Safiye Erol, gözyaşlarıyla yoğrulmuş bir ailenin çocuğudur. Dünyanın en büyük soykırımı on dokuzuncu yüzyılda başlayan, günümüze kadar devam eden, Balkanlar’da Müslümanlara, bilhassa Türklere karşı yapılmıştır. Omurgamızın kırıldığı 1877-78 savaşından sonra bu katliam alabildiğine hoyratlaşmıştı. Avrupa’da kimileri; “Biraz insaf, yarın iş dönüp intikam devri başlarsa kim ne diyebilir?” uyarısında bulunurken ünlü Renan haykırıyordu: “Öldürün! Tarihleri yazılmamış, hafızaları teşekkül etmemiştir; unuturlar.”

Acılar kadar insanı hiçbir şeyin motive etmediğini, ondan öğrenilenlerin kesinlikle unutulmadığını Renan gözden kaçırıyordu. Bu muzdariplerden olan Safiye Erol, henüz on beş yaşındayken zekâsı, çalışkanlığı ile dikkatleri çeker, Türk-Alman Derneği tarafından öğrenim için Almanya’ya gönderilir. Lübeck’te liseyi bitirir. 1918-21 arası Almanya çok karışıktır; o dönemi ülkemizde geçiren Safiye Erol, tekrar Almanya’ya gider. Marburg şehrinde felsefe tahsiline başlar.

Marburg, kendisini bilime vermek için gerçekten bir üniversite şehridir. 1970 yılında elli bin civarındaki nüfusunun yarısından fazlası üniversite öğrencisiydi. Binaları eski, yolları kaldırım taşı döşeliydi. İkinci Dünya Savaşı’nda stratejik önemi bulunmadığından bombalanmamıştı. Sadece şehrin kenarında inşa edilmiş üniversiteye ait binalar yeniydi. Adeta modern Almanya’nın içinde unutulmuş bir şehircikti. Akşam oldu mu caddelerden el ayak çekilirdi.

Gurbet, insanın kendisiyle boy ölçüştüğü yerdir. Burs gibi düzenli bir geliri de yoksa, yalnızlığa bir de endişe eklenir. Sırtını dayayacağı bir insan dünyalara değer. Tanıştığı dost, bir başka dosttur; gönül ilişkisini yalnızlık kamçılar.

Arkadaşı olan Hintli genç, “Memleketimin bana, benim de sana ihtiyacım var. Haydi Hindistan’a gidelim.” der. Uzun zamandan beri böyle bir teklifi bekleyen Safiye; “Hayır, memleketimin de bana ihtiyacı var, benim memleketime gidelim.” cevabını verir. Yazıldığına göre ayrılmak zorunda kalırlar. Ayrılmak o kadar kolay olmasa gerek. Hiçbir mantık kalbe hükmedemez; çünkü o çocuk gibi başına buyruktur. Neylersin ki ceddinin mezarları, annenin nemli bakışları, kardeşler gözlerde canlanır. Ya bunları ya da kendisini kurban edecektir. Kendisini seven başkasını sevemez; ancak diğergamlar sever. Bunlar kurban olmak için boyunlarını giyotine uzatırlar.

Kalp, geç beller ama hiç unutmaz; ancak sırdaşına derdini dökerse biraz ferahlar. Yazarların sırdaşı okuyucularıdır. Safiye Erol da ‘Ciğer Delen’ adındaki nefis romanını yazdı. Edebiyat tarihinden haberdar olanlar, güçlü eserlerin kurgulardan değil, hayattan kuvvet aldıklarını bilirler.

Safiye Erol sadece duygulu değil, duygularını ifade edebilecek dile ve idrake de sahipti. Buna “Kadıköyü’nün Romanı” ve “Ülker Fırtınası” adındaki eserlerinde de şahit oluyoruz. Milletçe zenginleşmemize rağmen insani faaliyetlerimize malzeme teşkil edebilecek pek çok özelliğimizi kaybediyoruz. Kültür unsurlarını üretebilmek, insani faaliyetleri tetikleyecek hassalara bağlıdır. İnsani faaliyetlerde mesafe alamayan milletler maddi zenginliklerini koruyamayacakları gibi zamanla üretim aracına, yani kol kuvvetine dönüşür, kültür üreten milletlerde erirler. Tarihe gömülen milletlerin pek çoğu kılıçtan geçirilmemiş, kültür üretme hassalarını, metafizik derinliklerini yitirdiklerinden silinmişlerdir. Bilhassa makalelerini okuyunca, Safiye Erol’un bizi bekleyen tehlikeleri gördüğü açıkça anlaşılıyor. Bu da ona acı veriyordu. Ancak acıların insanı böyle eserlere imza atabilirdi.