Bu diğerlerinden büyüktü. Anne ördek onu yumurtladığını hatırlamıyordu.
Nihayet o da hareketlendi, çatladı ve… Sarı değil gri tüylü, bacakları, boynu vücuduyla orantısız çirkin bir ördek çıktı ortaya. Bu çirkin yavru, ördeklik kriterlerine katiyen uymuyordu.
Çirkin yavru, diğerlerinden daha hızlı büyüdü ama hâlâ ördek olamamıştı. Anne ördek söylenip duruyordu, “Niçin öbürleri gibi değilsin? Niçin ördek değerlerine uymuyorsun?” Çirkin ördek yavrusu bu sözleri duydukça daha da üzülüyordu. Fakat ne tüyleri, ne bacakları ve ne de boynu ördek kardeşleri gibiydi.
Etraftaki kuşlara soruyordu: “Benim gibi ördek yavrusu tanıyor musunuz?” “Hayır”, diyordu kuşlar, “çok yerler, çok ördekler gördük ama senin kadar çirkinini görmedik.” Çirkin yavru, diğer ördeklere benzemek için elinden geleni yaptı.
Başaramayınca da çiftlikten kaçtı. Kendini ‘çirkin ördek’ sananlar
Gözleri iyi görmeyen bir kadın onu yakaladı. Kaz zannetmişti. Kümese kapattı. “Haydi, yumurtla” diyordu. “Yumurtla! Yumurtlamazsan da semir bari de seni pişireyim, parçalayayım, afiyetle yiyeyim!”
Bir yolunu buldu, kümesten de kaçtı. Çok zor bir kış geçirdi ama sonunda bahar erişti. Yakındaki gölün buzları çözüldü. Çirkin ördek yavrusu gölün suyuna baktı. Ne görsün! Çok değişmişti. Artık tüyleri bembeyazdı. Ördeklerden çok ama çok büyüktü. Sonra gökyüzüne baktı. Kendisine benzeyen kocaman beyaz kuşlar toplu halde uçuyordu. Bu sürülerden biri yanına indi. Çirkin ördek yavrusu koşa uça onların yanına gitti, “Merhaba!”, dedi “siz de mi çirkin ördek yavrularısınız?” “Hayır!” dediler. “Ne münasebet! Biz kuğuyuz. Sen de kuğusun. Burada ne arıyorsun?”
Andersen’in hikâyesi şöyle biter: Çocuklar gölde yüzen kuğuları seyrederler, “Şu güzelliğe bakın!” derler. En güzeli de şu en genç kuğu.”
Beni, ördeklerin aşağılamalarından da merhametinden de daha çok üzen; kuğunun kendini çirkin ördek yavrusu sanmasıydı. “Tanrım, ben neden ördek olamıyorum? !” yakarışıydı.
Ördeklerin kuğuyu aşağılaması onların “oryantalizm”idir. “Ötekileştirme” budur. Fakat bundan daha acı ve vahimi, şarklı ilan edilip aşağılanan milletlerin kendi öz çocuklarının, bu ötekileşmeyi kabullenmesi, kendilerinin çirkin ördek yavrusu olduğuna inanması ve kendi kardeşlerine hakaret yağdırmasıdır. Etiket ararsak uygunu şu: “Özüne oryantalist”. Özüne oryantalist, Şükrü Hanioğlu’nun bahsettiği, şark ülkelerinde diğer şark ülkeleri aleyhine oryantalizm yapılmasından biraz farklı. Özüne oryantalizm, aşağılamanın bizzat kendine dönmesi, “Yarabbim, biz niçin ördek olamıyoruz!” yakarışıdır.
Özüne oryantalist, “Hollanda’da var da bizde neden yel değirmeni yok?”, “kediler neden çok da köpekler az?”, “erkekler neden bıyıklı?”, “kapıda niçin ayakkabılarınızı çıkarıyorsunuz?” dan başlar, medeniyet uğruna savaşmak için İngiliz Sefaretine dilekçe vermeye kadar gider.
Günümüzde Boer Savaşı olmadığı için dilekçe vermek yerine uygun STK’lara (GONGO’lara) katılmak da kendilerini biraz daha ördek gibi hissettirir. Bu hem savaştan tehlikesizdir, hem de mali açıdan tatmin edicidir. Sizin ördeklik çabalarınızı desteklemek için fonlar mevcuttur.
Özüne oryantalist, ördeklerin dilinden bizim dilimize sürekli tercüme yapan bir mütercime benzer. Kavramları, kriterleri ördeklere aittir. Onların karşılıklarını bizim dilimizde bulamadıkça, bizim dilimizi aşağılar.
