Kadim dostum Mustafa Miyasoğlu’yla son olarak geçen mayıs başlarında, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Hüsrev Hatemi Bey için düzenlenen vefa toplantısında görüşmüştük. İkimiz de konuşmacıydık.

Toplantıya biraz geç gelen Miyasoğlu, konuşmasını yaparken kendisinden hiç beklenmeyecek derece tutuktu; kelimeleri telaffuz edemiyor, cümleleri tamamlayamıyor, kurabildiği cümlelerden de bir anlam çıkmıyordu. Hayretler içinde kalmıştım. Çünkü Miyasoğlu çok güzel konuşan, bildiklerini ve düşündüklerini akıcı bir şekilde anlatmasını bilenlerdendi. Toplantıdan sonra dışarıda bazı arkadaşlara bu tuhaf durumun sebebini bilip bilmediklerini sorunca, dostumun ciddi bir rahatsızlık geçirdiğini öğrendim ve hemen kendisini bulup konuştum. Meğerse tıkanan boyun damarlarından biri beynin konuşma merkezini etkilemiş. Kendisi de, eşi de iyileşme sürecinin başladığını, kısa zaman sonra problemin ortadan kalkacağını söyledikleri için içim rahatlamıştı.

Aradan birkaç ay geçti; bir gün müşterek dostumuz Abdullah Uçman, Miyasoğlu’nun durumunun ağır olduğunu, yoğun bakımda tutulduğunu söyledi. Donup kaldım; demek ki hastalığı basit bir damar tıkanıklığının ötesindeymiş. Dua etmekten başka yapılabilecek bir şey yoktu. Hayatını edebiyata adamış büyük bir değer daha göçüyordu işte. Ziyaretine gitmek istedim, ama sürekli uyutulduğu için görüşme imkânının olmadığını söylediler. Ve sonunda acı haber geldi.

Fatih Camii’ndeki cenaze töreni sırasında uzatılan mikrofonlara da söylemiştim; Mustafa Miyasoğlu, edebiyatın hemen her dalında eser vermiş çok yönlü ve çok çalışkan bir yazardı; şair, romancı, biyograf, deneme yazarı ve eleştirmendi. Büyük Doğu ekolüne mensup olduğu için Üstad Necip Fâzıl gibi tiyatroyla da yakından ilgilenmiş, hatta bir ara Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu’nda üye olarak görev yapmıştı. Yerliydi; geleneğe yaslanarak da yenilik yapılabileceğine inanır, bu doğrultuda yazardı. Deneme ve eleştirilerinden oluşan Edebiyat Geleneği (1975), bu görüşünü savunduğu önemli bir eserdir.

Edebiyat dergiciliğinde de unutulmayacak isimlerden biri olan Mustafa Miyasoğlu, bir ara Suffe adında bir yayınevi kurmuş, aynı isimle çıkardığı kültür ve sanat yıllığıyla araştırmacılar için ciddi bir birikime imza atmıştı. İlki 1982 yılında yayımlanan Suffe Kültür Sanat Yıllığı’nın kaç yıl çıktığını bilmiyorum, ama 1980’ler için son derece önemli bir kaynak olduğunu söyleyebilirim. Yanlış bilmiyorsam, yayımlanan son eseri Beykoz Belediyesi için hazırladığı Ahmet Midhat Efendi Armağanı’dır.

Mustafa Miyasoğlu, bir ara Pakistan’ın başkentindeki Yabancı Diller Enstitüsü’nde beş yıl kadar öğretim görevlisi olarak çalışmıştı. Bu bu beş yıllık sürenin onu Türkiye’deki canlı edebiyat ortamından kopardığını ve üretimini aksattığını sanıyorum. 1970’lerdeki hızı ve heyecanıyla devam edebilseydi edebiyatımıza daha birçok önemli eserler kazandırabilirdi.

Mustafa Miyasoğlu için yazacağım yazıyı zihnimde tasarlarken dostlarımdan birinin daha ölüm haberiyle sarsıldım. Kısacık bir telefon mesajıyla Servet Somuncuoğlu’nun kalp krizi geçirerek hayata veda ettiğini bildiriyordu. Çok heyecanlı, yerinde duramayan, bütün Türk dünyasını karış karış gezerek “saymalı taş”ların, yani atalarımız tarafından çeşitli resimlerin yapıldığı kayaların peşine düşmüş, önemli kitaplara ve belgesellere imza atmış bir idealist, ciddi bir kültür adamıydı. Sibirya’dan başlayıp Balkanlar’a uzanan inanılmaz genişlikteki bir coğrafyada, birbirine benzeyen kaya resimlerinde Türklüğün ayak izlerini arayan Servet Somuncuoğlu, TRT’nin de seçkin yapımcılarından biriydi. “Tarihin Büyük İhanetleri”, “Günle Gelen”, “Günün İçinden”, “Müzikli Edebiyat” ve “Yeni Bakışlar” gibi programların yanı sıra “Damgaların Göçü” gibi çok başarılı bir belgesele imza atmıştı. Türk kültür tarihine yeni ufuklar açan kitapları da önemlidir: Adanmış Bir Ömür: Çetin Berkmen’in Anıları (2005), Gallemit (2008), Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler (2008), Saymalıtaş Gökyüzü Atları (2010), Damgaların Göçü: Kurgan (2012).

Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler adlı kitabıyla TGC Sedat Simavi Sosyal Bilimler Araştırma Ödülü’ne, Avrasya Sanayici ve İş Adamları Derneği (AYSİAD) tarafından da 2009 Yılı Türk Kültürüne Hizmet Ödülü’ne lâyık görülen Servet Somuncuoğlu, aynı zamanda güçlü bir fotoğraf sanatçısıydı. Rusya, Çin, Moğolistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Kosova, Macaristan ve Avusturya’da çektiği binlerce fotoğraf, Türk kültürüne ciddi bir katkı niteliğindedir. “Anadolu Çiçekleri”, “İnsan Anadolu”, “Şimdi Dem Zamanı”, “Dumanda Yaşamak”, “Tanrı Dağlarından”, “Krater Gölleri” gibi Türk dünyasının tarih, tabiat ve kültür zenginliklerini yansıtan fotoğraf projeleri vardı. İnşallah bu projeleri hayata geçirmiştir. Dün Karacabey’in İsmetpaşa köyünde toprağa verilen sevgili dostum kırk dokuz yaşındaydı.

Bu yazıyı yazmaya çalışırken telefonuma bir mesaj daha düştü: Şair Sedat Umran da vefat etmiş. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Bu, defterimdeki 40 Suret’ten birinin daha göçtüğü anlamına geliyor. O, sadece şiir düşünen ve hayata şiirin penceresinden bakan adamdı.

Üç dostuma da Allah’tan rahmet, yakınlarına ve dostlarına başsağlığı diliyorum.

NOT: Aziz okuyucularımın Ramazan Bayramı’nı tebrik ediyor, bu vesileyle Cenab-ı Hak’tan İslam alemi ve tabii bütün insanlık için barış ve huzur niyaz ediyorum.