GİRİŞ

Turan Coğrafyasının batı kanadında olan Macaristan’ın bazı yerlerini bu yıl ailemle ve Macar-Turan Vakfının düzenlediği Attila ve atalar gününe UKİD-TİKA işbirliği ile oluşturulan Türkiye ekibine katılmam vesilesiyle iki kez gezme ve görme fırsatım oldu. Ramazan bayramı öncesi başlayan Tur gezimiz ve arkasından gelen atalar günü etkinlikleri hayatımdaki yurt dışı gezilerinden şahsımı en çok etkileyenlerden biri oldu. Ailemle birlikte önce Budapeşte, Çek (Prag) ve Slovakya ile Avusturya (Viyana) gezisinin sadece Budapeşte kısmını şimdilik bu satırlara alacağım. Arkasından Viyana’dan Budapeşte’ye tekrar dönüş ve Türk UKİD ekibi ile buluşmam ve Kurultay’a katılmam söz konusu edilecektir. Gezi boyunca elde kalem-defter tuttuğum notlar doğrultusunda kendine has bir günlük notları okuyacaksınız. Zaman zaman Evliya Çelebiden veya ilim adamlarından ve edebiyatçılardan alıntılarım sanırım gezi notlarına zenginlik katacaktır. İlk gezimizde Rehberlerimiz Evren bey ve Fatih beydir. İkinci gezimizde ise Macar Müslümanlarından genç Yakup beyin ağzından bilgiler de aktaracağım.

Turan Coğrafyası ve Macaristan

Avrupa’da Macaristan ovalarından Asya’da Baykal gölüne ve Ordos bölgesine kadar uzanan Avrasya düzlüklerinde görülen kültür birliği: Bu sahada yaşamış toplulukların hayat tarzlarında, ekonomik faaliyetlerinde ve binlerce arkeolojik buluntunun ortaya koyduğu üzere, silâhlarının ve diğer âletlerinin cins ve biçimlerinde, san’atlarında, süsleme özelliklerinde, savaş usûllerinde belirir. Bozkırlı şartlar içinde geliştirilen bu kültüre, ağırlık merkezi durumundaki Turan bölgesinin (Ceyhun-Altaylar) kadîm adından dolayı “Turan kültür çevresi” de denilmiştir.[1]

Coğrafî ad olarak “Türkiye” (Turkhia) tâbirine ise ilk defa Bizans kaynaklarında tesadüf edilmektedir. VI asırda “Türkiye” tâbiri Orta Asya için kullanılıyordu (Menandros). 9.-10. asırlarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmekte idi. (Doğu Türkiye:Hazarların ülkesi, Batı Türkiye:Macar ülkesi). 13. asırda “Türk Devleti” zamanında Mısır ve Suriye’ye “Türkiye”deniliyordu. Anadolu ise 12. asırdan itibaren “Türkiye” (Turcia) olarak tanınmıştır [2]

Macarlar, Attila’nın Hunları ile On-ogur Türk boylarının torunları olan Turanî kavimler zümresindendirler. Tarih boyunca bu böyle biline gelmiştir. Yedi Hun kabilesinden oluştuğu ifade edilen Macarların üç de kayıp kabilesinin varlığından söz edilir. Üç kabile kuzeye Fin-Ogur akrabalarının coğrafyasına göç etmeleri muhtemeldir. Bundan daha güçlü bir alternatif ise Büyük Bulgar Türk devletinin Coğrafi sınırları içindeki Kafkasya’ya dönmeleri ve sığınmalarıdır. Bugünkü Kuzey Kafkasya boyları arsında Macar ve Sekel boy isimlerine hatta aile armalarına rastlanmaktadır. Başkurdistan-İtil Ural bölgesinin Macarlarla olan akrabalık ve kültür birliği ise son derece zengindir.

BUDAPEŞTE’DE 1. GÜN

THY’na ait uçağımız 1015 sularında Budapeşte havaalanına indi. Rehberimiz Evren bey hemen şehir turuna başlayacağımızı ifade etti. Önce kahramanlar meydanına (Hösök Tere) gittik. Devasa bir meydan ve Macar milletinin oluşumunda etkili olan kabile reisleri, devlet ve din adamlarının heykellerinden meydana geliyor. Meydanın sağında ve solunda Güzel Sanatlar Müzesi ve Sanat Sarayı, arka tarafta ise Hayvanat Bahçesi var. Evren bey bize kahramanlar meydanı hakkında bilgiler veriyor. Meydanın ortasındaki büyük yüksek sütunun üstünde Cebrail heykeli bulunmakta ve elinde Macar haçı taşıyor. Aşağıda Macar kabile başkanları vardı. Ortada Arpad ve diğer kahramanların bronz heykelleri vardı.

“Macarların millî soyu olan Arpadların ata-anası Eneh (dişi geyik) idi. Bu sözcük bu günkü Macarcada Ünö demektir. Eneh’in yanına Turul (Tuğrul) kuşu gelip birleşti. Arpadlar kendilerini Turul soyundan çıkmış sayarlar.” “Attila’nın ölümünden sonra kardeş kavgaları Hunları zayıf düşürmüştü. Boyun eğen kavimler Hun devletini parçaladılar. Attila’nın en büyük oğlu İlek savaşta öldü. Sağ kalanlar doğuya geri dönmek istediler. Fakat orada yeni bir kavimler göçü, Acarlar dalgası başlamıştı. Böylece Attila’nın oğulları Tuna çevresinde bağlı kaldılar. 468’de Dengizik (Deniz Rüzgârı)’in başı Konstantinopolis’te kesilince Attila oğullarından yalnız İrnek hayatta kalıyordu. O da Karadeniz kuzeyindeki bölgeye çekildi.[3]

Doğal olarak, Doğu Avrupa ve Asya’da dağınık Hun grupları büsbütün ortadan kalkmamıştı. Bunların bir kısmı Türklerle karıştı, diğer kısmı yeni ad ile tarih sahnesine çıktı. Daha sonraki Tuna Bulgarları hükümdar ailesi kendilerini Çatala’dakî yazıta göre Etil (Attila) oğlu İrnek’ten gelme sayarlar. Macarların Tutul (Tuğrul) oymağından gelen Arpad soyunun da aym kökten gelmiş olması olasıdır. Efsaneye göre de Macarların hiç olmazsa Arpad soyu Etil (Attila)’nın soyundandır. Değerli tarihçilerden Homan, Gombocz, Moravcsik, Lâszlö, diğer kanıtlarla bu tezi savunmuşlardır.” “Macarlar belki 460 yıllarında Onogurlarla birlikte Kuban ırmağı çevresine (Onoguria’ya), sonra 830 sıralarında Kafkasya kuzeyinde bulunan bu çevreden Don ve Dnyeper arasına (Levedia’ya) göç ederler. Kuzey Avrupa’yı güney ve doğu ile bağlayan ticaret yollar buradan geçmektedir. Transit yollarından alman vergi, İslâvlar üzerindeki egemenlik, İslâv tutsaklarının ticareti dolayısıyla Macarlar çok zenginleştiler. Kuyumculukları Levedia adı ile tanınan bu yurtta daha da gelişti. Sonuncu atlı göçebe halk üslûbu bu olmuştur. Bunun en güzel kalıntılarından biri, daha sonraki tarihlerde Arpad soyunun akrabalık bağları dolayısıyla 1063’de Alman İmparatorluğu soyuna armağan ettiği kılıcı olup, Almanlar bunu İmparator Şarlman (Büyük Şarl)’ın kılıcı diye büyük saygı ile saklarlar. Peçeneklerin 889’daki saldırışı sonucunda Macarlar Dnyeper, Dnyester ve Prut çevresine,-dolayısıyla büyük ırmaklar (Etiller) arasına sıkıştılar. Bu yeni yurda Etil-Köz (Irmaklar arası) derler. Macarlar burada Karpat havzasını tanıma olanağına buldular. Peçeneklerin yeni bir saldırısı üzerine son olarak 896 yıllarında oraya göçtüler.”[4]“Yurt kuran oymaklar arasında birinin adı Fin-Ugor aslından olan Nyek, öbürünün adı Magyeri kavim adından, gelişen Megyet, diğer altısı ve buna Kabar kavim adım da eklersek yedi oymak adı Türkçedir. Türk kökünden gelen oymak adları şunlardır: Yormatı (Yorulmayan), Kürt (Kar çığı), Ker (Dev), Kesi (Parça), Tarhan, Ynag (rütbe unvanları). Bunlar arasında Kürt kavim adı Yenisey çevresi yazıtlarında da geçer. Bu kavmin batıya kopan bir bölüğü Türk egemenliği döneminde Macarlara karışmış olabilir. Çünkü yurt kuran Macarların sanatında Fettich, Yenisey çevresi etkilerini görmektedir. En eski Macar, kişi ve yer adlan genel olarak Türkçedir. Bu garip sayılmamalıdır. Çünkü X. yüzyılda bile Macarlar iki dil konuşuyorlardı. Bizans İmparatoru Konstantinos Porphyrogennetos’a göre Macarlar Türkçe de konuşmaktaydılar.

