Geçen hafta İstanbul’un göbeğinde Taksim’de altı Pakistanlının dört turisti fidye almak amacıyla kaçırmaları, karşı karşıya olduğumuz sığınmacılar sorunumuzu bir kere daha gündeme getirdi. Yakınlarının konuyu polise yansıtması üzerine turistler üç gün sonra kaçırıldıkları evde bulunup kurtarılıyorlar. Faillerin ne kadar zamandır ülkemizde bulundukları, sınırdan ne zaman ve nasıl geçtikleriyle ilgili bir açıklama yapılmadı. İstanbul’un bazı semtleri başta Suriye olmak üzere çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinden gelen ve “geçici sığınmacı” diye adlandırılan yüzbinlerce yabancı ülke vatandaşlarının işgali altında. İşgal kelimesini özellikle kullanıyorum; çünkü bunların büyük kısmının yasal kayıtları bulunmuyor. Yaşadıkları mahalleler geldikleri ülkelere göre parsellenmiş durumda. Kendi kültürlerine, dillerine, hayat tarzlarına göre “gettolar” oluşturmuşlar. Açtıkları işyerlerinde dil ve alfabeleriyle yazılan tabelalar asılı. Maliyeye kayıtları yapılmadığından vergi vermiyorlar, denetimle karşılaşmıyorlar; defter ve yazar kasa gibi mükelleflerimizin “olmazsa olmaz”ları bunlar için geçerli değil. Bu yüzden yerli esnafımıza karşı haksız rekabet uyguluyorlar. Belli kazancı ve parası olanlar apartman dairelerinde kalırken, çoğunluğu iş bulabilse bile boğaz tokluğuna çalıştığından yahut bazıları bundan bile yoksun olduğundan birkaçı birden aynı odaya sığışmak zorunda kalıyor. Sonuçta Türkiye’nin en büyük metropolü, medeniyet ve tarihimizin merkezi diye anılan İstanbul   para bulabilmek için her yola başvurmaya hazır, eğitimsiz, Türkçe konuşamayan, kültürümüze intibak etme niyeti taşımayan suça eğilimli, bazıları uyuşturucu ticareti yapan bir milyona yakın insanın yaşadığı kozmopolit, büyük sorunları olan, kamu düzeni giderek bozulan bir kente dönüşüyor.

TÜRKİYE’DE YAŞAYAN SURİYELİLERİN BÜYÜK KISMI ÜLKELERİNDEKİ ŞARTLAR NORMALLEŞSE BİLE DÖNMEYİ DÜŞÜNMÜYOR

Diğer yandan Suriye sınırı bitişiğindeki kentlerimizin sosyolojisi, çok kısa sürede bir çığ gibi yığılan Suriyelilerin demografik yapıyı değiştirmelerine paralel olarak değişiyor. Bugün Kilis’te yerleşen Suriyeli sayısı yerlileri geçmiş durumda. Hatay Belediye Başkanı Reyhanlı gibi bazı ilçelerde aynı durumun yaşandığını, doğurganlık oranlarının çok yüksek olması sebebiyle beş yıl sonra Hatay’ın Suriyelilerin çoğunlukta olduğu bir kent haline geleceğini, bunun siyasal ve demografik çok ciddi sorunlar doğuracağını açıkladı. Gaziantep, Adana, Urfa ve Mersin’deki Suriyeli sayısı iki milyona yaklaşıyor. Yetkililerimiz sürekli “geçici” sıfatını ekleyerek sorunu küçümsemeye çalışıyorlar. Ama durum ortada; Türkiye’de ev-bark edinen, işini kuran, yedi yıldır Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin büyük kısmı ülkelerindeki şartlar normalleşse bile dönmeyi düşünmüyor.

ANKARA SURİYE’DE MUHALEFETİN BAŞINI ÇEKEN MÜSLÜMAN KARDEŞLER’İN SİLAHLI MÜCADELEYLE ESAD’I DEVİRECEKLERİ YOLUNDAKİ İDDİALARININ DOĞRULUĞUNA VE İKTİDARA GELECEĞİNE İNANIYORDU.

