-1990’ların ortaları oluyor-, Antalya’da Hadrian Kapısının karşısına cami yaptırmak üzere bir dernek kuran ve caminin hasını yapması için de kendisine müracaat eden mütedeyyin zevatla yaptığı görüşmeleri anlatır. Cami müteşebbisleri, Cumhuriyet devrinin Roma eserlerini yüceltmekten başka bir şey düşünmediğinden yakınmaktadırlar, bunun karşısında İslami eserlerini yüceltmeye azmetmişlerdir, Osmanlı ihtişamının reenkarnasyonu peşindedirler, azametli bir kubbeyle Hadrian kapısına haddini bildirmek istiyorlardır. Turgut Cansever onlara “Bir kültürün yüceliği konusunun bir ölçü sorunu olmadığını” telkin eder. Hadrian Kapısı orada var ise oraya yapılacak yeni bir binayı onun varlığını da hesaba katarak tasarlamak gerektiğini anlatır. Tüm çevreyi, iklimi, ışığı, her şeyi hesaba katmak lazımdır ve görkemi, yüceliği büyüklükte aramamak lazımdır, ona göre. Uzun müzakereler neticesinde dernekçilere fikrini kabul ettirir . 

Ne çare ki, Turgut Cansever gibi birini kapı kapı gezdirmedikçe eşrafı ikna etmek mümkün değildir.

*

Bir İslami-muhafazakar mimar-düşünür olarak Turgut Cansever , imar ve şehir peyzajının “insan ölçüsünde” olmasını ve çevreye uyumunu odağa alır: Çevrenin gayrı muntazamlıklarına uymak, ona karşı geometrik çizgilerle ‘diklenmemek’ lazımdır. “Bütün dünyayı aynı kılığa sokan” “teknokratlaşmış” mimariyi, büyüklük tutkunu Batı monumentalitesini (anıtsal anlayışı) sorgular. İnsan ölçüsünde mütevazı binalar tercihi, beşeri ebedilik yanılsamasına karşı fanilik bilincinin ifadesidir. “Babil kuleleri” dediği apartmanları mahalle ve komşuluk ilişkilerini (cemaati) mahvetmesi yanında, pahalı da bulur. Sadece dikey değil yatay düzlemde de küçük ölçekçidir: “Vahşi şehirleşmeye” karşı nüfusun aşırı yoğunlaşmasını önleyen –Almanya örneğindeki gibi- yıldız kümesi modeli orta ölçekli şehirlerin, alt-metropollerin kurulması fikrindedir.

*

Türk-İslam muhafazakarlığında, binaların dikine gitmesinden endişe duyan başkaları da olmuştu.

Memduh Şevket Esendal’ın, amudi medeniyet yerine ufki medeniyeti, dikey yerine yatayı, küçük ölçeği savunduğunu biliyoruz. Nurettin Topçu, topyekûn makine medeniyetiyle beraber elbette bina azmanlarına da karşıydı. Ekrem Hakkı Ayverdi, 1953’te İstanbul Boğaz köprüsü tasarısına “en feci hazırlık, teşebbüslerin en korkuncu” diyerek karşı çıkmıştır. Şöyle efkarlanır: “Paris’te düz arazide yetişmiş bir ormanın yakın mesafeden görülebilecek yeşilliğini bir bina kapatacak diye kıyamet koparken biz Adalar’dan, Marmara’dan ta Karadeniz’e uzanan, etrafı kıvrımlı tepeler, koylarla müzeyyen Boğaziçi’ne mekanik medeniyetin soğuk bir suratını asmayı düşünüyoruz.”
Bugünün “Bugün’ün Dervişi” olarak Mehmet Şevket Eygi’nin de yazılarında “Sodom ve Gomore… Bizans ve Roma… Lut kavmi… Nemrud’lar Firavun’lar… Pompei ve Herculanum…” faslından, “yüksek binalar diken Şeddat’lara” lanet ettiğine rastlayabilirsiniz. Bina-zina ‘tevhidi’ içinde, apartmanları, gökdelenleri, şehir dağdağasını kıyamet alameti sayar.
Ama biliyoruz ki bunlar İslami-muhafazakar camia içinde marjinaldir. Topçu’nun dikbaşlı bir ahlak mistiği olarak gördüğü hürmet, sadece yaptığı değil dediği de yapılmayacak bir imama gösterilecek türdendir; Eygi ‘elegan’ kalpağı ve neredeyse nihilistleşen takaza diliyle bizzat meczup rolüne talip gibidir. Cansever’e gösterilen hürmet, sözünden ziyade şahsiyet ve edasınadır.
*