Yurt kuran Arpad ailesi Turul soyundandı. Etil (Attila) oğlu İmik’in onun atası olması da olasıdır Çünkü 460 yıllarında Kuban çevresine ulaşan Macarlar o sırada doğuya çekilen Hun kalıntıları ile karışmış olabilirler. Bulgar (Kanşık) adı da bu biçimde meydana gelmiştir. Hun efsanesinin en tam ve Etil adının en saf şekli Arpad soyundan kalmıştır. Eski Türk runik yazısı da Macarlarda saklıdır. Çiftçilikte, hayvan yetiştirmede, sosyal hayatta vb. Onogurlardan, Hazarlardan ve diğer Türk kavimlerinden miras kalan yüzlerce önemli sözleri Macarlar kullandılar, bugün de kullanmaktadırlar: Arpa, buza (buğday), tarla (tarla), ocsu (uçak), vb. alma (elma), korte (armut), szölö (sidleg:üzüm), bor (bor:şarap), bika (boğa), Ökör (öküz), kos (koç), kecske (keçi), disznö (cısnag:domuz) vb. sereg (çerig), beke (barış), törveny (töre:yasa), tanu (tanık) vb.

Yurt kuran Macarların rütbeleri, savaş taktiği, askerî örgütüde tamamen Türk yöntemi üzere idi. Irk bakımından bugün de turanid tip insan yüzde olarak çoğunluk oluşturur. Macar folklor ve halk musikisi bugün de eski Türk Öğelerini saklar. Böylece X. yüzyıl Bizans yazarlarınınn, hatta Alman Liutprand’ın Macarları Türk sayması ya da batı Türkleri demesi şaşılacak şey değildir. Macarların X. yüzyılda Atlantik Okyanusu kıyılarına ve Kuzey Denizi’ne kadar pek sık akınlar yaptıklarını dikkate alacak olursak, Amerika’yı (Vinaland’ı) 1002’de keşfeden Leif Erikson’ın seferinde ata dostu olarak, yanına aldığı Türklerin Macar olması mümkündür. Macarların Karpat havzasında kök salarak orada sürekli devlet kurabilmelerinin nedenini, ancak kavimlerin yerleşme coğrafyasını ve coğrafî Öğelerin tarihe yaptıkları etkileri tanıyan bilgin daha iyi takdir eder. Macar ovası büyük Eurasya bozkır bölgesinin sonuncu zincir halkasıdır. Burası eskiden atlı halklar için sevimli yurt olabilirdi-Diğer yandan ortada havzanın asıl yapışım oluşturan Alföld ovasına egemen olan kavmin er geç Karpatlar halkasının içinde kalan diğer toprakları da ele geçirmesi kaçınılmazdı. Bu nedenle Karpat havzasında ancak Hunlar, Avarlar ve Macarlar siyasal birlik kurabildiler. Hunların ve Avarların geçici devletlerine karşılık, Macar devletinin ayakta kalabilmesi, onların çeşitli: yan göçebe, kısmen çiftçi kültüre dayanmalarıyla olabilmiştir. Bu durum, Macarların tepelikli dağ etekleri bölgesinde yerleşmelerini sağladı. [5]

Bugünkü yurtlarına yerleştikten soma Macarlar iki kuşak boyunca Avrupa için tehlike oluşturdular. Kief’den Madrid’e Hamburg’dan Napoli’ye, Paris’ten Atina’ya kadar akınlar yaptılar. Kiliselerde, her yerde, Macarların oklarından kurtarması için Tanrı’ya dua ediliyordu. Sonunda onlardan çok çeken Almanlar kendilerini topladılar. Sakson soyu kuvvet toplayarak 955’de Augsburg yakınında Macarları yenilgiye uğrattı. Bir süre sonra Macarlar arasında Hristiyanlık yayıldı. Macarların Avrupa’da kalabilmelerinin, ancak Avrupa kültür birliği üyesi olmalarına bağlı olduğu iyiden iyiye anlaşılmıştı.

Kral İştvan (Etien, 997-1038) kendisi Hristiyanlığı kabul ile yetinmedi, aynı zamanda onu devlet dini yaptı. Bütün Türk kavimlerinin ortak belirgin niteliği olan bir durum Macarlar tarafından da tekrarlandı. Türkler kabul ettikleri dinin, dolayısıyla kültürün en etkin savunucusu ve yayıcısı olmuşlardır.

Bu konuyu Budizm ile ilgili olarak Çin’de, Mani ve İslâm tarihinde belirleme olasıdır. Türklük İslâmiyetin kılıcı olduğu gibi Macarlar da kendi deyişleriyle “Hristiyanlığın kalkanı” olmuşlar ve Türk soyundan gelen Arpad ailesi Hristiyanlığa en çok aziz (saint) vermiştir. Coğrafî durumu dolayısıyla Macarlığın ikinci “Mission”u ters yönde gelişmiştir. Ortaçağın ikinci yansında büyük devlet durumuna gelen Macarlar, Almanların doğuya yayılmalarına karşı set oluşturmuşlardır. Bunun sonucunda Balkanlardaki İslâv ve Romen kavimleri uluslar olarak gelişmişlerdir

Batu Han Moğollarının batıya yaptıkları büyük saldırıda Macarların yenilgiye uğramış olmalarına rağmen direnmeleri yüzünden (1241) Moğolların kuvvetleri çok hırpalandığı için Bati dünyası güvenlik içinde kalabildi. Doğudaki Macaristan Magna Hungaria ise daha önce, uzun direnmeden sonra Moğol saldırısının kurbânı oldu. Bu nedenle Magna Hungaria’dan kısaca söz etmemiz uygun olur. Yüzyıllar boyunca Macarlar arasında anayurtta (Urallarda) kardeşlerinin kaldığına ilişkin hatıralar yaşıyordu. Halk arasında yerleşen bu güçlü bilinç dolayısıyla 1232 ve daha sonra, 1235’de Kral IV. Bela, Dominikan mezhebine bağlı rahipleri uzaktaki kardeşleri ile yeni bağ kurmak için gönderdi. Rahip Yulianus onları gerçekten buldu. Yulianus’un bilgilerini Ricardus adlı mezhep taşı kaleme alarak tarihe mal etti. Macarların doğudaki Magna Hungaria’sı birçok bilgine göre bugünkü Başkırt toprağı ile eşittir.

Son zamanlarda Başkırt-Macar ilişkileri ve Magna Hungaria konusunda pek çok eser çıktı. 1943’de Czeglödy, Zeki Velidi Togan’ın yayınladığı ve açıkladığı İbn Fadlan seyahatnamesine dayanarak aşağıdaki sonuca vardı: Başkırtlar XIII. yüzyılda Byela’ya (Ak İdil) tarafına çekilmeden önce, İbn Fadlan zamanında (923) her halde İdil (Volga)’e kadar uzanıyorlardı. Başkırtların bir kısmı Macar soyundandılar. Bunlar Volga’ya dökülen Çirmi-şen ırmağı çevresine yerleşmiş olabilirler (Szâzadok Dergisi, 1943). X. yüzyıl coğrafyacılarından başka XIII. yüzyıl gezgini Plano Carpini ve Rubruquis vb. Başkırtlarla Macarlan aym kavim olarak gösterirler. Pergnyi’ye göre (Magyar Nyelv, 1959) XI-II. yüzyılda Başkırtistan’daki Macarlar Volga’nın sağ çevresinde Bulgarlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Ona göre Magna Hungaria burası idi. Daha sonra da onların ardıllan Mojarlar ve Mesçerler şeklinde tekrar gözüktüler. Daha Önce bu nedenle bir kısım Macarların burada yaşamış oldukları düşünülebilir.” [6]

Kahramanlar Meydanında arkada yarım ay şeklindeki bölmelerde bir çok kral ve kahramanlardan en çok dikkatimi çeken; Hunyadi Yanoş ve Tököli İmre heykelleriydi.. Birincisi kuvvetli Türk düşmanı, diğeri ünlü Türk dostu idi.. Niye dikkatimi çektiler derseniz? Bir Türk olarak düşmanlarımızı ve dostlarımızı asla unutmayışımdır. Süleyman Nazif’de “ey Türk düşmanını tanı ve unutma demiyor muydu?” çünkü biz Türkler çok unutkan bir milletiz.