2011’de Tunus’ta başlayıp kısa sürede komşu Arap ülkelerine sıçrayan iç çatışmalar, bu tarihten sonra Suriye’de de yaşamaya başladı. Ankara’nın Esad’a, orduyu işe karıştırmayarak sertlikten uzak kalmaya yönelik telkinleri iktidardaki Nusayri Baas Partisi’nin katı tutumundan, İran’ın ve Rusya’nın rejimi desteklemelerinden dolayı kabul görmedi. Ankara Suriye’de muhalefetin başını çeken Müslüman Kardeşler’in silahlı mücadeleyle Esad’ı devirecekleri yolundaki iddialarının doğruluğuna ve iktidara geleceğine inanıyordu. Muhaliflere ayrım yapmaksızın her türlü yardımı yapmaya başladık. İlk başta Esad’ın gitmesini isteyen ABD ve İsrail muhtemel bir İhvan iktidarının çıkarlarına aykırı olacağını düşünerek geri çekildiler. Böylece Esad ve müttefiklerine karşı yalnız kaldık.

Bu dönemde rejimin sert tutumundan korkan Suriyeliler çatışmalardan korkarak başta Türkiye olmak üzere Ürdün ve Lübnan gibi komşu ülkelere sığınmaya başladı. Yöneticilerimiz ilk anda muhtemel sığınmacı sayısının yüz bin civarında olacağını düşüyorlardı; hatta sınırda hazırlanan yüz bin kişilik kamp yerinin tamamen dolmayacağından korkarak gelmeleri için çağrı yapıyorduk. Çatışmalar yoğunlaşınca sığınmacıların sağısı hızla arttı; sonuçta açık tuttuğumuz sınır kapılarından dört milyona yakın sığınmacı ülkemize girerek kendilerinin tercih ettiği kentlere yerleştiler. Suriye politikamız “Ensar” romantizmi ve İhvan muhabbeti üzerinden yürütüldüğünden gelişlerini engellemeye yönelik önlemler almaktan kaçınıldı. Hatta siyasette de sözü geçen bu ve Türk kimliğini ayrımcılık olarak gören siyasal ümmetçi çevreler sığınmacı yığınağının millî duyguların etkili olduğu demografik yapımızın bozulmasına yol açacağını umarak desteklediler. Sığınmacıların kendileri dönmek istemedikleri sürece ensar-muhacir anlayışı çerçevesinde misafir edilecekleri defalarca ifade edildi.

DÜNYADA ABD DAHİL HİÇBİR ÜLKE, NÜFUSUNUN YÜZDE ON İKİSİNE ULAŞAN, SOSYOLOJİSİNİ, EKONOMİSİNİ, NÜFUS YAPISINI TEHDİT EDEN, PEK ÇOK AVRUPA ÜLKESİNİN NÜFUSUNDAN BİLE DAHA FAZLA OLAN SIĞINMACI KİTLESİNİ SIRTINDA TAŞIYAMAZ;

Aslında Türkiye’nin uluslararası hukuka göre bu sığınmacıları barındırma yükümlülüğü bulunmuyor. Çünkü bu konuya ilişkin 1951 tarihli uluslararası sözleşmeyi “coğrafi sınırlamalar” koyarak, sadece Avrupa ülkelerinden gelecekleri sığınmacı statüsünde kabul edeceğimizi belirterek imzaladık. Buna rağmen şimdi “geçici” sıfatını ekleyerek, üç milyon yedi yüz bini kayıtlı olan, kayıt dışındakilerde sayıları beş milyonu bulan, yedi yıldır ülkemizde yaşayan   Suriyeliye çeşitli destek ve ayrıcalıklar sunarak kalmalarını teşvik ediyoruz. Böylelikle imzaladığımız anlaşmayı kendimiz deliyoruz. Dünyada ABD dahil hiçbir ülke, nüfusunun yüzde on ikisine ulaşan, sosyolojisini, ekonomisini, nüfus yapısını tehdit eden, pek çok Avrupa ülkesinin nüfusundan bile daha fazla olan sığınmacı kitlesini sırtında taşıyamaz; kamu düzeni ve toplum yapıları konularında duyarlı olan ülkeler, doğabilecek sorunların altında kalıp ezilmemek için vaktinde önlemler alırlar Avrupa ülkelerinin tümünün sığınmacılara nasıl davrandıklarını görüyoruz.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ALTI YIL ÖNCE BAZI ÖDÜNLER VAADİYLE ANKARA İLE İMZALADIĞI “GERİ KABUL ANTLAŞMASI”NINASLINDA ÜLKEMİZİ SIĞINMACILARA MESELESİNDE “BARİYER ÜLKE” YAPMAYA YÖNELİK KURNAZCA BİR GİRİŞİM OLDUĞU ÇOK GEÇMEDEN ANLAŞILDI.

