Daha savaşın dumanları tüterken, Rusya Türkiye’den taleplerini basın yoluyla duyurmaya başlamıştı. Kısa süre içinde Boğazlar ve Doğu Anadolu’yu açıkça istemeye başladılar ve sonunda taleplerini notaya döktüler. Türkiye bu notayı doğal olarak reddetti; ama yalnız ve çaresizdi. NATO’nun koruyucu şemsiyesi altına girebilmek için Milli Şef hükümetleri Amerika’nın kapısını aşındırmaya ve bir yandan da demokratik hayata geçişin hazırlıkları yapılmaya başlandı. Türkiye’nin Vaşington büyük elçisi H. Ragıp Baydur, Amerikan dış işleri bakanına, “Ruslar sizden Boston yahut San Fransisko’yu isteseler ne yaparsınız?” diyerek, tehdidin Türkiye için büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu. Ruslar ayrıca Türkiye’de dost bir hükümetin kurulmasını istiyorlardı.

            Aslında zamanın dış işleri bakanlarından Prof. Hasan Saka, Türkiye’nin dış politikasını ve Rusya İlişkilerini çok veciz bir cümle ile açıklamıştı: “Bizim siyasetimizi tarih ve coğrafyamız tayin etmiştir.” Fakat bu cümledeki derin ve açık gerçeği bir türlü anlayamayanlar sadece komünistler değildi ve bedelini 12 Eylülü getiren günlerde vatan çocukları ödeyeceklerdir

            O günlerin sosyalistleri, bütün bu gelişmelere rağmen, Rus tehdidini “cahil hariciyecilerin” bir vehmi olarak görüyor ve elli yıl sonra da aynen böyle yazıyorlardı.[1] Rusya’nın “dost hükümet” isteğini de, Saraçoğlu hükümetinin değişmesi olarak yorumluyorlardı. Niyazi Berkes gibi bir bilim adamının, vahşeti mizacını aşmış Sitalin ve Molotof önderliğindeki Sovyetler Rusya’sını yumuşak başlı koyun olarak anlatması, ideolojilerin idrakleri ne hale getirdiğinin çok ibretli ve unutulmaz örneğidir. 

            Ve hiç şüphesiz yirminci yüz yılın insanlığa bıraktığı en büyük miras “propaganda”dır. Pek çok toplum, propagandanın daha ne idüğünü belleyemeden Soğuk Savaş denilen görünmez arbedenin içine düşmüştü.

            Savaş sonrası Türkiye’deki komünist propaganda, Gizli Komünist Partisi ve onun bazı uzantılarının sınırlı propagandalarından ibaretti. Marksist propaganda yapmak da yasak olduğu için zaman zaman bazı tutuklamalar yapılır yahut dernekler kapatılırdı. 

            1960’dan sonra Soğuk Savaş denilen, toplumları içinden çökertme ve ele geçirme çalışmaları gittikçe hızlandı. Bunun için yürütülen komünist propaganda, KOMİNTERN tarafından her ülke için ayrı ayrı tespit ediliyor ve o ülkenin Marksistlerine talimat olarak gönderiliyordu. Bu talimatların Türkiye ile ilgili kısımları, önceleri bu talimatları yayımlayan Marksist dergiler tarafından gizlenirken, daha sonra Behice Boran yayımladığı dergide bunları da açıkça yazmaya başladı. Yani Türkiye’deki komünistlere, ne yapacakları, hangi propaganda ve eylemleri uygulayacakları KOMİNTERN tarafından açıkça, yayın yoluyla bildiriliyordu; ancak komünist dünyadaki ayrışmalar soğuk savaş bölgelerine de yansımıştı.

            Özellikle 1960, 27 Mayıs darbesinden sonra Marksist hareket büyük bir sıçrama yaptı. Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması ve meclise girmesi, Doğan Avcıoğlu çevresindeki Yön Hareketi hızlı bir tırmanışla üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri arasında yayılmaya başladı. Ancak sosyalist hareketleri değerlendirirken şu hususu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir: Bu tür hareketlerin içinde bulunanların yahut destekleyenlerin hepsi komünist olmadığı gibi, herhangi bir türünden sosyalist dahi olmayabilirler; Peyami Safa merhum, bunları mahutlar ve gafiller diye sınıflandırırdı; çok daha ayrıntılı tasnifler de olabilir. Fakat bu tür toplum hareketlerinde daima uçta bulunanlar egemen olur ve hareketi yönlendirirler; temel mesele de budur. Mehmet Ali Aybar örneği ibret vericidir: Bağımsız, millici bir sosyalist olan bu zat, kendi kurduğu partisinde bile tutunamamış, her seferinde tasfiye edilmiştir; kazanan Sovyet yanlısı Behice Boran olmuştur.