Hunyadi Yanoş

“Osmanlılar, 1434’ten sonra Balkanlar’daki ilerleyişlerini hızlandırdılar. Sultan II. Murad’ın, Tuna’nın Güneyini kontrol altında tutması için Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan’ı egemenliği altına almak isteyen Macarlarla, Mora ve Arnavutluk’u egemenliği altına almak isteyen Venedik ile çatışması zorunluydu. 1439’da Sırp Despotluğu’nun Osmanlı egemenliğine geçmesine rağmen, 1441 -1442’de Hunyadi Transilvanya’ya girdi ve ertesi yıl Macar ordusu Tuna’yı geçerek Balkan dağlarına kadar ilerledi. Sultan Murad’ın 1444’te Macarlar ile Segedin’de yaptığı antlaşma, Balkanlar’da Osmanlı egemenliğini oldukça sınırlamıştır. Bu antlaşmaya göre Sırp Despotluğu yeniden kuruluyor, Eflak beyinin tâbiiyet bağları gevşetiliyordu. Macaristan ise, Bulgaristan üzerindeki iddialarından vazgeçmeyi taahhüt ediyordu.

Bu antlaşmadan ve Sultan II. Murad’ın oğlu II. Mehmed lehine tahttan çekilmesinden cesaret alan Haçlılar, Osmanlıları Balkanlar’dan atmak maksadıyla yeni bir sefer düzenlediler. Macar ve Eflak ordusu Tuna’yı geçti; Venedik donanması ise, Boğazları tuttu. Bu arada Sultan I. Bayezid’in torunu olan Orhan isyan çıkartmak üzere Bizans tarafından serbest bırakılmış, Sarayda Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Rumeli Beylerbeyi Şehabeddin ve Zağanos Paşa arasında iktidar üzerinde hakimiyet için çekişme başlamıştı. Babasının çekilmesi üzerine tahta oniki yaşında çıkan II. Mehmed’in bu olayların üstesinden gelmesi beklenemezdi. Bu nedenle II. Murad, tekrar ordusunun başına geçti ve Haçlı kuvvetlerini 10 Kasım 1444’te Varna’da bozguna uğrattı. Bu savaş artık Bizans’ın ve Balkanlar’ın kaderini belirlemişti. 1446’da tahta yeniden Sultan II. Murad, aynı yıl Atina Dükalığını ele geçirdikten sonra Mora Prensliği’ni de vergiye bağladı. II. Murad, diğer taraftan Akça-Hisar Subaşısı İskender Bey ve Hunyadi ile mücadelesine devam ederek 1448’de Kosova’da Macar kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlı egemenliği Balkanlar’da kesin olarak yerleşmiş oluyordu. II. Murad’ın ölümü üzerine 18 Şubat 1451’de II. Mehmed tahta ikinci defa geçtiğinde ilk hedef artık Bizans başkentinin zaptı olmuştu.[7]

 “Osmanlı tarihçilerinin işaret ettiği gibi Fatih Sultan Mehmed Macaristan fethine anahtar olarak Belgrad’ın fethedilmesi gerektiğini düşünüyordu. Belgrad, Tuna ile Sava nehirlerinin birleştiği noktada inşa edilmiş olması ve çok müstahkem bir kale olması hasebiyle de Osmanlıların Balkanlar’daki güvenliği açısından çok önemliydi. Osmanlıların kuzeyden gelecek tehlikeye karşı Sırbistan’ı elde tutabilmeleri Tuna kenarının ve bilhassa Belgrad müstahkem kalesinin elde bulunmasıyla mümkündü; daha evvelki harplerde ve II. Murad zamanındaki Sırbistan’ın birinci istilasında bu düşünce hakim olduğundan Belgrad, Evrenuzoğlu Ali Bey tarafından kuşatılmış ise de Jan Hünyad’ın Transilvanya’da birbiri ardınca kazandığı muvaffakiyetleri ve onu takiben hududu geçerek taarruzu üzerine muhasara mecburen kaldırılmıştı; bu defaki muhasarada ise Jan Hünyad’ın Sırp despotu ile beraber hareketi aynı tehlikeyi gösterecek gibiydi. Bundan dolayı Osmanlı Padişahı yapacağı seferin başarılı netice vermesi için esaslı surette hazırlık yapıyordu; kışı Edirne’de geçirdi, Morova nehri üzerindeki Grosavaç’da toplar döktürüp bunları Tuna nehri kenarına naklettirerek Hırsova’ya yolladı ve toplar orada Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa’ya teslim edildi. Bütün hazırlıklar bittikten sonra Osmanlı hükümdarı ordusunun başında olarak Sofya üzerinden Sırbistan’a girdi. Sırp despotu, Macaristan’a kaçtı. Osmanlı ordusu Belgrad önüne gelip karadan Kale’yi kuşattı bunu takiben Osmanlı donanması da Tuna’dan ilerleyerek Kale’ye ulaşmış ve kale hem karadan hem de nehir tarafından kuşatılmıştı. Kuşatma devam ederken Hünyadi Yanoş ordusu ile Tuna’nın öte yakasına gelip yerleşti. Rumeli Beylerbeyi Dayı Karaca Paşa Sultan Mehmed’den istekte bulunarak bir kısım kuvvetlerle Tuna’nın öte yakasına geçip düşmanı dağıtmayı ve Tuna’nın karşı yakasını da emniyet altına almak istedi. Ancak bu teklifi kabul görmedi. Hünyadi Yanoş sadece kara kuvvetleri ile değil hazırladığı filosu ile Belgrad önlerine gelmişti. Nehir akıntısını arkasına alan Hünyadi’nin gemileri, Osmanlı donanması ile giriştikleri ve çetin geçen bir mücadeleden sonra galip geldiler.  Osmanlı donanmasını Kale etrafından uzaklaştırarak bu taraftaki kuşatmayı kırdılar. Bu gemilerden Kale’ye yardım yapılmaya başlandı. Donanmanın yenilgisine ek olarak Türk ordusunun en değerli komutanlarından Dayı Karaca Paşa bulunduğu top metrisine isabet eden bir top güllesinden kopan bir parçanın kendisine isabet etmesiyle şehit düşmüştü. Sultan Mehmed, bu gelişmeler üzerine Belgrad Kalesi’ne genel bir hücum için emir verdi. Ancak bu genel hücumdan önce Hünyadi gemileri kullanmak suretiyle beraberindeki kuvvetleri Belgrad Kalesi’ne sokmuş ve bu kuvvetler Kale içerisinde Osmanlı hücumunu bekliyorlardı. Osmanlı kuvvetleri genel hücum sonucu Kale’ye girmeyi başardılar, ancak kendilerini bekleyen tehlikeden habersizdiler. Buna ek olarak Kale’nin düştüğünü zannederek bir kısım Osmanlı kuvvetleri yağmaya başlamışlardı. İşte bu sırada pusuda bekleyen Macar kuvvetleri saldırıya geçerek Kale’ye girmeyi başaran Osmanlı kuvvetlerini imha ettiler. Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesi üzerine takip eden Macar kuvvetleri ile Kale önündeki ovada şiddetli bir savaş başladı. Savaş Osmanlı kuvvetlerinin bozulması üzerine Sultan Mehmed’in karargahına kadar yaklaştı. Gelişmeleri izleyen Sultan Mehmed, yeniçerilerin ortada görünmemeleri üzerine yeniçeri ağasına haykırarak durumu sordu. Bunun üzerine düşmana yanında kimse olmadan saldıran Yeniçeri Ağası Hasan Ağa şehit düştü. Bu tehlikeli vaziyette bir vezirin Padişaha geri çekilmesini teklif etmesi üzerine Sultan “Düşmandan yüz döndürmek sıngun nişanıdur” diyerek daha fazla çekilmeyi reddetti ve şahsen savaşa katılarak üç düşman askerini öldürdü. Çarpışma sırasında Sultan Mehmed de yaralanmıştı. Ancak Sultan bu hareketiyle Osmanlı ordusunun kesin yenilgisini engellemiş, dağılmış Osmanlı askerleri Padişah’ın bu hareketi üzerine düşmana tekrar saldırmışlar ve onları Belgrad Kalesi’ne geri sürmüşlerdir. Yukarıda izah edildiği üzere Sultan Mehmed’in şahsen savaşa girmesi ile Türk ordusunun yenilgisi engellenmiş, Macar ordusu da ovada yapılan savaşta verdiği kayıplardan ötürü Osmanlı ordusunu takip edecek durumda olmayıp tekrar Belgrad Kalesi’ne geri dönmeyi uygun görmüşlerdi. İşte bu sırada kaleden ovaya çıkarak ordusunu idare eden Hunyadi Yanoş tekrar Kale’ye dönerken bir Osmanlı askeri tarafından koltuk altından okla vurulmuş ve bu yara sebebiyle üç gün sonra ölmüştür. [8]

“Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’da uğraştıran önemli devletlerden biri de Macarlardı. Osmanlıların Balkanlar’a geçişinden XVI. yy. ortalarına kadar, zaman zaman ara vermekle birlikte, Osmanlı-Macar çatışması söz konusudur. Zaten, XIV. XV. ve XVI. yy. boyunca Orta Avrupa’da iki güçlü siyasal kuruluştan biri Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, diğeri Macaristan idi. Macarlar, Balkan Yarımadasını ele geçirmek istiyor ve bunun için Ortodoks-Katolik mezhep çatışmasını bahane ediyordu. Bu amaçla ilk kez I. Layoş, Edirne yakınlarına kadar gelmiş, fakat Sırpsındığı Savaşı’nda yenilip çekilmişti. Osmanlı-Macar mücadelesi, Macar Krallarından Sigismund, Albert, V. Ladislas, Jan Hunyad (Hünyadi Yanoş), Matyas Korvin ve VI. Ladislas dönemlerinde de sürdü. Fatih Sultan Mehmet döneminde çok şiddetlendi. Çarpışmalar genellikle Belgrat ve çevresinde geçti. Çünkü Belgrat, Avrupa’nın her yanına giden yol üzerinde ve son derece stratejik bir noktada bulunuyordu. Kale, özellikle Macar Ovası’nın kapısı durumundaydı. Fatih, Tuna’yı kuzey sınırı olarak kabul ediyor, fakat Macarlar Tuna’nın güneyine inmek ve Belgrat’ı ele geçirmek istiyordu. II. Bayezid Dönemi’nde Macarlarla bir anlaşma yapıldı ise de uzun ömürlü olmadı. Yavuz Sultan Selim’in tahta geçtiği sıralarda bazı sınır olayları ortaya çıktı. Anlaşmayı uzatmak için gelen Macar elçisi bu nedenle hapsedildi. Fakat Yavuz, doğuya bir sefer hazırlığında olduğu için elçiler hapisten çıkarıldı ve üç yıllık bir anlaşma imzalandı. Osmanlı padişahının Çaldıran seferine gitmesini fırsat bilen Macar Kralı, Papa ile anlaşma yollarını aradı ve bir yandan da sınır bölgesindeki kalelere saldırdı. Bu olaylar üzerine, bölgedeki sancakbeylerinin bir kısmı Bosna’da toplandı. Ayrıca padişah da Çaldıran seferinden dönmüştü. Yavuz Sultan Selim, Çaldıran seferinden dönünce yeni bir sefer hazırlığı başlattı. Macar Kralı, bu hazırlığın kendi üzerine olacağını düşündü. Gerek sınır boylarındaki hazırlıklar, gerekse yeni bir sefer hazırlığı Macar Kralı’nı Osmanlılarla yeni bir anlaşma yapmaya zorladı. Bu amaçla 1516 yılı içinde üç Macar elçisi arka arkaya İstanbul’a geldi ve üç yıl önce imzalanmış olan anlaşmayı uzatmak istedi. Durum, Osmanlılar açısından uygundu. Çünkü, hazırlanmakta olan sefer Avrupa değil, Mısır yönüne olacaktı. Tam bu sırada Macar Kralı öldüğünden görüşmeler kesildi. Yavuz Selim, 1516 yılında Mısır seferine çıktı. Macarlar, Osmanlı topraklarına yeni bir saldırıya geçmeye cesaret edemedi. Aksine, Yavuz’un Romanya üzerinden Macaristan ve Polonya’ya yürüyeceğini düşündü. Buna karşılık Osmanlılar da Macarlar veya Avrupa’da herhangi bir devletle çatışma içinde olmayı düşünmüyordu. İki taraf arasında, savaş yönündeki karşılıklı isteksizlik barışla sonuçlandı. 1519 yılında Osmanlı Devleti önce Polonya ile arkasından Macaristan’la üç yıllık bir anlaşma yaptı. Orta Avrupa’da Macaristan sorunu Kanuni Sultan Süleyman döneminde çözülecek, fakat bu kez Avusturya sorunu başlayacaktır. Avusturya ise Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar düşmanca bir politika izleyecektir.” [9]