Kemalist Cumhuriyet modernizminin coşkun ve tipik, -muhafazakarlar nezdinde de tipik- sözcülerinden biri, Sabahattin Eyüboğlu, 1936 yılında bir apartmana övgü yazısı yazmıştı . Tıpkı o günlerin yeni-modern resmi gibi, temsili hüviyetten arınmış, olumlu anlamda kişiliksiz, çünkü tamamen işlevseldi apartman. Eyüboğlu, Le Corbusier’nin “oturma makinesi” kavramına sempatiyle yaklaşıyordu. İnsanı “yuva sıcaklığı” ve (karşılıklı) sahiplenmenin ayartısıyla kendine bağlamayan apartman, modernliğin bir yere kök salmayan, sabitlenmeyen gezgin ve serbest ruhuna uygun bir konut çözümü idi; tek kelimeyle özgürleştirici idi.

TOKİ’nin konut silolarının ‘felsefesi’, Esendal’la, Topçu’yla, Eygi’yle, Cansever’le değil Eyüboğlu’yla hısımdır.

*

Türkiye’de muhafazakarlıkla ilgili, -daha çok özel sohbetlerde-, üzerinde sık durulan bir konu, onun Gelenek lafının şaşaasına pek düşkün, buna karşılık Geleneğin maddi-kültürel varlığına duyarsız olduğudur.

Herhalde, medeniyetin maddi cephesiyle manevi cephesini jiletle birbirinden soyan, hemen herkesin kani olduğu ayrımın etkisi aranmalı bunda. Modernliği alet çantası olarak düşünen araçsalcı bakış… Kimlik asabiyesine ve gururuna indirgenmiş bir ‘öz’den öte pek fazla tutamağı olmayan bir maneviyattan ötesi, portatiftir. Medeniyet/kültür, maddiyat/maneviyat ayrımlarının baş müellifi sayılan Ziya Gökalp tâ 1918’de “kaideci fakat an’anesiz milletiz” diyerek ‘genetik’ (veya etno-kültürel diyelim) bir arızadan şikayet etmişti: “Türklüğe ve İslamlığa ait an’anelerimizin tarihi silsilelerini aramadığımız gibi, asrımızı temyiz eden terakkilerin memba ve tekamülünü de tetkike lüzum görmeyiz. Bizim için yalnız neticeler lazım.”

Nitekim modern bir siyasal ideoloji olarak muhafazakarlığın işi an’ane inşa etmek değil mi? Geleneksizliğin gelenekçilerce tescil edildiği bir temelde, mecaziden çok maddi ‘planda’ bir inşaata güven duyulmasına ve en çok onun heyecan yaratmasına da şaşmamalı mı?

Selçuklu motifi diye bellediği şeyleri 8 katlı kunt binaya rokokolayan, cami veya apartman cephesine çini taklidi fayans sıvayan o inşaatların şahsiyetsizliğine de şaşmamalı. Cumhuriyetin ‘sıfır mazi’ siyasetinin, en mazici İslamcılık ve muhafazakarlık tarafından da içselleştirilmesine şaşmamalı.

Belki, hayatta kalmayı kolaylaştırırken geçmişle hesaplaşmayı önleyen , daha basitçesi durup bir kendine bakmaya mahal vermeyen vitalist enerjinin, hep “önümüzdeki maçlara bakan” ergen pragmatizminin payını da aramalı. Erken cumhuriyet metinlerinden Türk-İslam Sentezine, kökleri göçebe-savaşçılara özgü beka kabiliyetine dayandırılan bir millî “pratik zekâ” hasleti, bir milli “realizm”, incesini düşünmeye gerek görmeyen bu hoyrat cevvalliği besliyordur belki.

*

Turgut Cansever, ABD’deki gökdelenleri gördüğünde “dev gibi, harika, muazzam binalar… neden benim ülkemde olmasın?” diye imrenen Turgut Özal’ı yadırgadığını söylüyordu. Oysa Menderes-Demirel-Özal çizgisi, başka nerede ayrışırsa ayrışsın, imar-inşa cezbesinde mutlak devamlılık içindedir.