            1970 yılı başlarında sosyalist hareket, özellikle üniversitelerde geliştirdiği Marksist güç ile ordu içindeki darbeci grupların işbirliği ile hükümeti ele geçirme düzeyine geldi. O yıllarda devleti yönetenler sağa da, sola da karşı idiler. Rahmetli Dündar Taşer’in amansız benzetmeleriyle hasta ile hastalık arasında bîtaraf idiler. 12 Mart Hareketi bîtarafları bertaraf etti. Marksist çete eylemlerinin bir kısmını ezerek ve askerleri uzun bir süre içinde disipline ederek duruma hâkim olabildi. Ne var ki, Marksist hareket kök salmıştı; yeniden ve hızla yayılması zor olmadı.   

            İlk adım, önceden olduğu gibi üniversiteleri işgal etmek ve kendilerinden olmayan yahut itaat etmeyenleri içeri almamak oldu. Hareket giderek mahallelere ve sokaklara yayıldı. Bu eylemler, üniversiteleri Marksistlere teslim etmek istemeyen ve okumak isteyen gençlerin direnci ile karşılaştı. Bu gençler kendilerini niçin güvenlik kuvvetlerinin yerine koydular? O zamanlar sağa da sola da karşı olanların en çok tekrarladıkları propaganda bu idi; devletin ve ordunun her kademesini sarmıştı. Hâlbuki o günlerin rayları, ta 27 Mayıs sonrasında döşenmişti: Üniversite özerkti ve çağrılmadan güvenlik güçleri giremezdi; Üniversite de yöneticilerin katkıları yahut boyun eğmesi sonucu işgal altında olduğu için güvenlik güçleri çağrılmazdı. Yani güvenlik güçleri kapıdan içeri giremiyor ki, öğrencileri de soksun! Bu durumda seçenek fazla değildir, ya boyun eğeceksin, ya dövüşeceksin! Yüz binlerce gencin arasından dövüşmeyi seçenlere Ülkücüler denildi ve sözünü ettiğimiz yılların kahramanları olarak yaşadılar ve öldüler.

            Sanmayın ki ülkücüler sadece okula girmek için kendilerini ateşe attılar; hayır, sadece dini ve milli mukaddesleri ile alay edilmesi yahut aşağılanması da değil, onlar bu mücadelenin ardındaki güçleri çok iyi görüyor ve sonucu kestiriyorlardı. Devletin umulmadık düzeylerindeki insanlar, Marksist sloganları uyku hapı gibi yutarken bu çocukların algılama gücü doğuştan mı geliyordu? Bir bakıma evet; Anadolu’dan ve kirlenmemiş idraklerle geliyorlardı. Onları karşınıza alıp da, bizim asıl meselemiz mücerret sosyalizm veya Marksizm değildir. Bu ideoloji bugün, tarihi Rus emperyalizminin yeni bir silahı olmuştur. Türk Dünyası’nın hemen bütününü bu silahla pençesine düşüren Rusya şimdi de Türkiye üzerinde aynı oyunu oynamaktadır. Biz ne Amerikan İmparatorluğu’nun ne de Türkiye’deki servet sahiplerinin bekçisi değiliz, düşmanı da değiliz. Biz Türklüğün savunucularıyız, onun ebediyen var olmasının bekçileriyiz. Benzeri sözleri yüreklerinin ta derinlerinde duymak o gençler için hiç de zor olmuyordu. Çünkü Anadolu’dan kıblesi doğru olarak geliyordu; hiçbir ilave bilgisi olmasa da, görüyor ve seçiyordu; Bayrağına saygı duymayanı, Peygamberini aşağılamaya kalkanları o kendiliğinden tanıyordu. Milli eğitimin kitaplarında yazıp da çocukların kişiliklerine kazandıramadıklarını, ülkücüler bir hamlede kalb bilgisi haline getiriyorlardı ve onun için de, nice bilgin geçinenlerin göremediğini görüyor, silahlı birliklerin yıkıldığı yerde o ayakta kalabiliyordu.                                     

            Marksistler de aynı Anadolu çocuklarını, insanın doğuştan sahip olduğu o güzel adalet duygusundan yakalıyor, fakat kıblesini şaşırtıyorlardı; o kadar ki, kendi milletine, kendi bayrağına karşı silahlı savaşa sokuyorlardı. Arkalarını Marksist propagandanın büyük birikimine yaslamış bu insanlara “cennet”in bu dünyada olmadığını anlatmak kolay değildi.

