Fikir, ihtiyaçtan doğar; memleket güllük gülistanlık ise hakim olan hayat düzenini değiştirmek kimsenin aklına gelmez. Osmanlı zaferden zafere koşarken, zekat verecek insan bulmak zorluğu yaşanırken Müslümanlar arasında İslamiyet’in dışında bir hayat düşünmek cinnet hali olmalıdır. Fakat yenilgiler başlayınca, gidişata dur demek ihtiyacı duyulur; yeni fikirlerin kapısı çalınır. Yenilgilerimizin önüne geçmek için ilk önce askerî konularda sınırlı yenilikler yapıldı. Bu yoldaki gayretlerimizden ciddi bir sonuç elde edemeyince, hayatımızdan, değerlerimizden şüphe etmeye başladık. On dokuzuncu yüzyılın başlarından, Milli Mücadele yıllarımızın sonuna kadar olan dönemin fikir hayatımızı Peyami Safa, “Türk İnkılabına Bakışlar” adlı eserinde özetler ve analiz eder.

Bilindiği üzere bu dönem fikir hayatımızda üç büyük cereyan görülür. İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık. Eğitim ve öğretimi ele alarak Peyami Safa bu üç cereyanı şöyle değerlendirmektedir; milli eğitimde medresenin karşısında mektebin açılması hata mı, yerinde bir hareket mi idi? Türkçülerin bu konuda ne söyledikleri net değildir; sadece ikiliğe karşı olduklarını belirttiler. İslamcılar mektep açılmasına karşı idiler; medresenin ıslahını istiyorlardı; “Mektep açacağına, medreseleri ıslah etmeli, ulumu fünunu oraya ithal etmek gerekli” diyorlar ve ilave ediyorlardı: “Bugün, bütün dünyanın iki büyük darülfünunu olan Oxford ile Sorbonne da vaktiyle birer medreseden başka bir şey değildi. İcabat-ı zamana göre tekemmül ede ede bugünkü hal-i kemali buldular.” Batıcılar bu iddiaya şöyle itiraz ediyorlardı: “Unutmayalım ki bu değişme ve gelişme ancak dört beş yüzyılda olabildi. Bizim o kadar beklemeye vaktimiz var mı?”

Bu üç fikrin mensuplarının meselelerimize çare bulmak, vatanımızın bütünlüğünü korumak için çırpındıkları aşikâr. Araplar bizden ayrılınca İslamcılık resmî düşünce dünyamızdan koptu. Birinci Dünya Savaşı ve sonraki olaylar bizi Batı ile karşı karşıya getirince “Garpçılık” da gündemimizde silikleşti; geniş kitleleri harekete geçirmek için elimizde Türkçülük kaldı. Fakat Lozan Antlaşması’ndan sonra Batı ile münasebetlerimiz normalleşince “çağdaşlaşmak”, “muasırlaşmak” gibi sloganlarla Batıcılık resmî gündemimize oturdu. Türkçülük ise Batıcılığın tatbikinde hamasi sözlerden ibaret bir manivela olarak kullanıldı.

Yapılan inkılâpları Peyami Safa şu şekilde değerlendirip savunuyor: “Artık Türk maarifi yarı mektep, yarı medrese içinde bilgi dağıtmayacaktı; artık enveriye, şu bu gibi yarı şapka, yarı külah acayip serpuşlar aranmayacaktı; artık yarı alaturka, yarı alafranga musiki olmayacak ve Türk kadını yarı tavuk, yarı insan halinden çıkacaktı.” dedikten sonra ulaşılacak sonucu ilan ediyor: “Milliyeti ve medeniyeti tereddütsüz tercih ettiren kararı vermek ve Türk düşüncesini Siyamlı kardeşler gibi birbirine yapışık iki fikir ve temayül halinde sürükleyen iki idealden kurtarmak lazımdı.”

Geçen yüzyılda yaşayan ciddi aydınlarımızın başında gelen Peyami Safa bile şekil ve şemaili çok önemsediğine göre, demek ki olayların mihrakına insanımızı oturtmak şansımız yokmuş. İnsan yaşadığı dünyaya ruhunu, zevkini, bilgisini yansıtır. Vicdanıyla uyumlu, beyniyle çağımızda yaşayan, ilmi idrakiyle olayları değerlendiren fedakâr insana kavuşmadıktan sonra alınan bütün tedbirlerin palyatif olduğunu bugün bile idrak edemiyorsak, milletimizin muzdarip evladı Peyami Safa’yı eleştirmeye hakkımız olabilir mi?

10**********@za***.tr" target="_blank" rel="noreferrer noopener">http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=10**********@za***.tr

13 Haziran 2011, Pazartesi