Milliyetçilik hakkında yanlış bilgiler
I am going to my house. Ben um gidiyor ye benim ev. Dil dediğin böyle olmalıdır! Nedir o “Evime gidiyorum” saçmalığı? Altı kelimelik malumat nasıl olur da iki kelimeye tıkıştırılır?
Erkek pantolonu, kadın ayakkabısı, Kadı Köyü ördekliğe uymaz. Erkek pantolon, kadın ayakkabı, Kadı Köy denmelidir. (Deniyor da!) Ordu Caddesi, Vatan Caddesi, hukuk düzeni, kapı tokmağı, pencere camı çirkindir. Ordu Cadde, Vatan Cadde, hukuksal düzen, kapısal tokmak, penceresel cam ördek değerlerine daha uygundur. (Sokak isimlerinde batılılaştık elhamdülillah. Artık Kedi Seven Sokağı değil Kedi Seven Sokak diyoruz. Ama cadde isimlerinde şark saçmalığı devam ediyor!)
Yabancı dükkan adları, özenti apartman, bina ve site isimleri hep vak vaklama teşebbüsleridir. Genellikle de gülünç olunur. Türkçede üçüncü tekil şahısın cinsiyeti olmamasına üzülür. “O” dediğimizde erkek mi, kadın mı bilmeliyiz değil mi? Hâlbuki Türkçeden Batıcaya tercüme yapsa onlarda amca ile dayının, teyze ile halanın, anneanne ile babaannenin ayrılamadığını fark edecekti.
Misaller saymakla bitmez. Asya’nın tamamında soyadı veya lakap isimden önce gelirken biz binlerce yıllık geleneği değiştirdik ördeklerin unvan-isim-soyad sırasını kanunlaştırdık. Başa yerleştirilecek müsait unvan bulamadığımız için de “Bay” ve “Bayan”ı icad etmek zorunda kaldık. Kısakürek Necip Fazıl Bey şöyle söyler,
“Bir şey koptu içimden, her şeyi tutan bir şey: Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey.”
İki yıl kadar oldu. Gazi Üniversitesi’nin Mimar Kemalettin Salonu’nda beş kişi bir paneldeydik. Beşten üçü “sosyal bilimci” idi. Hele biri -hafazan Allah!- doğrudan doğruya sosyologdu! Bir noktada, millet ve milliyetten bahsederken, sosyolog olan başını bana doğru uzattı ve “Millet ve milliyetçilik, Fransız İhtilali ile ortaya çıkmıştır” dedi. Sonra, buna pek inanmadığımı yüzümden okuyarak, hükmünü itiraz edilmez hale sokmak maksadıyla, “Bizde öyle denir.” diye devam etti. “Bizde” dediği genel olarak sosyal bilimlerde, özel olarak sosyolojide demekti…
Kendisi de farkında değildi besbelli; aslında o “bizde”, Batıda demekti. Millet, milliyet işleriyle uğraşmasıyla meşhur bir sosyolog da “Orta Çağ” diyordu, “insanların yerlerine çakılı kaldıkları, hareketsiz bir dönemdir”. Aziz kardeşim, ben o hareketsiz dönemde, Dış Moğolistan’dan kalkıp İstanbul’a geldim! Ördekler yerlerinden kıpırdamamış olabilirler. Lütfen herkes kendi hesabına konuşsun!
Kölelik düzeni feodalite bizde yoktu diye üzülenlere bile rastladım. Öyle ya, feodalite olsaydı arkasından eziyetten kaçan serfler şehirlere yerleşecekti, sonra da ördek olacaktık. Üstüne bir de Hıristiyan olsaydık. Türkçe yerine Latince de konuşsaydık tadından yenmezdi hani.
Gelin şu Fransız İhtilali meselesine biraz yakından bakalım… Hani millet onunla ortaya çıktı, daha önce yoktu ya.
“Türk Oğuz beğleri! Millet! İşitin!”
“Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti; ilini, töreni kim bozabilecekti? “
“İl” ülke ve devlet demektir. Töre düzen ve kanun demektir! Peki, bu “Türk milleti”, millet değil de etnisite, kavim, aşiret, ırk falan olmasın? Bilge Kaan, Tonyukuk, Yuluğ Tigin milletin, milliyetin bir kültür işi olduğunun farkında mıdır?
“… Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, hükümdar yaptığı kağanını kaybetmiş. Çin milletine, beğ olacak erkek evlâtlar köle oldu, hanım olacak kız evlâtlar cariye oldu. Türk beğleri Türk adını bıraktı. Çin’deki beğler, Çin adı alarak Çin kağanına bağlanmış… Türk halk kitlesi şöyle demiş: ‘İlli millet idim, ilim şimdi hani; kimin için il kazanıyorum?’ dermiş. ‘Kağanlı millet idim, kağanım hani; hangi kağana işi gücü veriyorum?’ dermiş…”
Tamam, kültür bu; fakat bu “Türk” bir aşiret, bir boy adı olmasın? Bir bakın:
“Türgiş Kağanı Türk’ümüz, milletimiz idi. Bilmediği için, bize karşı yanıldığı için kağanı öldü. Buyruğu ve beğleri de öldü. On Ok boyu eziyet çekti.”
Bu sözleri hepimiz biliriz. Biliriz de bizde nutuklar genellikle dinlenmediği için bunu da pek dinlemedik her halde. Bu cümleler kayaya vurulurken yıl 735’dir. Fransız İhtilali’ne bin küsur yıl vardır.
Üç asır ileri sararsak, Kaşgarlı Mahmut ve Divan-ı Lugat-i Türk’e geliyoruz.
“Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün tegrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi; onları herkesten üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı ve onlardan yana olanı aziz kıldı… Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmaktan başka yol yoktur.”
“And içerek söylüyorum ben Buhara’nın sözüne güvenilir imamlarının birinden ve başkaca Nişaburlu bir bir imamdan işittim, ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, yalvacımız kıyamet belgelerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır, buyurmuştur.”
“Bu hadis doğru ise, günahı boyunlarına olsun, Türk dilini öğrenmek vacip bir iş olur; yok bu hadis doğru değilse akıl da bunu emreder.”
Kaşgarlı lugatini 1072’de yazmaya başlamış, 1074’te tamamlamıştır. Sosyologların Fransız İhtilali’ne daha 700 yıl vardır.
Osmanlı’ya gelelim. Cihannüma’da Neşrî, Murad Hüdavendigâr’ın, I Kosova’dan önce şöyle konuştuğunu anlatır: “Ol melun [Sırp Kralı] bunun gibi lâf u guzaf ursa, aceb mi ki İslam kılıcın görmemişdir. Kimse tabancasın (yumruğunu) yimeyen, kendü tabancasın demirden sanır. Ve kedi karanu (karanlık) evde kendüyu arslan tevehhüm ider. İnşallah ana Türk erliğin gösterem…”
Birinci Kosova 1389’dadır. Neşri’nin Cihannüma’yı Sultan II Beyazid’e takdimi ondan yaklaşık bir asır sonra, 1493’tür. Fransız İhtilali’ne sırasıyla 400 ve 300 yıl vardır.
‘Özüne dön!’ nasihati
Göktürk Yazıtları, siyasî nutuktur, nasihattır, tarihtir. Siyasî liderlerin yöneticilere, halka ve gelecek nesillere hitabıdır. Şüphe yok ki bunların o günkü muhatapları Türk Beyleri’nin Çin adları almasından muzdarip oluyor, kaan “Kendine dön!” dediğinde ne demek istediğini anlıyordu.
Kaşgarlı’nın sözlüğe girişi Türk Milleti lehine bir propaganda mesajından ibarettir. Şüphe yok ki bir “Türk milleti” vardır, kuğu olduğunun farkındadır, başkaları da fark etsin diye Mahmut’un ağzından konuşmaktadır.
Hüdavendigar, hakikaten “Türk erliğin gösterem!” demiş midir? Muhtemelen demiştir ve bundan ne kastettiğini kendi de etrafı da anlamıştır. Dememişse de yüz yıl sonra Hakan’a takdim edilecek bir metine bunu yazan Neşrî de okuyacak olan Beyazıt Han da “Türk erliğin” ne olduğunu bilmektedir.
Sevgili Türk sosyologlar. Özellikle millet, milliyet konularında milletler arası üne sahip olanlar! Bu metinleri dikkate almak zorundasınız. Yabancı meslektaşlarınız bunlardan habersiz olabilirler. Ama siz haberlisiniz ve bunları ele almak bilim namusu gereğidir. Sonra tespitlerinizi lütfen biz fanilere de anlatın. Deyin ki, evet, Türkler’de (ve belki Asya steplerinde, Çin’de ve Japonya’da) millet, Avrupa’dan binlerce yıl önce teşekkül etmiştir. Veya deyin ki, “hayır, yanılıyorsunuz. O metinlerin şöyle, şöyle izahı vardır…” Fakat lütfen görmezden gelmeyiniz, susmayınız.