Dostluğa Dair | Ayvaz GÖKDEMİR

DOSTLUK… Bu kelimede, daha doğrusu bu kavramda bizim bütün mukadderatımız var. Her şey ona bağlı. Bizler, Hak ölçüsüyle dost, Hak Dostu olamazsak; hiçbir şey olamadık say sen onu. Bu bakımdan, en çok üzerinde durmamız, en çok kafa yormamız gereken kavram bu olmalıdır. Davranışlarımızı sıkı bir murakabeden geçirmeli, tenkit ve düzelmeye özel bir itina göstermeliyiz. Her şey dostluktan sonra ve dostlukla mümkün. O halde, şimdi her şey dostluk için…Ben böyle düşündüğüm için yazıyorum. Aslında yazmak bana, hele bazı zamanlarda, çok lüzumsuz, çok fuzûli geliyor. Biraz da beceremediğimden belki. Fakat yazı bir alış veriştir. İyi kötü, gönüldekini, zihindekini ortaya koymaktır. Samimiyetle ortaya dökülen bu gönül ve kafa sermayesinin dostluğa, dostluğumuza, birlik ve beraberliğimize küçük bir hizmeti olabilir umuduyla yazıyorum.Bu defa, özellikle, dostluk üstüne düşünebildiklerimi yazacağım. Felsefe yapmak gücümün dışında bir şey ve niyetim bu değil. Yazacaklarım, pratikten, gündelik dikkatlerimden, az çok okuyabildiklerimden elde ettiğim basit ve şahsen kıymet verdiğim sonuçlardır. Ayrıca, yazdıklarımın değeri ne olursa olsun, lütufkâr dostlar huzurunda olmanın emniyet ve rahatlığını da duyuyorum tabii.Bence dost olabilmenin birinci şartı, dost olacağımız kimsenin, kendisi ile dost olunmaya değer bir kimse olduğuna inanmaktır. Dost olacağınız kimsenin dostluğunu, kendiniz için manevî bir kazanç sayabilmelisiniz. Onu kaybetmek, sizin için üzücü bir kayıp olmalı. Beraber veya ayrı olmak, dost olmak veya olmamak, hattâ düşman olmak sizin için fark etmiyorsa; dost olamazsınız. Dost gibi bir arada görünüyorsanız, bu geçici bir şeydir ve siz tesadüfen bir arada bulunuyorsunuz demektir. Belki de bir çıkarınız veya özel hesabınız vardır. Dostluk, çıkar ve özel hesapla olacak iş değildir. Vazgeçin! Bu bakımdan, dostluğa karar vermeden, dost adayının niteliklerine iyi dikkat etmeli. Karar verdikten sonra da dostumuzun (veya dostlarımızın), onu (onları), bizim için vazgeçilmez hale getirecek meziyetlerini bulmak, bilmek, dostumuzun o meziyetleriyle kemal bulmasına hizmet etmek dostluğun en tabiî bir icabı oluyor. Yoksa kendisinde hiçbir meziyet bulamadığımız, aksine, gözümüze her an biraz değersiz görünen biri ile dost olmak imkânsızdır.Bununla yakından ilgili bir şey daha var: Saygı. Karşılıklı saygı bütün beşerî münasebetlerin, özellikle dostluk münasebetlerinin, gönül alışverişinin çok önemli bir âmilidir. Çünkü saygının olmadığı yerde sevgi olmaz. Varsa bile, kısa zamanda dejenere olur, tükenir. Saygı ve sevgiden uzak münasebetler nezaketsiz ve kırıcıdır. Maddi ve yavandır. İşin içine mutlaka iki yüzlülük ve samimiyetsizlik karışmıştır.Benim “Amerika’yı yeniden keşfetmek” kabilinden bazı tesbitlerim vardır! Milyonlarca insanın bildiği, binlercesinin de yazıp çizerek hakkında fikir beyan ettiği, tahlilini, tasvirini yaptığı şeyler üzerinde, yeni baştan, ilk defa ben o hakikati keşfetmişim, sanki ilk defa bana malûm oluyormuş gibi dururum. (Bunlardan bazılarını, esirgemeyip (!) sabaha erken kalkar kalkmaz, yarı uykulu halde iken veya gece tam uykuya varacağı sırada Peyami Turan’a söylüyorum!) İşte büyük (!) keşiflerinden biri: İnsan bir yaratıktır. En çok kendini sever. Bu yüzden en kolay kandırdığı da öz nefsi olur. Kendi kusurlarını çok kere göremez. Görebildiklerini de başka türlü tevil veya tefsir etmeye; hattâ bir punduna getirip meziyet olarak göstermeye eğilimlidir. Kendini bilmenin en büyük fazilet sayılması, herhalde, kişinin kendini tanımamasındaki bu güçlükten dolayı olsa gerek.Bu noktaya da iyice basıyorum; bizim dostluğumuzun, milliyetçiliğimizin, cemiyetçiliğimizin, vatanseverliğimizin, dinimizin, imanımızın, insanlığımızın bir nirengi noktası; şahsiyetimiz tayfının en çok göze çarpan rengi, işte şu kendini bilmektir…Bencilliğin, kendini bilememenin veya unutmanın birtakım yavrucukları vardır ki, onlar bizim dostluğumuzun düşmanlarıdır. İnsanlık âlemi için komünistler ve Yahudiler ne kadar tehlikeli ise, “âlem-i sagir” olan insan ferdi, yani her birimiz için de bunlar, Yahudi ve komünist kadar (!) tehlikelidir. Bu düşmanlar, gurur, kibir ve hased veya kıskançlık adını taşırlar. Namlıdırlar; herkesin kendileriyle az çok tanışıklığı vardır. Fakat nedense pek önemsenmezler. Onları asıl güçlü kılan da, bir bakıma, bu önemsenmeyiştir. Sayın gençliğimiz, yılda bir iki kez de bunlar için tel’in ve protesto mitingi düzenleyerek dikkatleri, bu insafsız ve kökü içimizde düşmanlara toplasa büyük bir vatan hizmeti yapmış olurdu!