Kitabın en dokunaklı cümlelerinden biriydi bu. Gerçi Raif Efendi’nin bütün hayatı ve macerası bir hüzün yumağıydı ama hayatının sonunda tesadüf ettiği, kendisini dinlemek ve anlamak kabiliyetine sahip yegâne insanı da bırakıp gidiyordu işte. Ona bile anlatamamıştı… Yaşamıyor gibi yaşayan bir adamdı gerçekte. Defterinin sayfalarından birinde şöyle bir cümle geçiyordu: “Asıl ‘ben’, otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç-dört ay kadar yaşamış, sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.”

Raif Efendi’nin defterinde bir satır olmaktan daha geniş bir yaşama alanı var bu cümlenin. Ne saklamalı, belki çoğumuzun hayatı, tıpkı böyle akıp gidiyor. Belki çoğumuz, yaşaması gereken asıl hayatı kaçırmış bir vaziyette, artık geri dönülmez bir günün akşamına vardığımızda, dönüp bir dostumuza yahut en yakınımızdaki insana, ‘Seninle şöyle bir oturup konuşamadık’ demeye hazırlanıyoruz.

Aslına bakarsanız, bu, çoğumuzun hayatın bir anında mutlaka söylemeye mahkûm olduğu bir cümle. ‘Seninle şöyle bir oturup konuşamadık…’ Hayatımız görüşmelere izin vermemiş, vermiyor. Alelacele gidişlerde, dar vakitlerde, uçak kalkarken, otobüs giderken, vapura koşarken, çocuklar kolumuzdan çekiştirirken, telefonu kapatırken ve her ayrılışta mütemadiyen… ‘hadi görüşürüz!’ Kararlıyızdır, şansa bırakmak istemeyiz, ‘bak, görüşelim, mutlaka görüşelim, tamam mı!’ Bir iyi niyet cümlesidir, söylenir. Fakat görüşemeyiz! Aylarca, bir, iki, üç yıl, belki daha fazla… Sonra bir gün telefon! Yakınmalar, mazeretler… Arada doğumlar, hastalıklar, ölümler, arada büyük unutuşlar olmuş; ikimizden biri hiç yaşamıyor gibi. ‘Bu sefer görüşelim’ diyoruz, ‘bir daha arayı açmayalım!’ Görüşebilir miyiz?..

Annemin yıllar önce bana söylediği o unutulmaz cümle, yalnız uzaktaki ailemiz değil, aynı şehirdeki arkadaşlarımız, dostlarımız için de gerçek oluyor: Birbirimizi görmeden yaşlanıyoruz!.. Bir genç adam yahut genç kız olarak bıraktığımız arkadaşımızın yıllar sonra muhayyilemizdeki o insanı bütün bütün öldürmüş; hayatın ve mecburiyetlerin mağduru, yorgun ve yaşlı bir insan kılığında karşımıza çıkmasına nasıl tahammül edilir! Ediyor ve alışıyoruz…

Yıllarca aynı şehirde yaşayıp bir gün olsun birbirine tesadüf etmemek, bütün o ‘görüşelim’ sözlerine rağmen inatla görüşememek, az bulunur bir çelişki olmalıdır. Şehrin içinde küçük şehircikler, kendimize mahsus küçük dünyacıklar… Sınırlı, tekdüze, alışılmış… Mecburiyetler ve dışına çıkmaktan korktuğumuz, içinde dolana dolana bir çeşit konfora dönüştürdüğümüz itiyatlarımız, görüşmemize imkân vermiyor.

‘Burada çarşıya çıktığınızda aynı kişiyle günde birkaç defa karşılaşırsınız’ demişti bir Anadolu şehrindeki arkadaşım. Küçük, geleneksel şehirlerin böyle bir güzelliği var. Bir tanıdığınızla günde birkaç kez karşılaşmak… Elbette o sihirli sözcüğü unutmamalı: çarşı… Böyle şehirlerde, çarşıların insanları buluşturup görüştürmek gibi bir vazifesi var. Bir dostum da ‘İstanbul, insanı münafık yapıyor’ demişti, ‘söz veriyor fakat hiçbir sözünüzü tutamıyorsunuz…’

Peki, bize ne mâni oluyor? Hangi görünmez el, dostlarımızla aramıza girip bizi, bizimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine daldırıyor? Mesela, Ahmet Haşim’in lezzetle anlattığı o ‘Müslüman saati’nden mahrum kalmak olabilir mi? Bizimle hiç alakası olmayan bir zamanın içinde, bir çeşit engelli gibi yaşayarak, bütün bütün tembel, hareket kabiliyeti sınırlı ve bencil yaratıklar mı oluyoruz? Daldığımız bu rehavet kuyularından çıkma ihtimalimiz var mı? Bir gün yeniden ve hakikaten görüşebilir miyiz?

Seninle şöyle bir oturup konuşamadık azizim!

Hakkını helal et, belki görüşemeyiz…