            O yıllarda herkesin dilinde bir soğuk savaş sözü vardı ve basının ileri gelenleri de geriden gidenleri de bu kavramı, iki büyük devletin liderlerinin beyanatları ve silah yarışmaları çerçevesinde anlamlandırırlardı. Bu eksik algılama Sovyetlerin yürüttüğü gerçek soğuk savaşı örtmeye yarardı. Çünkü Sovyetler için gerçek soğuk savaş, ideolojik sempatisini kazandığı ülkeleri içerden çökertmek ve giderek dost bir hükümetin davetiyle o ülkeye oturmaktı. Elbette ki NATO bünyesinde olan ya da olmayan bütün ülkeler için aynı yöntemler uygulanamazdı. NATO bünyesindeki diğer ülkelerde gençlik eylemleri yahut sendikal hareketler düzeyinde kalan propaganda ve gayretler Türkiye’de son hedefine kadar zorlanıyordu. Biz iktisadi yapısı ve gelir dağılımı henüz oturmamış, siyasi istikrarını sağlayamamış bir Orta-Doğu toplumu idik; ordu da en az siviller kadar bu propagandalara açık ve yatkındı. 1970’in başlarındaki ordu-sivil işbirliği her ne kadar bastırıldıysa da, yapı değişmemişti. 12 Mart Hareketi yakın tehlikeyi önlemişti; gizilgüç olarak var olan kuvveti geriletemedi; asker içindeki güç ise hiçbir zaman bilinemedi. Marksist hareket silahlı eylemleriyle bu bastırışın intikamını aldı. Ayrıca propaganda gücünü o ölçüde yoğunlaştırdı ki, 12 Mart Hareketini, o günleri yaşayanlar nezdinde bile, vatansever gençlere karşı yapılmış tek yanlı bir haksızlık olarak kabul ettirdiler. O kadar başarılı oldular ki, günümüzün parti başkanları bile o günün vatan-bayrak tanımazlarını, haksız yere idam edilen gençlik liderleri olarak anmaya başladılar. O zaman onlara itaat edenler bugün de onlara katıldılar. Bütün bu olgular, anlayanlar ve o mukaddesleri yüreğinde taşıyanlar için ülkücülerin değerini yükseltmektedir.   

            Sovyetler Birliği son denemesini Afganistan’da yaptı. Dost bir hükümet kuran Babrak Kamal hemen Rus birliklerini çağırdı. Rus ordusu mutadı veçhile yürüdü; ancak bu sefer silahlı aşiret kuvvetleriyle karşılaştı; bunlar zorlu bir güç oluşturmuştu ve Sovyetler içinden çözülmüştü.  Sovyetler Birliği başarısızlığa uğradı.        

            1980’e gelirken Marksist hareketler öğretmenler ve emniyet güçleri arasında da örgütlenmişlerdi. Bir yandan da Ankara’da Kızılay’da, sokak ortasında polis vuruluyordu. Marksistler 12 Mart dönemini çok aşan bir güce ulaşmışlardı; ama önce ülkücü direnci kırmaları gerekiyordu; bunu yapamadılar. Devletin güvenlik güçleri, sokaklar yürümekle aşınmaz yahut boykot da bir işgal de, beyanatlarıyla vakit geçirenlerin bulacağı çözümlerle olayların başında üniversiteye girip eğitim imkânını sağlayabilseydiler, ateş yayılmadan sönebilecekti.     

            Devrimcilerin sloganlarına bakarak sırf Amerikan emperyalizmini protesto etmek için, özgürlük için eylem yaptıklarını söyleyenler varsa, onlar pankartlara takılmış aptal zihinlerdir. Niçin? Çünkü devrimci gençler ne istediklerini, ne yapacaklarını imzalı bildirileri, broşürleri ve sair yayınlarıyla ortaya koyuyor, ayrıca fraksiyonlar arasındaki kavgayı da bu şekilde açıkça yapıyorlardı.

            Peki, bu sade tabloyu devleti yönetenler anlayamadı mı? Onlar da bölük bölüktür; kimisi anladı, ama tavır almak işine gelmedi. Kimisi devrimcileri arkalayarak onların sırtından iktidar umdu. Ordu mensuplarının tutumlarını açık cümlelerle şerh etmek ise ümit kırıcıdır. Hasan Saka’nın o veciz cümlesini ordu komutanları hiç duymamışlar mıydı? Son üç yüz yılımızın tarihini hiç okumamışlar mıydı; nerelerden nereye ve kimin zoru ile geldiğimizi, göç hikâyelerini hiç dinlememişler miydi? Strateji diye bir ders, kurs yahut bir konferansları olmadı mı? Olduysa orada Boğazlardan başka ne konuşulmuştur?

