yapılmak istenmemesinin makul bir gerekçesi, izahı yoktur. EMASYA Protokolü’nün iptal edilmesi yanlıştı; deprem felaketinin en kritik ilk iki gününde en organize gücümüz olan askerimiz, EMASYA Protokolü’nün iptali nedeniyle devreye gec girdi. AFAD’ın kendisinden beklenenleri yerine getirebilmesi için, kurumun sadakat ve siyasal kriterlere göre değil; nitelik, bilgi ve deneyimin esas alındığı konunun uzmanlarıyla, yerbilimcilerle oluşturulması gerekir.

Ayrıca AFAD İçişleri Bakanlığı’nın sıradan bir genel müdürlüğü olarak değil; Cumhurbaşkanlığına bağlı, yetkileri açıkça belirlenmiş, inisiyatif kullanabilen, bünyesinde özel eğitimli, bilgili yeterli sayıda eleman istihdam eden, muhtemel felaketlere karşı gerekli hazırlıkları, provaları yapan, her yönüyle iyi organize olan bir başkanlık olarak yeniden kyapılandırılmalıdır.

Deprem felaketinin yol açtığı insani, kentsel, ekonomik, psikolojik ve sosyal hasarın telafisi, yani enkazın altında ezilmemek, için millî bir seferberlik halinde çalışmak zorundayız. İki milyondan fazla insanımız bölgeden ayrıldı; yüzbinlerce vatandaşımız çadırlarda her türlü yokluğa direnmeye çabalayarak hayatını idame etmeye çalışıyor. 150 bine yakın KOBİ kepenklerini indirmiş durumda. Cumhuriyet tarihinin en büyük inşaat projesinin TOKİ üzerinden en kısa zamanda uygulamaya konulacağı ifade ediliyor. Dileriz bu defa yer seçimi, inşaat malzemesinin niteliği, kat sayısı, denetim, müteahhitlerin kişiliği ve kontrol gibi konularda yanlış yapılmaz. Depremin ne kadar amansız olduğunu, önlemler konusundaki yanlışları affetmediğini artık görüp anlamış durumdayız.

Bir yandan 6 Şubat felaketinin yol açtığı sorunları çözmeye çalışırken diğer yandan muhtemel Marmara depremi kabusuyla karşı karşıyayız. 23 yıldır konuşulan bu tehdidin ne kadar ciddi olduğunu aslında birkaç yıl önce Silivri açıklarında meydana gelen 5.8 büyüklüğündeki deprem vesilesiyle görmüştük; yollar tıkanmış, yıkımlar olmuş, hayat belli bölgelerde, kısa süre de olsa, felce uğramıştı. Oysa önümüzdeki tehlike bununla kıyaslanmayacak kadar büyük. Ama garip bir tevekkül içerisinde etkili önlemler almak yerine bol bol konuşup bekliyoruz. Uzmanlar Adalar’dan Tekirdağ’a kadar uzanan ve yer yer içeriye kayan bir şerit üzerinde, alüvyonlu alanlardaki yüz bine yakın bina stokunun yıkılmasını öneriyorlar. İmar affından yararlanan binlerce sorunlu binanın olduğunu kimse inkar etmiyor. Rant faktörünü aşacak ciddi bir girişim olmadığından İstanbul medeni bir kente yakışmayacak şekilde çok katlı, gelişigüzel beton yığınlarının doldurduğu sorunlar yumağı haline gelmiş durumda.

1995’te Belediye Başkanlığı döneminden itibaren 28 yıldır bu kentin birinci derecede söz sahibi konumunda bulunan Sayın Cumhurbaşkanı‘nın geçen hafta açıkladığı Ulusal Risk Kalkanı Programının İstanbul’a nasıl yansıyacağını bilemiyoruz. Ama 24 yıldır adeta pusuda bekleyen depreme karşı fiili ve etkili önlemler almak için zamanın daraldığı ortada. İstanbul bugün yirmi milyon insanın yaşadığı “obezite” bir kenttir. Öncelikle kentin 14 milyonluk yaşanılabilir bir nüfus yapısına kavuşturulması gerekiyor. Kararlı ve cesur adımlarla bu sağlanabilir. En başta geçici sığınmacı yahut kaçak durumundaki birkaç milyon yabancının dilediği gibi gelip yerleşmesine izin verilmemeliydi. Bu yanlış nüfusun çok kısa zamanda anormal şekilde şişmesine yol açtı. Bunun telafisi maksadıyla ülkemizin uygun yerlerinde beş altı kadar kent belirlenir sığınmacılardan Türkiye’de kalmak istiyorlarsa tercih edecekleri yerlere gitmeleri, buralara gitmeyi redderlerse ülkelerine dönmeleri istenebilir.

Orta ve büyük sanayi tesisleri İstanbul dışına, Trakya ve Gebze taraflarına, taşınmalı; Merkez Bankası tekrar Başkent’e dönmelidir. Toplanma yerleri konusu süratle ele alınmalı; birinci derecede tehlikede olan bölgelerde bu noksanlık süratle giderilmeli; İstanbul Belediyesi’yle sıkı iş birliği halinde su, elektrik, doğalgaz alt yapıları ele alınmalı; kentsel dönüşüm kamu yararı öngörülerek köklü şekilde tamamlanmalıdır. Kanal İstanbul projesi rafa kaldırılmalı, buna ayrılan kaynaklar riskli binaların kamulaştırılması için kullanılmalıdır.

İstanbul’un muhtemel depremi en az zararla atlatması en önemli beka meselesidir. Bunu başaramadığımız takdirde son derece büyük bir felaketin altında kalır, her bakımdan eziliriz.