Türk muhafazakarlığının inşaat merakından bahsedeceksek zaten, sözü mutlaka Büyük Sağ geleneğe getirmeliyiz – bakın işte o bir an’anedir! Süleyman Demirel’in başbakanlıklarından önce 1950’lerde DSİ genel müdürüyken yazdığı yazılara, yaptığı konuşmalara bakın . Colorado nehri üzerindeki Boulder barajını üç gün boyunca seyrettiğini anlatır. “Türkiye’yi imar ve inşa etmeyi” Türk milliyetçiliğinin hedefi olarak koyar. (Bu memlekette bitmeye yüz tutan inşaata fetih müjdelercesine bayrak asılmıyor mu kaç zamandır!) Hem “ecdada layık olmak için” lazımdır bu – ecdat da köprüler, hanlar hamamlar yaptırmıştır. Hem de “Büyük eserler, milletlerin birbiriyle yarışmasında üstünlük nişaneleri”dir; milli gururu kuru böbürlenmedense “tesisler” yüceltir – Recep Tayyip Erdoğan’ın bir ara “pozitif milliyetçilik” şiarıyla üstlendiği ekonomist ve liberal milliyetçilik söyleminin kökü buradan sürer…

Menderes-Demirel-Özal hattı, Büyük Sağ gelenek, dahası, refah ve zenginleşme arzusunu, medeniyetin ana motoru olarak görür; modernliğe Aydınlanmadan, müspet ilimden daha garantili erişme yolunun iktisadiyattan geçtiğinin, kısacası kapitalizmin bilincindedir. (Gökalp’ın yakınmasını hatırlayalım: “Bizim için yalnız neticeler lazım.”) Sonra Büyük Sağ, kendi siyasal meşruiyetinin ve iktidar mücadelesindeki gücünün de aslen maddi refah arzusuna hitap etmek olduğunun bilinciyle davranır. Muhafazakar-liberal sentezin kökeni ve Türk liberalizminin en ‘ciddi’ kökü, buradadır.

*

Her hizmet binası, her yol, (zamanımızda Ankara’da) her alt-üst geçit, ‘yıllarca bir çivi çakmayan’ CHP’nin kafasına çakılan bir çivi, ‘sadece tenkit eden, hep gayrımemnun’ solun usandırıcı dırdırını bastıran bir yatırım balyozu olarak kutlanır. Salih siyaseti ‘hizmet yarışı’ olarak tescil eden sağ, her bir binayı hizmet heykeli gibi diker. İnşaat, ‘sözü bitiren’ türden icraattır. Hükümetin, belediyenin, partinin çalıştığının en sağlam alameti, odur. 5N: Ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman? 2K: Kime, kaça? Ehemmiyetsizdir, kazılan temelin altında kalır.

İmar-iskan, bayındırlık, inşaat, hem güçlü bir ekonomi-politik bir potansiyeli harekete geçirir: zenginliğin bir vetiresi olarak zenginler yaratmanın stabilize ve duble (‘yaratana’ da dönen) yoludur. (Birikim’in bu sayıdaki dosyasında inşaatın ekonomi-politiği geniş ele alınıyor.) Hem de refaha erme imgesini ve iş yapma/işleme/çalışma mitosunu imar eder. Nazım Hikmet “Yükseliyor yapı kan ter içinde…” dizelerinde hayranlığını yapıcıların emeğine hasretmişti ama ‘popüler’ hayranlığın nesnesi daha ziyade inşaatın ‘sahibi’ yani oraya gömülü sermayedir. Betonlaşmış güç-kuvvettir.

*

Milli Görüş çizgisi de, başka hangi noktalarda ayrışırsa ayrışsın, bayındırlık-imar şehvetinde Büyük Sağ gelenekle tam bir örtüşme içindedir. Demirel’in, Özal’ın “büyük rakamlar telaffuz etme” tutkusu Erbakan’da bir tür siyasal erotiğe dönüşür. Erbakan, -kuşkusuz mühendis kimliğinden de beslenen- gigantomanik teknokrat dilini, İslamcı özgüveni okşamak için kullanıyordu. Milli Görüş’le Büyük Sağ geleneğin güçlü bir çaprazlama mutasyonu olan AKP’nin bayındırlık savletinde, gigantomani mecazdan hakikate geçmiştir.

*

Stalin dönemi Sovyetler’de de, ama asıl Nazilerde, güç tapıncına dönük oransız büyüklükte binalar-anıtlar inşa etme merakını tanımlamak için kullanılmıştır bu terim: Gigantomani, büyüklük saplantısı. Fallik binalarla iktidar teşhirciliği. Mermer ve granitin organik dayanıklılığıyla ebedilik arzusu. (Hamdullah Suphi Tanrıöver de, zamanı için ‘gigant’ sayılacak Türkocağı binasının açılışında “Mermer bütün tarihte milletlerin din arkadaşıdır” demişti. “Mermer hassasiyeti, secdelerin sesile beraber inler” idi. )

AKP’nin son seçimler öncesinde açıkladığı “çılgın proje”, Kanalİstanbul projesinin resimlerini gördük. Bilimkurgu filmi, New York silueti, Dubai estetiği, AVM’ler mahallesi… arası bir şey. Proje gerçekleşsin gerçekleşmesin, bu imge, rölövesini çıkarılan bu fantezi, gigantomanik bir pornografi değil mi?