            Sarıkamış kuşatma hareketini zamanın subayları hırsla istiyorlardı, 93 savaşının intikamını almak için… Alamadılar, ama birçoğu o yolda şehit oldu. Yoksa bu ordu,  tarihimizi gerçekten 1924’ten mi başlatıyor?  Öyle ya, Milli Mücadeleyi yapanlar da Osmanlılardı. 

            Şimdi Sovyetler de dâhil dünyada çok şey değişti. Dikkatler daha ziyade iç sorunlara çevrili olarak şu sorular soruluyor veya tartışılıyor: 1980 öncesi hareketleri kim maniple etti ve gençliği hangi merkezler kullandı?  İkisi de aynı kapıya çıkan bu sorunun, askerin darbe yapma merakına dayanılarak faturası orduya kesilmeye çalışılmaktadır. Yanlıştır.

            Ordudaki kavrayış sakatlığından söz ettik. Bu, askerin toplum içindeki konumu ve eğitimiyle ilgili bir şeydir; ama darbe yapacağım diye gençliği ve devlet kurumlarını ikiye ayırıp kavgaya tutuşturmak, ordunun ne düşüneceği, ne de başarabileceği bir şeydir. Bu yorum, günümüzde ortaya çıkan bazı ordu içi gruplaşma iddialarını pekiştirmek için geriye doğru yapılan projeksiyonlardan doğmaktadır.

            Tartışılacak nokta, yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız Soğuk Savaş gelişmelerinin, ordu tarafından ne ölçüde, bir darbe hazırlığı için kullanıldığıdır. Darbe liderinin de bir konuşmasında açıkça ifade ettiği gibi, zamanın olgunlaşmasını, yani biraz daha kan akmasını ve bölünmelerin keskinleşmesini bekledikleri kesindir. Bu kan akışına yer yer müdahale ettiklerini de kabul edebiliriz; toplu katliamlar gibi… Ancak bunlar hadisenin ülke çapındaki boyutları düşünüldüğünde ve Sovyet propagandası ve uygulamaları dikkate alındığında, oluşumun temel yapısını değiştirmez ve çok da fazla anlam ifade etmez. Engelleyebileceği halde bir kişinin yahut yüz kişinin kanının dökülmesini engellemeyen bir gücün manevi ve insani sorumluluğu ayrı bir konudur.

            Şu noktaları dikkate alarak değerlendirmek gerekir. 90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılmıştır; yani farklı anlayışlarda olsalar tüm Marksistlerin Kâbe’si çökmüştür. Soğuk Savaş’ın döktüğü bütün kan, yıktığı bütün toplumsal yapılar anlamsız kalmıştır. O genç insanlar hayatlarını ortaya koyarak askerlerle, ülkücü gençlerle niçin çatışmışlardır, niçin kardeş kanı dökmüşlerdir? Geriye bakıldığında bu eylemlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır; çünkü ileriye dönük hiçbir vaatleri, umutları kalmamıştır. O günleri yaşayanların bu ürkütücü boşluğu doldurmak ihtiyaçları, hiç olmazsa sorumluluklarının bir kısmından kurtulma çabaları doğaldı. O zaman, “Bizi kullandılar, birbirimize kırdırdılar.” sözü ortaya çıktı ve devletin bazı kurumlarına işaret ettiler. Doğru onları kullanmışlardı; ama hala kullanan güce işaret edemiyor, ülkücülerin de bir ortaklığı olsun istiyorlardı; bu onların yükünü hafifletecekti. Ayrıca ideolojik arınma hiç de kolay olmayan bir süreçtir.

            Ülkücülere gelince, evet çok acı çekmişler, Türk milleti adına bedeli onlar ödemişlerdi; ama önlerinde açılan ufku görmüyorlar mı? Yedi Türk bayrağının birlikte dalgalanmasını hafife mi alıyorlar? Onlar yorgun olabilirler, ama gelecek kuşaklara bu yolu onlar açtılar. Hangi nesil çektiği acıların ödülünü bu kadar parlak almıştı? Onları kim kullanmış, nasıl kullanmış?

            Onları tarih kullandı ve sokaktaki ülkücünün bile bir gün ulaşacağına inandığı Türk Kızılelması yolunda kullandı.

            Eski Marksistlerin sıkıntılarını da, bugünkü gayretlerini de anlayışla karşılıyoruz; ancak hatalarına ülkücüleri ortak etmesinler.                                                                                   


[1] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İstanbul-1997, s.325.

DÜZELTME
Ağustos 276. sayımızda Nevzat KÖSOĞLU’NUN “Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’e Mektup” başlıklı yazısındaki son paragraf teknik bir hatadan dolayı fazladan basılmıştır. Düzeltir, yazarımızdan ve okuyucularımızdan özür dileriz. Türk Yurdu