Tökeli İmre

Köprülü Mehmet Paşa’nın Vezir-i azam olması ile (1656) içeride huzuru ve güveni tazeleyen Osmanlı Padişahı IV. Mehmed, 1661 yılında Fazıl Ahmet Paşa’yı babasının yerine tayin ederek sadece iç huzur ve devlete güveni sürdürmeyi amaçlamış, aynı zamanda Osmanlı fetih ve genişleme sürecinin tekrar başlamasını istemiştir. Nitekim Fazıl Ahmet Paşa’nın Vezir-i azam olduğu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, iç huzuru tamamen tesis etmiş ve Avrupa’ya meydan okumayı ciddi bir siyaset olarak aldığını gösteren faaliyetlerde bulunmuştu. Uyvar’da Osmanlı ordularının elde ettiği zaferin ardından, Girit’in 24 yıl süren bir savaştan sonra fethi ise Avrupa’nın Osmanlı tehdidini algılaması için ciddi bir sinyaldi. Gerçekten de bu dönemde gerçekleştirilen fetihler sayesinde Osmanlı toprakları en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Avrupa’nın en güçlü devleti yine Osmanlı idi. İşte bu nedenledir ki, 1664’te 20 yıllık olarak imzalanan Vasvar Barışı’nın uzamama ihtimali Avusturya’yı tedirgin etmekteydi. Doğrusu Avusturya’yı ve tabii ki Avrupa’yı endişelendiren sadece Osmanlı ordularının Girit’te veya Uyvar kalesi önlerinde kazandığı zafer ve moral değil, aynı zamanda Vezir-i azam olarak devletin başında 1676’dan beri Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın bulunması ve de yıllardır iç çekişmeler içinde debelenen Osmanlıların tekrar istikrarı yakalamasıydı. Bu durum Osmanlının gözünü tekrar batıya çevirmesini doğuran bir gelişmeydi. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nun başında bulunan Köprülü Mustafa Paşa’nın yetiştirmesi ve damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, günümüzün moda deyimiyle tam bir şahindi. Bunu icraatlarıyla da belli etmekteydi: kendisinden önce başlayan Ukrayna üzerinde hakimiyet kurma mücadelesini Rusya’ya karşı başarıyla sürdürerek Podolya ve Ukrayna’yı Osmanlı hakimiyetine sokmayı başarmış, uzaklık ve lojistik güçlüklere rağmen Rusya’yı Cehrin Seferi’yle (1678) anlaşma yapmak mecburiyetinde bırakmıştı (1681). Uzun zamandır Venedik tehdidi altında olan ve Girit’in fethiyle Akdeniz cephesinde tekrar hakimiyet kuran Osmanlı donanması Venedikliler ve Fransızlarla girdiği mücadeleyi zaferle sonuçlandırmıştı. Kazanılan bu başarılar mezhep savaşları ile meşgul Avrupalıları Osmanlı İmparatorluğu ile iyi geçinmeye zorluyordu ki, ticari anlaşmalar yapma gayretleri bunun en önemli göstergesiydi. Doğrusu, Osmanlı ile çatışmanın kendi çıkarlarına olmadığını bütün Avrupa yavaş yavaş anlamış görünmekteydi. İşte bu durum, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı yeni bir fetih ve genişleme dönemini başlatmak konusunda yüreklendirdi. Dönemin kaynaklarında nakledilen rivayetlere göre, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Osmanlı Devleti’ni Kanuni Dönemi’ndeki gibi azametli bir hale getirmenin mümkün olduğuna kesin olarak inanmaktaydı. Bu hedefini gerçekleştirmek için Kanuni’nin 154 yıl önce yarım bıraktığı işi tamamlamayı düşünüyordu. Ancak bunun için koşulların oluşması, tabiri caizse bahanelerin bulunmasına ihtiyaç vardı. Osmanlı Habsburg (Avusturya) savaşlarında ateşleyici olma özelliğini yıllardır koruyan, fakat Fazıl Mustafa Paşa’nın vezirliği sırasında gerekli desteği alamayan Orta Macaristan Protestan önderlerinden Emerik (İmre) Tökeli’nin başvurusu, ona emellerini gerçekleştirme yolunda beklediği fırsatı vermişti. Koyu bir Katolik olan Avusturya İmparatoru Leopold’un baskı ve zulmünden dolayı isyana yönelen Orta Macar Protestanları genç ve cesur önderleri Tökeli İmre’nin başkanlığında harekete geçerler. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın bu isyana el altından destek verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü 20 yıl üzerinden imzalanan Vasvar Barışının süresi henüz dolmamıştır ve hukuken Osmanlıların bu anlaşma koşullarını ihlal etmeleri doğru değildir. Ancak Dimitri Kantemir’in kaydettiğine göre “bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na bağımlı bulunan öteki ulusları da Osmanlı yönetimine katmak, Hıristiyanları Müslüman yapmak, imparatorluğun sınırlarını genişletmek ve kendisine boyun eğenleri korumak” için yemin eden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bütün savaş aleyhtarlarına cephe alır. Sultan ve Valide başta olmak üzere savaşa karşı çıkanlara Tökeli İmre’nin başvurusunu dayanak gösterir. İmre’yi temsilen İstanbul’a gelen elçileri el üstünde tutar, hatta onlara umduklarının ötesinde destek verir: İmre Tökeli’yi Orta Macar kralı ilan ederek berat ve ahidname gönderir. Bu gelişmeleri endişe ile takip eden Leopold ise Osmanlı ile barış sürecini uzatmak amacıyla İstanbul’daki savaş aleyhtarlarının yardımlarına başvurur. Öte yandan Macarları tekrar kazanmak için onlara özgürlük, adil vergi ve mezhep serbestliği tanır. Sultan IV. Mehmed’i seferden vazgeçmeye ikna etmesi için güvenilir adamlarından Comte Albert de Caprara’yı da elçi olarak İstanbul’a gönderir. Bu elçinin amacı, gerekirse tavizler de vererek, Vasvar Barış anlaşmasının süresini 20 yıla kadar uzatmaktır. Elçi bu amaçla savaş aleyhtarlarının da desteklerini alarak, padişahı Avusturya’nın barışın bozulmasına sebep olabilecek herhangi bir hareketinin olmadığını ispatlamaya çalışır. Başlayan sefer hazırlıkları iptal edilirse masrafları ödemeye hazır olduklarını, tazminat olarak Yanık Kale’yi terk edebileceklerini bildirir. Buna karşılık Vezir-i azam Avusturya’dan Macarlara mezhep serbestliği verilmesini, yıllık beş yüz bin flori vergi ödenmesini, bazı sınır kalelerinin yıkılmasını ve bazılarının da İmre Tökeli’ye teslimi gibi yerine getirilmesi mümkün olamayan isteklerde bulunur. Hatta rivayetlere göre, Şeyhülislam Ali Efendi’den cihat için koşulların oluşmadığına dair bir fetva alarak sultana arz eder. Buna karşılık, Silahtar’a göre Vezir-i azam seferi gerçekleştirmek için sınır kasabalarından sahte şikayet mektupları getirterek padişaha arz etmiş, yeniçerileri de kışkırtmıştır. Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi padişahın savaş aleyhtarı olduğu doğru değildir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Varat Beylerbeyi Hasan Paşa’yı serasker tayin etti ve İmre Tökeli’ye yardıma gönderdi. Sınır boyunda bulunan birkaç tane Avusturya Kalesi’ni daha alarak İmre Tökeli’ye teslim ettiler. Bu sefer sırasında Erdel kralı ile Kurus kralı unvanı verilen İmre Tökeli’nin arasındaki anlaşmazlıklar elde edilen başarılarla yetinilmesine neden oldu. Ancak Avusturya Osmanlı yardımcı kuvvetlerinin dönüşünden sonra bu kaleleri tekrar elde etti. Bu gelişme üzerine Vezir-i azam Orta Macar halkını kurtarmak için Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa’yı Orta Macaristan seferine gönderdi. Böylece iki taraf arasındaki barış şartları da ortadan kalkmış oluyordu. Artık hukuken de savaşın başlaması için bir neden kalmamıştı ki, Merzifonlu Ağustos 1682 yılında “at kuyruğu”nun sarayın önüne dikilmesini emretti.