“Ben her şeyi bilirim! Yalnız ben bilirim! Ve yalnız benim bildiğim doğrudur! Benim yanlış dediğim her şey yanlıştır!” demek, şahane bir bencillik ve kendine taparlıktır. Sözleriyle ve davranışlarıyla böyle diyen kişi, birçok işler başarabilir, belki yüksek mevki ve makamlar da elde eder; fakat asla bir şey olamaz: Dost! Evet, dost olamaz o sayın kişi ve onunla dost olunmaz. (Mürid-mürşid münasebetleri ve mürşidin müridine karşı tavrı başka bir keyfiyettir ve bahsi diğerdir.) Şahane aklına çok güvendiği için, aklına eseni yapmakla, yalnız kendine tâbi olmakla övünür. Bunlar, on beş yaşındaki delikanlıların ağzında boş sözlerdir. O yaşların psikolojisine uygundur. Dikkatli bir eğitici, bu psikolojiden, kendine güvenli, sağlam bir şahsiyete yol açabilir. Fakat bu mübalağalı eğilimler iyi eğitilmezlerse, büyür ve azgınlaşırlar. Sonunda, ortada bencil, gurur ve kibirle gözü kararmış bir zavallı kalır. Başkalarına verilmiş olan şeyleri beğenmez. Gözü ve gönlü hep nasibi olmayan şeylerdedir. Dolayısıyle, erişemediği şeyler için haset eder, kıskanır. Böyleleri bütün dünya ile hattâ Yaradan’ın kendisiyle bile barışık değildirler. Gurur, kibir ve kıskançlıkları, diğer birçok meziyetlerinin de harâbîsine sebep olur. Asi ve kendi başına buyruk görünen ve kendini öyle bilen bu zavallı, bazı basit alışkanlıklarinin saplantılarının, oyun ve oyuncak kabilinden bazı şeylerin meclúbudur,Yüce Peygamberimiz Efendimiz’i en çok uğraştıran, yoran ve üzen Ebu Cehil’de teşahhus etmiş (gözle görülür bir kişilik haline gelmiş) olan gurur, kibir ve kıskançlık olmuştur…Madem ki dostluk Hak yolunda bir ve beraber olmaktır; o halde, dostunun bilgisi benim bilgim, dostun gücü benim gücüm, dostun güzelliği benim de güzelliğimdir. Kıskanmak neye?Meziyetlerini takdir eden, seni seven, sayan sana kıymet veren, hiçbir şeylerini esirgemeyen, sana gönül saraylarının kapılarını açmış dostların arasındasın. Bil ki, biraz’da onlar fark ettiği, takdir ve hizmet ettiği için meziyetlisin, kıymetlisin. Sokaklarda nice insanlar, dolaşır, içlerinde nice bir cevherler vardır. Lâkin baksana, hiçbiri sen olamamış! Hiçbiri sencileyin el üstünde, baş üstünde, kalb üstünde değil! Çünkü senin dostların gibi dostları yok. Dilimin ucuna geliveren halk şiirinden bir mısra var; Veysel’in mi kimin, pek çıkaramayacağım: “Güzelliğin on para etmez benim aşkım olmayınca” diyor. Dostların önemsediği için önemlisin. Onlar kıymet verdiği için kıymetlisin. Onların gönül tahtına oturduğun, gönül saraylarında gezindiğin için sultansın! O sarayların kapıları sana kapanırsa, o tahttan seni indirirlerse gedâ olursun, kul olursun da kimseler bir sadaka vermez, eşiğine bastırmaz! İstediğin kadar zeki ol, bilgili ol, bilmem ne ol… Öyleyse kibir neye?Şimdiye kadar demek istedik ki, birbirine kıymet verenler dost olsunlar. Dostlar birbirini saysınlar, sevsinler. Gurur, kibir, kıskançlık gibi bencillik hastalıklarından korunsunlar. İyi, hoș, lâkin bunların bir anda “ol” deyiverince olabilecek şeyler olmadığını da belirttik. İşte bu noktada bir başka şık ortaya çıkıyor: Dostun cefasına tahammül. Dosta katlanma.“Şiblí’ye cezbe gelmişti. Timarhaneye götürdüler. Bir cemaat onu görmeye gitti. Şiblî ziyaretçilere sordu: Siz kimsiniz? Dostlarınız, dediler. Bir taş aldı üzerlerine yürüdü. Hep birden kaçtılar. Şiblî, geri döndü, dedi: Ey müddeiler (iddia edenler)! Dostlar, dostun önünden kaçmaz ve onun cefa taşından sakınmazlar.” Bu hikâye Hak dostlarının hem Hak’la, hem de birbirleriyle olan münasebetleri için bir remizdir. Birçok tasavvufi eserlerde anlatılır. Ben Molla Cami’nin Baharistan’ındaki anlatışını aktardım. Şu hitap da o kitaptandır: Ey babayiğit! Yiğitliğin iki şartı vardır, bana kulak ver de sana doğrusunu söyleyeyim: birincisi, her dakika yüzlerce eksiklerini gördüğün arkadaşlarının suçlarını bağışlamak, ikincisi de sonunda özür dilemek zorunda kalacağın bir işi önceden yapmamaktır!”

Not: OCAK Dergisindeki yazısı.1969)