İlk taraftarlarını Sünni İslam’ın dışında buldular; zamanla Sünni kesimden de onların görüşlerini paylaşanlar çıktı. Tabii İslam dünyasının, Arapların geri kalmasının faturasını da Osmanlı’ya kestiler. Ne yazık ki bir Arap, bir Acem düşünürü çıkıp geri kalışımızın ciddi analizini yapmadı; onların bir kısmı Batı’nın değirmenine bilerek su taşırken, bir kısmı da ucuzculuğa kaçıp suçu Osmanlı’ya atıyorlardı.

Osmanlı, provokatörlerin elinde oyuncak olmasın diye hilafeti 1517’de III. Mutevekkil Alallah’tan merasimle aldı; fakat Osmanlı hilafetin dinî bir anlamı olmadığını, tarihî bir değer taşıdığını biliyordu. Hindistan’daki Babüroğulları da “Halife” unvanını kullandıklarından ikilik doğmaması gayesiyle Osmanlı bunu kullanmadı. Sadece 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım’da, Eflak ve Boğdan’da kalan Müslümanlarla aramızda bir tutamak bulunması umuduyla diplomatlarımız Osmanlı Sultanı’nın halifelik vasfını gündeme getirdiler; sonra yine hiç kullanmadılar. Ne zaman ki Hindistan’daki Babür Devleti sükut edip dünyada ciddi bir İslam devleti olarak sadece Osmanlı kalınca, II. Abdülhamid Han halifeliği devletin temel istinatgâhlarından biri haline getirdi. Tabii Batılılar aynı temele vurgu yapmalarını hızlandırdıkları gibi Osmanlı’da ırki hasletlere dayanan milliyetçilikleri körüklediler. Bu sırada İngilizlerin eline geçen Mısır, Osmanlı düşmanlığının önemli merkezlerinden biri olarak teşkilatlandırıldı. Muhammed Harb de Mısır’da dünyaya gözlerini açtı. Şuuruna kavuşurken Osmanlı, Türk düşmanlığıyla gıdalanması tabii idi; Arap ırkçısı, hatta Baasçı olması son derece normaldi. Tarih doktorası yapmak için Türkiye’ye geldi. Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı’ya dahil edilmişti. Herhalde bu işin ve sonra geçen Osmanlı yüzyıllarının Mısır bakımından ne karanlık dönemler olduğunu ispat amacıyla Yavuz’un Mısır seferini doktora konusu olarak ele aldı.

Konuyu incelemeye başlayınca, emperyalistlerin anlattıkları gibi olmadığını gördü. Harb’in değişik dillerde yayımlanmış kitaplarını okumuş değilim; fakat benim için onun en büyük tarafı önyargılarını bilgi ve vicdanıyla kırıp doğru düşünmesi, Osmanlı’nın hakkını teslim etmesidir. Bu, ilim âleminde örneğine pek az rastlanan bir olaydır.

Klasik tarihçilerin sadece geçmişe dair bilgileri vardır; bilge tarihçiler ise tarihi bilgilerin ışığında geleceği de yorumlarlar. Muhammed Harb bilge tarihçidir. Diyor ki; Osmanlı olmasaydı, Irak günümüzde Acemleşir ve tamamen Şiileşirdi. Bütün Kuzey Afrika da Hıristiyanlaşır, dilleri de İspanyolca ve Fransızca olurdu. Bu tespit tamamen doğrudur. Osmanlı nereyi Türkleştirmiş, kimleri zorla Müslüman yapmıştır. Osmanlı iki kaynaktan beslenir; biri Orta Asya bozkırları, diğeri Mekke ve Medine’dir. Gövdesi Orta Asya’da oluştu; ruhu Mekke ve Medine’den geldi; o gövde, o ruha göre şekil aldı. Hz. Ömer döneminde İslam ordusu Şam’ı fethetti; yıl dolmadan Şam’dan çıkmak durumunda kaldı; vergi devletin bir yıllık hizmeti karşılığı aldığı paradır. Bir yılı doldurmadan çıktığı için Müslüman olmayanların parası iade edildi; aynı şeyi Selçukluların Diyarbakır’da, Osmanlıları Selanik’te yaptıklarını görüyoruz. Fakat Batılılar Osmanlı’nın emperyalist olduğunu işlerler; bizim kültür ve medeniyet havzamızdaki geri zekâlılar da aynı şeyi tekrarlarlar. Bütün yıldırımları üzerine çekmeyi göze alarak bu iddiaya Harb karşı çıkmıştır; çünkü vicdan sahibidir; bilge tarihçiliğin bir vasfı da vicdan sahibi olmaktır. Hiçbir şey yazmamış olsa bile, bu tavrı onu ölümsüzlerin kervanına katmıştır.

Kuveyt Dışişleri Bakanı, Harb için “Bunda Türk kanı var; aksi takdirde bu kadar Osmanlı’yı savunmazdı.” deyince Harb, Mekke’de cahiliye dönemine kadar uzanan şeceresini yayımlayarak cevap vermiştir. O Dışişleri Bakanı’nın da suçu yok; zira biz çağımızda gerçeği dile getiren kaç tane vicdan sahibi ilim adamıyla karşılaştık. Biz Türkler sana şükran borçluyuz değerli Muhammed Harb; iyi ki varsın aziz dost.