Viyana’dan Dönüş

1683 Nisan’ında son bir yıldır beklenen sefer Padişah ve veziri Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Edirne’den yola çıkması ile başladı. Belgrat’a varıldığında IV. Mehmed ordunun sevk ve idaresini vezirine bırakarak av amacıyla ayrıldı. Eyalet askerlerinin katılımıyla 200 bin kişiyi aşan Osmanlı ordusu, muhteris bir kişiliğe sahip olan vezirin, bazı komutanların muhalefetine rağmen verdiği anlaşılan bir kararla doğrudan Viyana üzerine yürüdü. Aslında bu çok cesur bir karardı. Çünkü, Yanık Kale, Komran gibi önemli Avusturya kaleleri alınmadan Viyana üzerine yürümesi büyük bir risk alınması demekti. Bu şekilde Osmanlı ordusu arkasında düşman kalesi bırakıyordu. Ancak, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Avusturya’nın Batı Avrupa ülkelerinden alacağı büyük mali ve askeri yardımları almadan işini bitirmek amacındaydı. Bu yüzden hızlı hareket ederek bir an önce Viyana’yı kuşatmayı daha uygun bir strateji olarak gördü. Osmanlı ordusunun hızla üzerine geldiğini haber alan I. Leopold başkentini terk ederek, Polonya, Saksonya ve Bavyera’dan gelecek yardım kuvvetlerini beklemeye başlamıştı. Yardımlar gecikmedi ve bütün Avrupa ve hatta dağınık Alman prensleri I. Leopold’un yardımına koşarak Viyana’da güçlü bir savunma hattı kurdular. Öte yandan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın işleri planlandığı gibi gitmeyecektir. Viyana dört taraftan kuşatılamayacak kadar büyüktü ve bu nedenle sürekli dışarıdan destek alabilmekteydi. Tuna Nehri ve adalarındaki palankalar (küçük kaleler) ayrı ayrı ele geçirilmek zorunda olup ve bunun için birçok köprünün inşa edilmesi gerekmekteydi. Üstelik kuşatma günlüklerindeki kayıtlara göre Osmanlı ordusunun çok önemli lojistik ve iç güvenlik sorunları bulunmaktadır. Bütün tarihçilerin üzerinde birleştikleri ve kuşatmanın kaderini değiştirdiğine inandıkları olay ise Jean Sobieski’nin Bavyera ve Saksonya kuvvetleriyle birleşerek Viyana kalesine yardıma gelmesidir. Polonya kuvvetlerinin Kırım tatarları tarafından tutulması yönünde bir strateji belirleyen Vezir-i azam, iddialara göre yardıma gelen kuvvetlerin büyüklüğü konusunda yapılan uyarılara rağmen, Sobieski’yi küçümsemiş ve gerekli önlemleri almamıştır. Tam tersine, düşmesi an meselesi olan Viyana Kalesi’ne hücumları şiddetlendirmiş ve kalenin düşmesinden sonra Sobieski üzerine gitme kararı almıştır. Nihayet kuşatmanın 60. günü, beklenen de daha erken bir tarihte, Viyana kapılarında görünen Polonya kralı ve askerleri iki ateş arasında kalan Osmanlı ordusunu perişan etmiştir. Türk ordusu savaş meydanında çok miktarda top, cephane ve hazine, aynı zamanda da çok sayıda esir bırakmıştır. Bunun üzerine Vezir-i azam en az kayıpla ordusunu Budin’e kadar geri çekmeyi başarmış ve burada yenilgiye sebep olanları idam etmiştir. Öte yandan o sıralarda Belgrat’a kadar gelmiş olan IV. Mehmed, bozgun haberi üzerine derhal Edirne’ye dönmüştü. Başlangıçta güvenini yitirmediği Merzifonluyu korumayı sürdürdü ise de, annesinin vefatından sonra, saray ağalarının etkisiyle idamına hükmetti.  Böylece, pek çok tarihçiye göre, hezimetin sonuçlarını bertaraf edebilecek tek kişiyi de ortadan kaldırmış oldu. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın en az kayıpla ordusunu Budin’e kadar çekmişti. Bir aya yakın burada kaldıktan sonra da Belgrat’a döndü. Fakat Avusturya ordularının takipte olduğu, Komaran, Ciğerdelen ve Estergon kaleleri üzerine saldırı haberleri karargaha ulaştı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa soğukkanlılıkla tedbirler almasına ve ordularını sevk etmesine rağmen bu kalelerin düşmesine engel olunamadı. Bu esnada Ciğerdelen kalesine sevk edilen, fakat ordusunun azlığını öne sürerek gitmeyen Kırım Hanı görevden alındı ve yerine Kırım Giray’ın oğlu II. Hacı Giray Han tayin edildi (Kasım 1683). Avusturya orduları buradan Budin’e yöneldiler. Bütün bu yenilgiler üzerine muhalifleri IV. Mehmed’i, Vezir-i azamın görevden alınması gerektiğine ikna ettiler. O da çok geçmeden idam fermanını gönderdi ve Paşa Belgrat’ta idam edildi. Viyana Kuşatması sonrasında “Osmanlı’yı Avrupa’dan atmak” çağı geldiğine kanaat getiren Papanın teşvikleriyle bir Avrupa-Hıristiyan Birliği oluşturuldu. O tarihe kadar böyle bir sevinci yaşamayan Avrupalılar, zaferlerini birlik ve beraberliklerine bağladılar. 1685 yılından itibaren Osmanlılar savaşın en felaketli yıllarını yaşamaya başladılar. Osmanlılara karşı Yukarı Macaristan, Hırvatistan ve İstirya olmak üzere üç farklı cepheden saldırıya geçen Avusturya kuvvetleri, 1685 yılında Türkler için stratejik olması yanında moral değeri olan Uyvar kalesini kuşattılar. Hazırlıksız ve tecrübesiz Osmanlı kuvvetleri kırk günün sonunda kalenin düşmesine engel olamadılar. Diğer cephelerde de başarısızlıklar ardı ardına gelince 1686 Baharında tekrar Vezir-i azamın sefere çıkmasına karar verildi.1686 Mart ayında bu fermanın gereğini yerine getirmek ve cephede yaşanan sıkıntıları gidermek için Sarı Süleyman Paşa Vezir-i azam ve Serdar-ı Ekrem unvanıyla sefere çıktı. Ne var ki, Belgrat’a ulaştığında 145 senedir Osmanlı hakimiyetinde buluna Budin’in Lotheringen komutasında bir ortak Macar, Hırvat, Alman kuvveti tarafından ele geçirildiği haberini aldı. Son Budin valisi Abdi Paşa da kahramanca savaşarak şehit düştü. Bu şehir kuşkusuz Macaristan’ın anahtarı idi ve düşmesiyle birlikte Osmanlılar çok zor durumda kaldılar. Avusturya ve müttefikleri Budin üzerinden hareket ederek kolaylıkla ve art arda Segedin, Şementorna, Peçuy, Kapoşvar ve Şiklos gibi stratejik kaleleri aldılar. Osmanlı ordusunun kışlamak üzere Belgrat’a dönmesinden de yararlanarak bazı Erdel kalelerini işgal ettiler. Osmanlı müttefiki Tökeli İmre’den gelen bir mektup, Belgrad Müslümanlarının Tuna yoluyla çekilirken Avusturya ordusu tarafından esir alınıp, çok kötü bir muameleye tabi olduğunu anlatmakta ve bunların kendisi tarafından kurtarıldığını bildirmekteydi. Yine kaynaklar Tökeli’nin Gladova ve Orsova kalelerini geri almayı başardığını kaydetmektedir. Bu sırada başka iyi haberler de otağ-ı hümayuna gelmişti. Vişegrad’ı kuşatan 12.000 kişilik Avusturya kuvveti, bozguna uğratılmış, Avusturya’nın İrşova’da yaptığı yığınak ele geçirilmiş, Temaşvar yolu açılmıştır. Eflâk ile Avusturya’nın irtibatı da kesilerek bazı Tuna kaleleri alınmıştır. İşler iyiye gidiyor diye düşünüldüğü sırada Recep Paşa’nın asker üzerinde otorite kuramaması, kritik kararlar alamaması ve askerin disiplinsiz hareketleri Belgrat’ın ve Niş’in aniden düşman eline geçmesiyle sonuçlanmıştı. Bu gelişme iyimserliği tekrar karamsarlığa dönüştürmüştü. Şimdi durum daha nazikti, çünkü Sofya’ya kadar bütün Osmanlı toprakları Avusturya’nın tehdit alanı içerisine girmiş, Sırpların düşmana yardımları ile dengeler aleyhte değişmişti. Kişisel beceriksizler, devlet adamları arasındaki çekişmeler yüzünden sadece birkaç yıl içerisinde koskoca Macaristan ve Sırbistan’ın düşmana terk edilmesi, hatta Bulgaristan’ın da tehdit altında kalması söz konusu oldu.[10]

II. viyana kuşatmasının sonuçları ve Karlofça anlaşması,  Macarlar için tam bir yıkım olmuştu denilebilir, çünkü artık Protestan Macar halkı hiç geçinemedikleri Katolik Avusturya’nın egemenliği altına girmişti. Osmanlı tarafında mücadele eden bir grup Macar soylusu da Osmanlılara iltica etmek zorunda kaldılar. Bunlardan birisi de Orta Macaristan milliyetçilerinin kralı Tökeli İmre idi.” [11]

“Osmanlılar Karlofça’dan Pasarofça’ya kadar diplomatik arenada ve bu sıralarda yapılan müzakerelerde sadece hasım olan Avusturya, Rusya, Lehistan ve Venedik ile değil arabulucu hatta zaman zaman danışman olarak Fransız, İngiliz ve Hollanda diplomatlarıyla da çok yakın temas halindeydiler. Öte yandan, Avrupalı olan İsveç Kralı XII. Şarl ile İmre Tökeli ve Ferenc Rakoczi gibi Macar soyluları ve bunların çok sayıdaki maiyetleri yıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nda kaldılar.” [12]

Tököli İmre, Karlofça görüşmelerinde bilindiği gibi Avusturya istediyse de Osmanlı Devleti, onu iade etmedi. İzmit’te yaşadı ve 1705’de İzmit’te öldü. Kullandığı mühüründe “Muin-i Ali Osman’a itaat üzereyim emre, Kral-ı Orta Macar’ım ki namım Tökeli İmre” yazmaktaydı.

Kahramanlar meydanın’da dikkatimi çeken bir diğer anıt ise SSCB işgali sırasında hunharca katledilen Macar gençlerinin anısına yapılan isimsiz dikdörtgen şeklindeki yerden hafif yüksek ve son derece sade yapı idi. Macar halkı Rus İşgaline karşı “Nem Nem, Şuha!…(Hayır, Hayır, Asla!…) sloganıyla karşı çıkmıştı.

Birleşmiş Milletlerde Açıklanan Vahşet Tablosu

75 bin Milliyetçi katledildi :

19 Kasım 1956’da Birleşmiş Milletler Umûmi Hey’eti yaptığı toplantıda Macaristan mes’elesini müzâkere devam etmiştir. İlk sözü alan “Küba” Temsilcisi yaptığı konuşmada Rusya’yı Macaristan’daki hareketleri sırasında 75 bin milliyetçiyi öldürmekle itham ederek demişti ki :

“Macaristan büyük bir mezarlık hâline gelmiştir. Rus ordusunun hareketini târife imkân yoktur. Çünkü tarihte böyle bir şey şimdiye kadar görülmemiştir. Macaristan’da bir dehşet rejimi hüküm sürmektedir. Rus askerleri meskenlere tecâvüz etmekte ve kadınlara tasallut etmektedir. Kadınlar, erkekler çocuklar zorla Macaristan’dan sürülmektedir. Her gün yüzlerce insan idam edilmektedir.”