Avrupa Birliği’nin altı yıl önce bazı ödünler vaadiyle Ankara ile imzaladığı “Geri Kabul Antlaşması”nınaslında ülkemizi sığınmacılara meselesinde “bariyer ülke” yapmaya yönelik kurnazca bir girişim olduğu çok geçmeden anlaşıldı. En kısa sürede yapılacağı sözünü verdikleri vize serbestisinin artık adı bile anılmıyor, Gümrük Birliği Antlaşması’nın güncelleştirilmesi de gündemden kalktı. Kimlere ve nasıl dağıtılacağının kendilerinin belirlediği birkaç milyar Avro karşılığında en büyük sorunlarını bu anlaşmayla Türkiye’nin üzerine yıkarak kurtulmuş oldular. Biz tek başımıza “Oyun kurucu ülke” olma hayaliyle güneyimizdeki uzak- yakın birçok komşumuzla ilişkilerimizi dondurduk. Bu politikanın yanlışlığını iki yıl öncesine kadar görmemekte direndik. Meydanı Rumlara kaptırdıktan sonra bu ülkelere yönelik politikalarımızda yüz seksen derecelik dönüş yapılmakta oluşu doğru bir politikadır ve bu sürdürülmelidir.

TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ AÇISINDAN ÇOK AĞIR BİR YÜK OLUŞTURAN, ZAMAN UZADIKÇA DAHA DA AĞIRLAŞACAK OLAN SIĞINMACILAR SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ DE ANKARA-ŞAM İLİŞKİLERİNİN NORMALLEŞMESİNE BAĞLIDIR.

Benzer bir yaklaşım keşke Suriye konusunda da sergilense. Çünkü on yıl önce bu ülkede başlayan iç çatışmalar sonucunda merkezi otoritenin kontrolü kaybetmesi, etnik ve mezhebi fay hatlarının kırılması PKK/PYD yapılanmasını doğurdu. Türkiye küresel güçlerin taşeronluğunu üstlenen bu yapılanmaya karşı kalıcı bir çözüm bulabilmek için Şam hükümetiyle ilişkilerini rasyonel bir anlayışla yeniden düzenlemelidir; bunun iki tarafın da yararına olacağı muhataplara net biçimde anlatılmalıdır. Türkiye’nin geleceği açısından çok ağır bir yük oluşturan, zaman uzadıkça daha da ağırlaşacak olan sığınmacılar sorununun çözümü de Ankara-Şam ilişkilerinin normalleşmesine bağlıdır.

Özellikle son on yılda dış ilişkilerimizde izlenen politikalarımızın muhasebesi objektif şekilde yapılırsa, hissi ve hamasi tercihler, “muhayyel hedefler” yerine somut gerçekleri, ekonomik, askeri, sosyal ve siyasal imkanları esas alan diplomasiye ağırlık verilirse çözüm yollarının bulunması zor olmaz. Türkiye’nin bu alanda tarihimizden edinilen ciddi bir birikimi ve alanlarında iyi yetişmiş kaliteli diplomatları vardır; iç politikayla ilgili kriterlere ve tercihlere ağırlık vermek yerine bunlardan gerekli şekilde yararlanılmalıdır.

Ramazan bayramınızı  kalbi duygularla tebrik eder; ülkemiz, Türk ve İslâm alemi ve tüm insanlık için  barış, huzur, refah ve mutluluk vesilesi olmasını dilerim.