İnsan tarihin olduğu gibi coğrafyanın da çocuğudur; çünkü hayatını düzenlerken coğrafi şartları göz ardı edemez. Eski Yunan’da ekip biçmeye elverişli arazi azdı; siteler kayalıkların arasına kurulmuştu.

Geçimleri ağırlıkla tarıma dayalı olduğu için insanların gözleri toprağa çakılıydı. Değerlerinden dolayı tarlaların, bahçelerin ölçülmesine çok önem verilirdi. Bu sebeple eski Yunan’da geometri ilmi gelişti. Her şeyi silip atan çöl, insanlara şahane gökyüzü bahşetmektedir. Kum deryasında yıldızların alemi başkadır; devamlı muhayyileleri kurcalar; buralarda yaşayanların biricik umudu göklerdedir. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz; ama belki de vahiylerin bu bölgeye inişlerinde kulların bekleyişi, umudu, duası etkili olmuştur. Çöl ve yıldızların hakim olduğu bir dünya, soyutluğun zihinlerde teşekkülü için biçilmiş kaftandır. Soyut düşünce aritmetiğin anasıdır. Batı’da oluşan geometri ile çöllerde oluşan aritmetiği Maveraünnehir’deki İbn-i Sina, Farabi, Biruni ve diğer alimler birleştirmekle günümüzün ilim ve medeniyetinin raylarını döşediler. 

Endülüs’te oluşan parlak kültür ve medeniyet Avrupalıların dikkatini çekiyordu. Batı’nın şehirlerinden buraya öğrenciler akmaya başladılar. Avrupalılar, Kuzey Afrika ile ticaret dolayısıyla temasta bulunuyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten İtalya’ya göç eden Bizanslı bilginlerin de gayreti bunlara ilave olunca dünyanın bu sisli bölgesinde müspet bilimler kökleşmeye yüz tuttular. Çok geçmeden müspet bilimlerle donanmış idrakler, kutsal kitaplarındaki, dünyanın sabit güneşin etrafında dönmesi gibi hataları fark ettiler. Tarih ilmi gelişince, yaradılış ve insanın geçmişteki seyrine dair verilen bilgilerin yanlış olduklarını anlamaları kutsal kitaplarına şüpheyi artırdı. Müspet bilimler mesafe aldıkça, kutsal kitaplarına inançları zaafa uğruyordu. Engizisyon bütün hışmıyla hayata girmişse de Avrupa kıtasında Ortaçağ boyunca sürüp gidecek olan dinle müspet bilimlerin kavgası başladı. Kanlı mücadelelerden sonra müspet bilimler galip gelince, kilise kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldı. Böylece Batılı aydınların nezdinde Hıristiyanlık inanç boyutunu yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Hür tefekküre kavuşan Batılılar müspet bilimleri adeta kutsallaştırdılar. Tabii bu müspet bilimler tekniğe yansıdı, Osmanlı’ya, yani Müslümanlığa karşı galip gelmeleri de cazibelerini artırdı.

Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe, din önemini yitirmeye devam etti. Batı’nın bilim yuvalarında bir daha dinin hakimiyeti ürkülecek bir olay haline geldi. Tanrı’yı silip yerine tabiatı koydular; Tanrı’nın fonksiyonunu ona yüklediler; kurallar koyacağını kabul ettiler. Fakat insanın idrakinde sorular bitmiyordu. Bu evrenin başı sonu yok mu idi? İnsan nereden gelip nereye gidiyordu? Bu ve benzeri soruları felsefenin çözülmez problemleri kabul ettiler; bunları gündemlerinin dışına attılar. Tabiata yükledikleri de sadece fiziki fonksiyondu. İnançlarının iyice cılızlaşması, kültür dünyalarını etkiledi. Hiç düşünmediler ki kültürün temelini dinler, medeniyetin temelini ilimler oluştururdu. Michelangelo, Hz. Musa’nın peygamber olduğuna inanmasaydı, bir taşı yıllarca yontup hayalindeki Musa’ya benzediğine inanınca, “Kalk ya Musa!” diye o ünlü çığlığı atmazdı. Rembrandt, Hıristiyan gözüyle dünyaya bakmasaydı , “Hz. İsa Hastalara Şifa Dağıtıyor”, “Hz. İsa Ölüleri Diriltiyor” gibi göz kamaştırıcı tabloları yapamazdı. Dostoyevski Ortodoks, Mimar Sinan Müslüman olmasaydı yeteneklerini gün ışığına çıkaramazlardı. Ürettikleri kültürler milletlerin varlık teminatıdırlar; kültür unsurları üretemeyen milletler kol kuvvetine dönüşürler; üretenlerde asimile olurlar. Tabiatın koynunda mutlu yaşamak ancak müspet bilimlerle mümkündür. Bu bilimlerin insanlığın aleyhine kullanılmasını önleyebilecek yegane unsur yine manevi sorumluluktur. Aksi takdirde Nagazaki ve Hiroşima’nın bin beterini yaşamak kaderimiz olur.

Müspet bilimlerde Batı’nın beyni geliştikçe, önemini yitiren diliyle beraber vicdanı da törpülendi, zamanla ihtirası dizgin tanımamaya başladı. İşte Avrupa’nın acımasız sömürgeciliği buradan doğdu. Manevi hayatı iyice sarsılınca, gelenekleri temellerini yitirdi. Maneviyatın, geleneklerin olmadığı yerde dejenerasyonun hortlaması tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının getirdikleri açlık, kıtlık ihtirasları kamçılayınca, dejenerasyon da alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

Metafizik, istendiği zaman ele getirilebilen bir nesne değildir; onun sağlam temellere ihtiyacı vardır. Kutsal kitaplarındaki maddi hatalar onları bu duruma getirmişse aynı reçete ile ayağa kalkmaları nasıl mümkün olabilir?