Küba Temsilcisi takdim ettiği karar suretinde, Ruslar’ın Macarlar’ı sürmeye son vermesini ve sürülen Macarların da memleketlerine iâdesini derpiş etmişti.

Macaristan Dışişleri Vekili İmre Horvarth, bu husustaki müzâkereleri durdurmak istemiş ve Macaristandaki ihtilâlcileri, “hırsız ve haydut” kelimeleri ile tavsif etmişti. Rus Temsilcisi de “sürgün” haberlerini kat’iyetle yalanlamış, bunun bir iftira ve tahrik olduğunu söylemiştir. Rus Temsilcisi Çepilof. aynı zamanda Rus kuvvetlerinin âsâyiş temin edilir edilmez, Budapeşte’den çekileceğini (!) ilâve etmişti.

Örfi İdâre

İpleri Ruslar’ın elinde olan Kukla Kadar Hükümeti, Macaristan’daki bu halk ve işçi mukavemetine son ve kat’i darbeyi vurmak için gayet azimli görünüyordu. Bu maksatla bütün Macaristan’a şâmil olmak üzere örfi: idâre ilân edildi. Örfî idâre makamları silâhlı olarak yakalanacak herkesin tevkif edileceğini, itaat etmeyenlerin “ölüm” cezasına çarptırılacağını ilân etti. Bu kararın, Kadar’ın Hükümetini başlangıçtan beri tanımayan milliyetçi işçi ve talebeleri hedef tuttuğu meydandaydı. Böyle bir kararla, ihtilâlci işçilerin kurdukları konseyler kanun dışı ilân edilmiş oluyordu. Hükümet bu yola gitmesine sebep olarak da aslında bir meslek teşekkülü olan bu konseylerin siyâsetle meşgûl olmasını ileri sürüyordu. Demek ki; affedilmez olan suçları, bıçağı kemiğe dayanan bir zulüm rejimine “Artık dur!” demek için silâha sarılmış olmalarıydı.

Örfî idârenin bu kararı ile ihtilâle katılmış olanların artık birer birer toplanarak tevkif edileceği anlaşılmıştı. Nitekim aradan pek az bir zaman geçmişti ki, grup grup işçiler tevkif edilerek trenlere doldurulup Sibirya’ya gönderilmeye başlandı. Bir kısım işçiler de evvelâ Avusturya’ya oradan da başka hür memleketlere kaçmak için her çâreye baş vuruyorlardı. Bu kaçış esnasında bir kısmı kahpe Rus kurşunları ile vuruluyor bir kısmı ise güç belâ Avusturya’ya sığınabiliyordu. Macar Hürriyet Mücâdelesinde can veren yetmiş – seksen bin Macar’ın yanısıra bir çok vatansever de böyle hududlar-dan kaçarken vurulup telef oluyordu.

Kaçıp kurtulamayanlar koyun nakleder gibi vagon vagon Sibirya’ya sürülüyordu. Bu yolculuğun da sonu muhakkak ki, ölümdü. Bu yüzden Macar İhtilâli’nin kurbanlarının gerçek sayısını tespit etmek, elbette ki imkansızdır. Kan, ateş ve ölüm komünist rejimde bayram çocuklarının elindeki mantar tabancaları gibi alelâde oyuncaklardı.

Gece gündüz yürüyerek, bazan sürünerek, aç, bîilâç hududu geçerek Avusturya’ya iltica edenlerin sayısı yüz binin üstünde idi. Bu kızıl ateş tûfanından kaçabilenlerin sayısı yüz binin üstünde olursa, kaçamayıp arkadan Rus kurşunları ile vurulup vatanlarının Rus esaretinden kurtuluşunu göremeden gözleri açık giden Macarlar’ın sayısı kimbilir kaçtı? Üzerlerine “Demir Perde”nin ağır kapıları kapanan milyonlarca Macar’ı ise hazin bir âkibet bekliyordu!…

Macar Millî şâiri Petöfi Şandor kendi adının verildiği meydanda yüz yıl sonra yeni bir hürriyet mücâdelesi başlatmıştı : 23 Ekim 1956 Salı günü saat 15’te onbinlerce Macar, Petöfi’nin şiirini hep bir ağızdan okuyorlardı : “Eskuuszuk, eskunszuk hogy rabok tovabb nem lessunk” “Yemin ediyoruz yemin ediyoruz artık köle olmayacağız!” Macar ihtilâli bu mısra ile başlamıştı. Yüzbinlerce elde Macar bayrakları yükselmişti… Kızılyıldızı sökülmüş bayraklar… Yeşil, beyaz, kırmızı tekrar millî renkler oluvermişti.

Koca Dev’e karşı bütün bir millet tek bir ruh ve azimle ayaklanmıştı… Alkışlar, marşlar, birbirini kovalıyordu… “Ruslar Defolun!…” “Hürriyet istiyoruz” sesleri Budapeşte semalarını inletiyordu… Slalin’in heykeli bu azimle yıkılmış, Radyo evi bu heyecanla basılmıştı. A. V. H. (Gizli Polis Teşkilâtı) bu hınçla yerle bir edilmişti… Sovyetlerle çarpışmaya, hem de tanklara göğüslerini açarak çarpışmaya hep bu inançla başlandı : “Ruslar defolsun!” “Hürriyet istiyoruz!…” diyenlerin inancıyle…

…… Sonra… Ruslar geldi… hürriyet uğruna on binlerce Macar can verdi… Toplar hedef gözetmeksizin ateş yağdırdı… Mâvi Tuna, kana boyandı… Hastahâneler, Kızılhaç merkezleri, çocuk yuvaları ve mektepler her şey yığın… Bütün Macar şehirleri birer harabe… Birer taş yığını hâline geldi. Komünist idâreye hürriyeti için başkaldıran bir millet böylece kan ve ateşle boğuldu… ve Rus kâbusu tekrar Macar’lar üzerine çöktü..[13]

Bu hüzünlü hatıra ile kahramanlar meydanından ayrılıp kemer vari sokaklardan geçiyoruz. T.C konsolosluğunu görüyoruz. Utsa sokak anlamına geliyor. Bol miktarda Atilla utsa bulunuyor. Şehrin Peşte kısmında dışarıdan Andassy caddesi üzerinde opera binasını var. 1875-1884 yılları arasında mimar Ybl Miklos’un planları doğrultusunda neo-rönesans tarzında yapılmış. Parlamento;Ulusal parlamentosunun iki kamarası için 1885-1904 yılları arasında mimar İmre Steindel’in planları doğrultuşsunda inşa edilmiştir. Bina eklektik ve neo-gotik mimari tarzın izlerini taşımaktadır. Görkemli bina Macar devletinin Milenyum kutlamaları için hazırlanan görkemli programın ve buna layık etkinliklerin parçası olarak gündeme gelmiştir. Beyaz kireç taşından yapılan heykeller ve süslemeler ne yazık ki zaman içinde hava kirliliği tahrip olmuştur. Bu nedenle de son dönemde yıllar süren restorasyon çalışmaları kapsamında bu taşlar sert taşlarla değiştirilmiştir.

Arslanlı köprüden Buda tarafına geçtik. Bu köprünün de bir hikayesi var. Aslan heykelleri ile bezenmiş köprü kusursuz görünümdedir. Mimarı bu köprüde hata bulunursa intihar ederim der. Köprü yapımından 5-6 yıl sonra küçük bir çocuk aslanların dilinin unutulduğunu fark eder. Mimar köprünün üstünden kendini Tuna’ya atar. Fakat ölmez, kurtarılır.

Aslanlı köprünün diğer adı da “Zincirli Köprü”dür. Bu, Budapeşte’nin ilk daimi köprüsüdür. Ve Kont Istvan Szechanyi’nin girişimleri sonucunda yapılmıştır. 1839 ve 1849 yılları arasında William Thierney Clark’ın tasarımıyla inşa edilmiştir ve o tarihlerde Avrupa’nın en modern köprüsü olarak ün salmıştır. Bugün Budapeşte’nin simgelerinden biridir.

Köprünün karşı tarafında tarihi tünel var. Buradan geçtikten sonra; Kale Tepesi (kale bölgesi) ismi verilen bölgeye varıyoruz.

Buda tarafındaki Kale tepesi uzunluğu bir buçuk kilometre, genişliği en geniş yerde beş yüz metre olan ve 180 metre yükseklikte olan bir tepedir. Kale tepesi eteklerinde olağanüstü olumlu çevre koşulları nedeniyle ilk çağlardan bu yana her yerleşim birimleri oluşmuştur. İlk büyük kayda değer şehir XIII. Yüzyılda kurulmuştur. Kral IV. Bela Moğol istilasının ardından bir kale inşa ettirmiş ve başkenti de buraya nakletmiştir. Burada bir şehir inşa edilmesinin öncelikli amacı savaş ve korunmaya yönelikti. 1241-42 yıllarında gerçekleşen Moğol istilası nedeniyle inşası gündeme gelmiş ve yeni bir saldırı olasılığına karşı da güçlendirilmiştir.

Moğol orduları tepelerde inşa edilen kale ve hisar gibi güçlü yapılara genellikle saldırmadıklarından sivil halk da Kral tarafından inşa edilen surların gerisinde yerleşti. Buraya yeni yerleşenlerin çoğu Alman göçmenlerdi. 1285 yılında yaşanan ikinci Moğol saldırısı Kun Lâszlö tarafından püskürtüldü. O yıllarda kalenin etrafı bugünkünden daha alçak, ama güçlü surlarla çevriliydi ve surlarda yer yer atlı arabaların ve yayaların girebilmesi için kapılar vardı.

Arpad hanedanının sona ermesinin ardından (1301) başlayan taht savaşlarından Anjou Kâroly Röbert galip çıktı. Ve tahta geçmesinin ardından da başkenti Vişegrad’a taşıdı. Çünkü Bııda rakiplerini desteklemişti. Oğlu olan Lajos Nagy döneminde kale bölgesinin güney kanadında kraliyet sarayı, onun kuzey kısmında ise sivil binaların inşaatı hız kazandı. Anyoıık döneminde başlatılan inşaatlar Kral Zsigmond döneminde de devam etti. Buda kale sarayları binası kralın yenileştirmeleriyle XV. Yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’da dönemin en güçlü saray komleksini oluşturuyordu.

Kraliyet sarayı Zsigmond döneminde (1387-1437) ve özellikle de ‘Yeni Saray’ın inşa edilmesiyle gerçekten de krallara yakışır bir nitelik kazandı. Ve Orta Çağdaki son haline de böylece büründü. Yeni Saray 1424’de tamamlandı. Kral Zsigmond Buda’ya getirdiği kraliyet tacını ve diğer sembolleri burada sergiledi. Kral Zsigmond döneminde kalenin duvarları ve surları yeniden tahkim edildi. Surlar, yukarıdan aşağı kapanan demir parmaklıklarla, demir kapılarla, tuzaklarla güçlendirildi. Çekilerek kaldırılabilen köprülü kapılar da yapıldı.

Kral Matyas (1458-1490) döneminde öncelikle yeni binaların inşaası değil, var olanların iyileştirilmesi, zenginleştirilmesi gündeme geldi. O döneme hakim rönesans stilinin egemen olduğu saraylar bölgesi tüm Avrupa’da haklı bir ün kazandı. Daha önceki dönemlerde binalara damgasını vuran gotik stil yerine yaygınlaşan röneasans mimarisi tüm bölgeye egemen oldu.

Bu dönemde kale etrafındaki surlar da güçlendirildi. Şehir bir bütün olarak da hızla gelişmeye başladı. Buda kalesinin en parlak dönemi Kral Matyâs’ın ölümüyle sona erdi. Mohaç felaketinin (1526) ardından Osmanlı -hileyle- 1541 yılında Budin kalesini ele geçirdi. Ve bun un ardından da 150 devam edecek olan Osmanlı egemenliği dönemi başladı. Osmanlılar sadece şehirin savunmasını güçlendirecek olan yapılarla ve düzeneklerle ilgilendiler. Gereksiz gördükleri binaların mevcut durumunun korunması amacıyla faaliyet göstermediler. Buda kalesinin Osmanlıdan geri alınması döneminde hristiyan ordularının aylarca devam eden kuşatmasının da bir sonucu olarak şehir ve binalar bu çarpışmalarda tamamen tahrip oldu. 1703 yılında Buda yeninden özgür kraliyet şehri haline geldi. Habsburgluların egemenlik döneminde XVIII ve XIX yüzyıllarda şehrin Gümrük faaliyetleri de yeniden önem kazandı. 1873 yılında Pteşte, Buda ve Obuda birleşti. Bu da tüm şehrin gelişmesine yeni bir ivme kazandırdı. II. Dünya Savaşı yıllarında Kale semtinin hemen her binası yerle bir oldu. Kraliyet Sarayı da tamamen yandı. Savaşın sonunda kraliyet sarayı eski ihtişamıyla yeniden inşa edildi.

Doğal görkemli görüşü nedeniyle Kale tepesi bugün de Budapeşte siluetinin en önemli parçalarından biridir. Kale bölgesi Budapeşte’nin en çok sevilen gezi bölgelerinden biridir. Hoş sokaklarıyla, eski evleriyle, gaz lambalarıyla ve görkemli tarihi eserleriyle Ortaçağ havasına sahiptir. Dı’sz meydanından başlayan Tarnok sokağı bu bölgenin ana sokağıdır ve kale bölgesinin bugün en önemli merkezi olan Mâtyas meydanına bağlanır. Hem meydan ve hem de sokaklar renkli küçük binalarla çevrelenmiştir. Sağa sola kıvrılan küçük sokaklar ve binalar Ortaçağ döneminden kalmadır. Görkemli Barok ve Barok dönemi sonrasının izlerini taşıyan binalar ve saraylar Osmanlıdan sonra inşaa edilmiştir.

Kale bölgesinde bulunan binaların en tipik özelliklerinden biri de Ortaçağ döneminden kalan bu binaların avlularında giriş kapılarının yanında bulunan taş oturma sıralarıdır. Binaların bu kısımları Osmanlı dönemi sonrası restorasyonlar esnasında duvarlarla kaplanmıştır. Binaların bu özellikleri II dünya savaşı sonrasında, bombalamaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Büyük bir ihtimalle, avluların girişinde taştan yapılma, ancak Roman, Gotik ve Rönesans süslemeli bu oturma yerleri, bu binalara gelen konukların hizmetkarları için yapılmış olmalıdır. Binaların bu özellikleri, şehri diğer tüm şehirlerden farklı kılan bir özelliktir.

Kale bölgesinde var olan büyük müzelerin yanısıra Ulusal Szechenyi Kütüphanesi ve Macar Ulusal Galerisi de bölgenin ilginç renkleridir. Ayrıca Savaş Tarihi Müzesi, Altın Kartal Eczane Müzesi, Macar Ticaret re Restoranlar Müzesi, Ortaçağ Yahudi Dua evi, Telefon Müzesi, Müzik Tarihi Müzesi ve bir dizi galeri de ziyaretçileri beklemektedir.

Kale bölgesinin bir başka ilginç özelliği de neredeyse evlerin tümünün altında mahzenlerin bulunmasıdır. Ortaçağ yıllarında mahzenler kilometrelerce uzunluğa sahip dehlizlerle birbirine bağlanmıştır. Savaş yıllarında bu mahzenler de kullanılmıştır. Askerler ve kaleyi savunan güçler bu dehlizler yardımıyla bir bölgeden bir başka bölgeye kolayca ulaşabilmişlerdir. Bu dehlizlerin bir kısmı bugün Buda Kalesi Labirenti adı altında ziyarete açılmıştır.

Buda Kalesi Sarayı

Kale bölgesinin en görkemli binası tartışmasız orijinali XIII. Yüzyılda inşa edilen Kraliyet Sarayıdır. Bu saray XIX. yüzyılda Miklös Ybl es Alajos Hauszmann’ın planları doğrultusunda neo-barak mimarisiyle yeniden inşa edilmiştir. İkinci Dünya savaşı esnasında hasar gören bina ellili yıllarda restore edilmiştir.

Mâtyas havuzu

Buda Kalesi Sarayının neo-barak tarzına göre yeniden inşa edilmesi esnasında sarayın duvarına